ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Nisan 2021 Cuma

Daldan Dala



Herkes gibi ben de bazen kendimle konuşur, düşünür, sevinir, üzülürüm. İşte o daldan dala anların bazı notları:

Doğanın iki egemen gücü gökyüzü ile yeryüzüdür. Bu iki güç bazen barışık, bazen kavgalı olsalar bile birbirini var ettikleri için tek başına olamazlar. Doğa kapsayıp, korurken oluşan çelişkiler sonucunda da yaşam başlayıp sürer gider.   

Yeryüzünün öfkeli alevleri, yangınları, depremleri, selleri ve gökyüzünün fırtınaları, şimşekleri, yıldırımları sonucu, canlılar zarar görse, büyük acılar yaşayıp kayıplar verseler bile doğa olmadan yapamazlar. Çünkü canlılar gökyüzündeki güneşe, yağmura, kara, yele...  Yeryüzündeki toprak ve suya muhtaçtır. Onlar olmaksızın yaşam döngüsü olmaz. 

Hem çatışıp yok eden hem besleyip var eden bir döngüde birbirine mecbur olmak... 

*
Bundan yaklaşık olarak 2500 yıl önce Yunanistan-Çin-Hindistan gibi birbirine çok uzak üç coğrafyada doğup-yaşamış birbirinden habersizce 'insanlık' için yol almış üç bilge öğretmen varmış. Her üç bilge de insanlık için daha mutlu bir yaşam arayışındaymış. Amaçlarına, ancak birlik olup 'insana' dokunarak, sorarak, düşünerek, araştırıp arayışa yönelterek varılacağını bilir onun için çalışırlarmış: 
  • Yunanistan'da Sokrates (M.Ö. 469-399), halkı baskılayan inanç sistemine karşı çıkan, yanlışları sorgulayarak doğruları bulmaya çalışan, cehaleti en büyük kötülük sayan bir "Ahlak Felsefesi" ile...
  • Çin'de Konfüçyüs (M.Ö. 551-479), toplumda uyumu-huzuru ve insani ilişkileri geliştirerek 'Erdemli' olarak yol almayla...
  • Hindistan'da Buda (M.Ö. 563-483), yaşam döngüsü içinde kişilerin ancak 'acılar' çekerek, kendileriyle yüzleşerek, bencillikten arınarak öz güçleri olan 'Nirvana'ya ulaşmakla... 
Üç bilge de insanlık için birer kutup yıldızı olup, ışık saçmış, yön göstermiş, ufuk açmıştır. Bu üç bilgeden alacağımız çokça ders var. 

İşte, eşitlikçi, halka dokunan ve halktan yana iki anlayış:    
1. Sokrates ve Konfüçyüs anlayışında; kadınlar pek yer almaz ('kadının adı yok'), daha çok erkeklerle yol alınırmış. Fakat Budizm, kadına gereken önemi vererek bu kuralı bozmuştur.  Çünkü Budizm'in öncüleri olan keşişler hem kadın hem erkeklerden oluşurmuş.
 
2. Budist keşişler kendi halkına yabancılaşmasın diye onların mal-mülk edinmesi hoş karşılanmazmış. Bunun için de keşişler ellerinde asa ve dilenme tası ile dilenerek yaşam sürdürürlermiş.   
*
İnsan yaşamı, acılardan kurtulmak için bir arayış sürecidir. Bu döngünün odağındaki insan, yaşam boyu iki güçle çatışır. Birincisi kendi güdü, duygu, istek, düşünce, doğrularıdır. İkincisi de çevresidir. Çevrenin içinde de iki güç vardır: Birincisi doğa, diğeri de toplum. Bu güçlerin de kendine özgü; kuralları, değerleri, inançları, beklentileri vardır. 

İnsan, böylesi ikilemler içinde kalınca ne yapacağını, kime doğru ve nasıl adım atacağını bilemez ve bunun sıkıntısını çeker uzun zaman. Sonra, bazen bir tarafı görmezden gelir, bazen de baskıyla susturur bir tarafı (ki, bu baskılanan çoğunlukla kendi güdü, istek ve vicdanıdır). 

İşte böylece toplumlarda çevreye, topluma ve kendine karşı duracak gücü, direnci olmayan, huzursuz, mutsuz doyumsuzlar çoğalır.

Eğer toplumu bir organizma kabul edersek demek ki, bu organizmanın pek çok organı hastalıklı-sağlıksız!

Bu hasta-sağlıksız-zorlu süreçte, acıları dindirmek için en çok adalet ve erdemli davranışlar aranır. 

Bir insanın yanlışları, başarısızlıkları, yenilgileri ile yüzleşmesi, bunları tekrar etmemesi için gerekenlerdir 'erdemler'. Toplum ancak erdemli-adil insanlarla donanırsa sağlıklı olur.  

Fakat, gelin görün ki, gerçek hayat hiç de öyle değil!.. 

  • Eğer ortada yanlış bir uygulama, bir başarısızlık, bir yenilgi varsa: 

"Ben yaptım! Başaramadım! Ben sorumluyum!" -diyen yoktur. Ama: 

  • Eğer ortada iyi bir uygulama, bir başarı, bir yengi varsa:

"Ben yaptım! Benim başarım! Ben yendim!" -diye bağırıp çırpınan büyük bir çoğunluk vardır karşınızda. 

  • Eğer ortada bir çıkar, bir paylaşım varsa:

O zaman çok çok kişi koro halinde: "Önce bana! Çoğu benim! diye çığlık atar, hele de güç,  makam sahibiyse tehdit eder. 

  • Süreçte çok az kişi de: "eşitçe- adilce" bir paylaşım taraflısı olur... 

*

"Gökten üç elma düştü!"

Haydi, can yakmadan üleşin bakalım...


Diğer yazılarım için: tıklayınız


2 Kasım 2018 Cuma

Sislerin İçinde


TV’de izleyecek bir film ararken bir rastlantı sonucu, “Sislerin İçinde” filmi ile karşılaştım. Beğeniyle izledim ve çok etkilendim. Kısaca şöyle:

Yıl 1942, İkinci Dünya Savaşı günleri... Sovyetler Birliği'nin batı sınırında bulunan Nazi işgal gücüne ait trene bir sabotaj düzenlenir. Olayın şüphelileri dört partizan demiryolu işçisi... Üçü suçlu bulunarak idam edilir. Fakat birisi suçsuz görüldüğü için serbest bırakılır. Serbest kalan Sushenva adlı işiçi kasabadaki evine eşi ve çocuğunun yanına döner. Fakat çevrede konuşmalar, bakışlar onun yaşama sevinci yitirmesi ve mutsuz olmasına neden olur. Nazilerle işbirliği yaptığı kuşku ve dedikoduları o kadar etkili olmuştur ki, karısı ile yakın çevresi bile onun suçsuzluğuna inanmazlar... Sushenava, bu sosyal ve psikolojik sorunların ezikliği altında iken, "Sovyet partizanları" da onu cezalandırmak isterler. Cezalandırma işini iki kişiye verirler, esas sorumlu da Sushenava'nın çocukluk arkadaşıdır. Sushenava, hak etmediği bir bir cezanın infazı için evine gelen arkadaşına hiç direnmez, onunla birlikte diğer infazcı ile buluşup birlikte ormanın derinliklerine giderler... (Benden bu kadar, isterseniz filmi izleyebilirsiniz

Filmi izlerken hiç uyuklamadım, bir şeyler atıştırıp, çerez de yemedim. Film bittiğinde ise her günkü uyku zamanım çoktan geçmişti. Artık uyumam gerekiyordu. Ama ne mümkün uyuyamıyordum… Yastık başıma destek, tavan ise  alaca karanlık bir ekran olmuştu. Bu şekilde zaman tüneli içinde yolculuk yapmaya başladım.

***

Önce her bireyin; içgüdüsel (id)’i, kendi (ben)’i, kural-ahlak-çatışma-suçluluk dengeleyici olan (üst ben)’in kıskacında diye düşündüm… Sonra da sıraladım peş peşe geldi...:

Eğer bir kişi, inanç, ihtiyaç ve çevresel baskılara direnir, yenik düşmeden başa çıkar ve birlikte yaşamayı öğrenirse ancak o zaman “sağlıklı insan” olarak yaşamını sürdürebilir.

Ortada çaresiz, korkmuş, sinmiş, ezilmiş olan büyük çok büyük bir çoğunluk var… Bir de yüzde birleri bile bulamayan sömürgen, zalim ve egemen küçük azınlık... Bu sömürgen, zalim ve egemen azınlığın çok zengin olduğu kesin, belki de mutludurlar.  Fakat onların içinde sürekli olarak örtük bir kaybetme korkusu vardır, bunun için de onlar; daha ürkek, daha korkaktırlar.

Dünyamız; havasını soluyan, suyunu içen, ekmeğini yiyen, çilesi ve saltanatını yaşayan hemen her canlıya aittir. Ayrıca tüm canlılara nimetlerini bolluk olarak, tepkilerini ise felaket olarak sunan; toprağı, ateşi, suyu, havayı ve bir de doğanın o zalim gücü gücüne yetene yasası’nı unutmamak gerekir.

Kuşkusuz yasalar değişemez, fakat dünya daha eşit ve daha yaşanır kılınabilir.

Bunu sağlamak için sorun olan kaynaklar niçin-neden ile sorgulamalı, yorumlamalı ve esas olarak da nasıl diye çözüm arayışında bulunulmalı:

Bu kolektif döngünün içinde nasıl eşdeğer hak ve özgürlüklere sahip olabiliriz?

Dünyadaki kolektif döngünün öykülerini geçmişten alıp, güne ulaştırmaya tarih demişler. Ancak bu kolektif oluşumlar, her dönemin egemen güçlerince; “zülfü yâre dokunmasın” anlayışı ile "resmi tarih" olarak yazılmış ve kendi kahramanlıkları(!) olarak okutulmuştur insanlara… Yani resmi tarih, sürekli olarak yüzde bire bile ulaşamayan bir azınlığın dedikleri/istedikleri olarak yazmıştır. 

Halkın yazılıp okutulmayan gerçek tarihini ise; söylenceler, öyküler, romanlar, şiirler, türküler, şarkılar, çığlıklar, ıslıklar, yontular, çizgiler taşımış günümüze… 

İnanç sistemleri ise, barış içinde yaşamanın güzelliklerini, erdemlerini kazandırmak yerine, usdışı anlayışla insanlara; önemsizlik, güçsüzlük ve hiçlik duygusu aşılamış. Herkesin değişmez bir yazgı (kader) sahibi olduğu, dünyada “iyiler” ve “lanetliler” olmak üzer iki çeşit insan olduğu, egemen güce buyun eğmenin esas olduğu… Ve ayrıca insanların kavim/ırk olarak da eşit olmadıkları, alt ve üstün ırkların olduğunu işlemiştir.

Bu gibi safsatalar sayesinde yaratılan inançsal korkular ve baskılar insanları  kaderci ve özgüvensiz yapmıştır. Ayrıca insanlar kendilerine dayatılan (empoze) grupçu ve milliyetçi soslar sayesinde; paylaşımcı çıkar savaşlarını haklı görmüş, haksızlığa, acımasızlığa taraf olmuş veya sessiz kalarak destek vermişlerdir. Yani böylece zalim güce ve baskıya boyun eğmişler, böylece dünyanın kanla sulanmasına neden savaşların aracı olmuşlardır. 

İşte böylesi kurgu ve düşüncelerle geçti o uykusuz gece…

Demek ki,“Sislerin İçinde” kalan ve mutsuz olarak sonsuza giden, sadece Sushenya değilmiş!...

***

Yazıyı da şair arkadaşım Selahattin Utkun “BİR SALKIM HÜZÜN” şiirinden alıntıladığım güzel şu dizelerle bitirelim:  

“Güneşin önünde siyah bulutlar
Gözlerinde kocaman bir öfke
Devir namert devridir
İçine kahırlar düşer
Git.”

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız