14 Aralık 2018 Cuma

Savaşlar kimin için?


Bilim insanları ulaşabildikleri en eski toplumsal verilere dayanarak, insan davranışlarını belirleyen duyguların öncelik sıralamasını: yeme, içme, cinsellik, barınma ve güvende olma… olarak yaparlar. İnsanoğluna bazen yaşamsal korkular da yaşatan bu duygular; paylaşmayı, bir arada yaşamayı, işbirliğini, dayanışmayı ve tapınmayı da sağlamıştır. Kim bilir, belki de eğer bu korkular olmasaydı; ne aileler, ne klanlar, ne dinler, ne de devletler olabilirdi.

Bu korkuları yaşayan insanlar kendilerini koruyacak bir güç aramış ve devletler kurulmuştur. Halkın kendi güvenliği için oluşturduğu bu güç, ne yazık ki zamanla o halkı ezen, insanlığa düşman kontrolsüz bir güç olmuştur. Çünkü bu güç, inanç alanındaki etkili kişi ve kurumları da denetimine alarak gücüne güç katmış ve bir azınlığın emrine girmiştir. Ve artık sadece onların çıkarlarını ve varlıklarını korur olmuştur.

Doymak bilmez (açgözlü-obez) emperyalist azınlık, her ülkede işbirlikçi ve çanak yalayıcı kompradorlar bulmakta, paylaşım savaşlarını da bu piyonlarının yardımıyla yaparlar. Devlet gücünü kullanarak; önce kendi ülke insanlarına, sonra diğer ülke insanlarına, tüm canlılar ve doğaya karşı yaptıkları acımasızca fiziki-psikolojik baskı ve yok etmeleri de kaçınılmaz bir kader sayarlar.

Tabii ki bu haksız savaşlarda büyük acılar yaşayan halklar da, haklı olarak, hakları için direnir, savaşır, büyük kayıplar verir, zaferler kazanırlar. 

Demek ki, savaşlarının başlıca görevi, öldürüp, yok etmektir.

O halde, insanlık tarihi boyunca büyük sömürü, acı ve kederlere neden olan bu acımasız savaşlar bitmeli... İnsanlığa demokrasi içinde, özgür ve insanca yaşayacağı bir barış ortamı sağlanmalı...

Bunun için de öncelikle her birey, yani herkes ayrımsız olarak; tüm ülkeleri, cinsleri, dilleri, inançları, renkleri, özetle tüm farklıkları saygın kabul etmeli. Ancak o zaman insanca, güven ve barış içinde bir dünya kurulabilir.

Peki, böyle bir dünyanın oluşması çok mu zor?

Eğer hiç çaba göstermezsek, evet çok zordur.

Fakat eğer herkes vicdan sesine uyar ve içinde  sürekli olarak; ben!.., ben!.. diye haykıran o vahşi “ben”i insanileştirmek için çaba harcarsa… Başkalarının da istekleri ve hakları olduğunu anlarsa… Hemen olmasa bile çok kolaylaşır başarmak.

Başlamak gerek!...

***

Bugünlerde Ivan İllich’in 1970'li yıllarda yazdığı o bilindik eseri “Okulsuz Toplum”u okuyorum. Ve bu eserden düşündürücü bulduğum birkaç satırı (konuya uygun olduğu için) paylaşmak istiyorum:

“Modern mermiler ve kimyasal silahlar o derce etkilidir ki, birkaç sent değerindeki bu nesneler, niyeti öldürmek olan müşterilere dağıtılmaktadır. Fakat bu dağıtım işinin maliyeti baş döndürücü bir şekilde yükselmektedir. Ölü bir Vietnamlı’nın maliyeti 1967 yılında 360.000 dolardan 1969 yılında 450.000 dolara yükselmiştir. Bir skala üzerindeki ekonominin ırk katliamına yaklaşımı, modern savaşı ekonomik olarak cazip hale getirecektir…”     
                (Okulsuz Toplum. Şule yayınları 34.baskı sayfa 72-73)

İşte o modern savaş sanayicileri, Vietnam’da olduğu gibi yine iş başındalar: Böyle bir ortam yaratınca da, ölüm aracı olan bu akıllı mermileri, füzeleri, tankları ve kimyasalları almak isteyen çokça ve çok istekli piyon müşteri buluyorlar. Hatta bu istekli müşterilerini önce birbirleriyle yarıştırıyor, sonra kendilerine yalvartıyor daha sonra da fahiş fiyatla satış yapıyorlar. Faturası yoksul halka ödetilen, amacı da özgürlüğü, medeniyeti, insaniyeti, yaşamı yok etmek olan silahlar, sorgulama bilmeyen sessiz çoğunlukça; çılgınca alkışlanır, kutsanır ve kabul görürler. 

Ve vicdanlarının sesini duymazdan gelen, çaresizce sırasını bekleyen sindirilmiş sessiz çoğunluğun gözleri önünde (kurdun kuzuyu yemek için uydurduğu bahanelerle), kullanılır. Kime mi? Tek suçları(!) kaynaklarını, özgürlüklerini ve özgünlüklerini korumak isteyenlere karşı. Hem de, bir gece ansızın yapılan saldırılarla, hilelerle tuzaklarla...

Eğer görmek, düşünmek, anlamak istersek bakmalıyız yakın çevremizde olan; Hastanelere, tımarhanelere, hapishanelere, yetimhanelere, viran olmuş hanelere, talan edilmiş madenlere, ormanlara, mezarlıklara, göçlere, yangınlara, işsiz güvencesiz gençlere, Taksim’de-Soma’da-Roboski’de annelere...   

Kimi; bebek-genç-kadın-yaşlı ölerek,/ kimi; evsiz-işsiz-yoksul kalarak,/ kimi; evini-toprağını-yurdunu terk ederek,/ kimi; yaralı-sakat-hasta.../ Gör; Neler yapıldığını, neler…/ Neler yaşandığını, neler…

Bunlar biranda aklımıza gelenler, lütfen siz selamlaştıklarınızla birlikte listeyi çoğaltınız. Sonra da bu toplumsal yaraların her birini, tek tek savaşlarla ilişkilendirin, düşünün, sorgulayın ve çıkarımda bulunun, bu çıkarımlarınızı da başka selamlaştıklarınızla paylaşıp çoğalınız.

Haa, sömürücü azınlığın piyonu olmuş ve öyle olmakta ısrarlı olanlara da, lütfen aşağıdaki ünlemle başlayan soruyu sormayı unutmayınız:

Ey!... Savaş sevicileri, ben savaşın binlerce zararlı sonucundan birkaçını yazdım/saydım. Şimdi de size soruyorum, acaba siz, barışın sadece bir tek zararlı sonucunu söyleyebilir misiniz?


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


2 Kasım 2018 Cuma

Sislerin İçinde


TV’de izleyecek bir film ararken bir rastlantı sonucu, “Sislerin İçinde” filmi ile karşılaştım. Beğeniyle izledim ve çok etkilendim. Kısaca şöyle:

Yıl 1942, İkinci Dünya Savaşı günleri... Sovyetler Birliği'nin batı sınırında bulunan Nazi işgal gücüne ait trene bir sabotaj düzenlenir. Olayın şüphelileri dört partizan demiryolu işçisi... Üçü suçlu bulunarak idam edilir. Fakat birisi suçsuz görüldüğü için serbest bırakılır. Serbest kalan Sushenva adlı işiçi kasabadaki evine eşi ve çocuğunun yanına döner. Fakat çevrede konuşmalar, bakışlar onun yaşama sevinci yitirmesi ve mutsuz olmasına neden olur. Nazilerle işbirliği yaptığı kuşku ve dedikoduları o kadar etkili olmuştur ki, karısı ile yakın çevresi bile onun suçsuzluğuna inanmazlar... Sushenava, bu sosyal ve psikolojik sorunların ezikliği altında iken, "Sovyet partizanları" da onu cezalandırmak isterler. Cezalandırma işini iki kişiye verirler, esas sorumlu da Sushenava'nın çocukluk arkadaşıdır. Sushenava, hak etmediği bir bir cezanın infazı için evine gelen arkadaşına hiç direnmez, onunla birlikte diğer infazcı ile buluşup birlikte ormanın derinliklerine giderler... (Benden bu kadar, isterseniz filmi izleyebilirsiniz

Filmi izlerken hiç uyuklamadım, bir şeyler atıştırıp, çerez de yemedim. Film bittiğinde ise her günkü uyku zamanım çoktan geçmişti. Artık uyumam gerekiyordu. Ama ne mümkün uyuyamıyordum… Yastık başıma destek, tavan ise  alaca karanlık bir ekran olmuştu. Bu şekilde zaman tüneli içinde yolculuk yapmaya başladım.

***

Önce her bireyin; içgüdüsel (id)’i, kendi (ben)’i, kural-ahlak-çatışma-suçluluk dengeleyici olan (üst ben)’in kıskacında diye düşündüm… Sonra da sıraladım peş peşe geldi...:

Eğer bir kişi, inanç, ihtiyaç ve çevresel baskılara direnir, yenik düşmeden başa çıkar ve birlikte yaşamayı öğrenirse ancak o zaman “sağlıklı insan” olarak yaşamını sürdürebilir.

Ortada çaresiz, korkmuş, sinmiş, ezilmiş olan büyük çok büyük bir çoğunluk var… Bir de yüzde birleri bile bulamayan sömürgen, zalim ve egemen küçük azınlık... Bu sömürgen, zalim ve egemen azınlığın çok zengin olduğu kesin, belki de mutludurlar.  Fakat onların içinde sürekli olarak örtük bir kaybetme korkusu vardır, bunun için de onlar; daha ürkek, daha korkaktırlar.

Dünyamız; havasını soluyan, suyunu içen, ekmeğini yiyen, çilesi ve saltanatını yaşayan hemen her canlıya aittir. Ayrıca tüm canlılara nimetlerini bolluk olarak, tepkilerini ise felaket olarak sunan; toprağı, ateşi, suyu, havayı ve bir de doğanın o zalim gücü gücüne yetene yasası’nı unutmamak gerekir.

Kuşkusuz yasalar değişemez, fakat dünya daha eşit ve daha yaşanır kılınabilir.

Bunu sağlamak için sorun olan kaynaklar niçin-neden ile sorgulamalı, yorumlamalı ve esas olarak da nasıl diye çözüm arayışında bulunulmalı:

Bu kolektif döngünün içinde nasıl eşdeğer hak ve özgürlüklere sahip olabiliriz?

Dünyadaki kolektif döngünün öykülerini geçmişten alıp, güne ulaştırmaya tarih demişler. Ancak bu kolektif oluşumlar, her dönemin egemen güçlerince; “zülfü yâre dokunmasın” anlayışı ile "resmi tarih" olarak yazılmış ve kendi kahramanlıkları(!) olarak okutulmuştur insanlara… Yani resmi tarih, sürekli olarak yüzde bire bile ulaşamayan bir azınlığın dedikleri/istedikleri olarak yazmıştır. 

Halkın yazılıp okutulmayan gerçek tarihini ise; söylenceler, öyküler, romanlar, şiirler, türküler, şarkılar, çığlıklar, ıslıklar, yontular, çizgiler taşımış günümüze… 

İnanç sistemleri ise, barış içinde yaşamanın güzelliklerini, erdemlerini kazandırmak yerine, usdışı anlayışla insanlara; önemsizlik, güçsüzlük ve hiçlik duygusu aşılamış. Herkesin değişmez bir yazgı (kader) sahibi olduğu, dünyada “iyiler” ve “lanetliler” olmak üzer iki çeşit insan olduğu, egemen güce buyun eğmenin esas olduğu… Ve ayrıca insanların kavim/ırk olarak da eşit olmadıkları, alt ve üstün ırkların olduğunu işlemiştir.

Bu gibi safsatalar sayesinde yaratılan inançsal korkular ve baskılar insanları  kaderci ve özgüvensiz yapmıştır. Ayrıca insanlar kendilerine dayatılan (empoze) grupçu ve milliyetçi soslar sayesinde; paylaşımcı çıkar savaşlarını haklı görmüş, haksızlığa, acımasızlığa taraf olmuş veya sessiz kalarak destek vermişlerdir. Yani böylece zalim güce ve baskıya boyun eğmişler, böylece dünyanın kanla sulanmasına neden savaşların aracı olmuşlardır. 

İşte böylesi kurgu ve düşüncelerle geçti o uykusuz gece…

Demek ki,“Sislerin İçinde” kalan ve mutsuz olarak sonsuza giden, sadece Sushenya değilmiş!...

***

Yazıyı da şair arkadaşım Selahattin Utkun “BİR SALKIM HÜZÜN” şiirinden alıntıladığım güzel şu dizelerle bitirelim:  

“Güneşin önünde siyah bulutlar
Gözlerinde kocaman bir öfke
Devir namert devridir
İçine kahırlar düşer
Git.”

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

26 Ekim 2018 Cuma

Kardeş Olun Ey İnsanlar!..


Emperyalist, militarist ve faşist güçlerin, 'Birinci Dünya Savaşı' öncesi başlatıp 1940’lı yıllarda zirve yapan, paylaşım, kıyım ve yıkımları; ırkçılığa dayanan düşmanlıklar sayesinde gerçekleşmiş ve dünya halklarına çok zor günler/seneler yaşatmıştı.

Yurdumuzdaki işgalleri engellemek için, ülkemiz halkları 1919'da birlik olup 
'Kurtuluş savaşını' başlatmış, kazanmış ve 1923 yılında Türkiye Cumhuriyetini kurmuştu. Tabii ki, dünyayı etkileyen ırkçı, grupçu anlayışlar bu süreçte boş durmamış, genç cumhuriyetin bünyesinde bulunan; Türk, Kürt, Ermeni, Laz,  Arnavut, Arap, Çerkez, Gürcü, Boşnak, Pomak, Rum, Roman…, gibi değişik ırk, dil, din ve kültürden gelen insanlar arasında düşmanlıklar yaratmış, iç çatışmalara varan eylemler yapmıştı. Ayrıca toplumu kucaklamayan bazı projeler, bazı kişisel-grupsal eylem ve söylemler de bu yıllarda  başlamıştır. 

Örnek olabilecek bir eylem ve bir söylemi yorumsuz olarak anımsatıp, asıl konuya döneceğim:

Bir eylem: 'Türkçeyi tüm dillerin atası olarak kabul eden' Güneş-Dil Teorisi  için 1932-1936 yılları arasında yoğun çalışmalar yapılmış, fakat bu çalışmalar, hem ülkemizde, hem de dünyada kabul görmediği için son bulmuştur.

Bir söylem: Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 18 Eylül 1930 günü Ödemiş’in Gölcük yaylasında:  “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır.” Demiş, fakat sadece dört gün sonra görevinden alınmıştır.

***

Şimdi asıl konumuz olan ve çokça tartışılan “Öğrenci Andı”na gelelim:

Önce çok kısa olarak andın hikâyesi: Andın sözleri, çok çalışkan, çok başarılı ve çok genç yaşında “apandisit” nedeniyle vefat eden Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Reşit Galip’e aittir. Andın okullarda her gün zorunlu olarak okunmasına  10 Mayıs 1933'te başlanmış, daha sonra 1972 ve 1997’deki değişikliklerle devam etmiştir. 8 Ekim 2013 tarihinde ise okullarda okutulmasına son verilmiştir.

Danıştay beş yıl aradan sonra yapılan itirazı haklı görüp, kararı iptal etti. Danıştay'ın verdiği bu karar iktidar ortakları arasında çatışma nedeni oldu ve gündemin ilk sırasına oturdu. Ki bence; bu çatışma göstermelik ve sadece 'herkes kendi seçmenini korusun' anlayışı ile hazırlanmış bir seçim hilesi, yapay bir algı oyunu...   

***

Gerekli hatırlatma ve özetlemeyi yaptım. Şimdi de zorunlu din dersine karşı bir eğitimci olarak 'Öğrenci Andı'na neden karşı olduğumu anlatacağım: 

Dikkat!.. Aşağıdaki açıklama ve görüşlerime karşı çıkacak pek çok okur ve dostum olduğunu biliyorum ve onlara sesleniyorum: "Lütfen, yazının tümünü dikkatle ve önyargısız olarak okuyunuz… “Ama-fakat” diye başlayan hamaset cümlelerine sığınmadan, slogan atma kolaycılığına sapmadan, sadece etik, demokratik ve bilimsel (hukuksal, felsefi, sosyolojik, psikolojik, pedagojik) esaslara uygun eleştirilerde bulunup, katkıda bulununuz. Sizi empati yapmaya çağırıyorum..."

Her gün andın okutulduğu okullarda; ırk, dil, din, inanç ve dünya görüşü farklı olan öğrencilerimiz vardır. Onlardan bir tekinin bile üzülüp, kırılması; demokrasi ayıbıdır, insanlık suçudur. Öğretmenler; nesnel (objektif), demokratik ve laik anlayışla her öğrencinin öğretmenidir, onlar, ayrımcı, ırkçı, asimilasyoncu  olamaz, olmamalı...  Öğretmen öğrencisini; yaşamaya, barışa, dostluğa, hayal etmeye, üretmeye özendirmeli… 

Bizler öğrencilerimizin abartı, kibir ve övünmeden uzak durmasını isteriz. Peki, neden her gün onların övünerek; "Türküm, doğruyum, çalışkanım" demelerini isteriz? Belki onlardan biri Türk değildir, belki biri bazen yalan söylüyor ve çalışkan da değildir... Oysa ant içme; "Tanrıyı veya kutsal bilinen bir kişiyi, bir şeyi tanık göstererek yemin etmektir." Anda uymak, sözünde durmak ise bir erdemdir. 

Peki, şimdi ne olacak ant içen bu çocuğun erdemleri, samimiyeti ve dürüstlüğü?!… 

Eğer erdemler kazandırmak istiyorsak neler yapılabiliriz? Her gün 5-10 dakika sürecek öğrenci merkezli etkinlilerde; yaşamdan, yakın çevreden seçilen örnekler, demokrasi, hak, adalet, barış, paylaşma, yardımlaşma vb. konularda düşündüren, geliştiren sunuşlar yapılabilir, öykülerle, şiirlerle, oyunlarla farkındalık yaratılabilir. Yok, eğer o gün bunlardan hiçbiri yapılmayacaksa, hep birlikte çevre temizliği ve bahçemizde bitki bakımı da yapılabilir.

İnsanlar; sloganlarla, ezberlerle, yeminlerle geliştirilemez. Çünkü asıl eğitim; yaparak, yaşayarak ve içselleştirilerek yapılandır. Ancak böylesi bir eğitim, yol göstererek, erdemli kılarak, yetenek, beceri, kazandırarak insanı geliştir.

Peki, o halde neden en kıymetli olan çocuklarımızın; var olarak, çalışarak, yaparak, başararak kendisine, ailesine, ülkesine, insanlığa faydalı biri olması için yönlendirme çabaları göstermiyoruz da, her gün onların “varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene” diyerek ant içmelerini istiyoruz?!...  

Biliyorsunuz pek çok vatandaşımız yurt dışında yaşıyor. Peki, eğer X ülkesinde onların çocuklarına her gün ant ettirilip, onların varlıklarını kendilerine armağan  etmeleri ve kendi milletlerinden oldukları için de mutlu olmalarını isterlerse...?

Bu ant tartışması sürecinde önemsediğim iki meslek örgütünü kınadım:

Eğitim-İş’i; “Davamız sonuçlandı: Öğrenci andının kaldırılması iptal” diyerek bu haksız davayı açtığı ve alınan karara alkış tuttuğu için… 

Eğitim Sen’i de; “Eğitim Sen olarak, Türkiye’de demokratik bir siyasi atmosfer yaratılmadan çocuk hakları üzerine, eğitimin temel sorunları üzerine demokratik(!) tartışmaların yürütülemeyeceğini, sorunlarımıza sahici çözümler getirilemeyeceğini belirtmek isteriz.” deyip kaderci ve pasifist bir anlayış sergilediği için…

Bana göre her iki meslek örgütümüz de bu sınavda, başarısız oldu. Çünkü onlar, demokrasiye ve mesleki etik kurallara uymadılar.


***
İnsanların sahip olduğu kimlikler sayılmayacak kadar çoktur.  Fakat bu kimliklerin birisi hariç, diğerleri insanları gruplara ayırıyor. İşte o hiç ayrım yapmadan, herkesi kucaklayıp içine alan kimlik insanlıktır. Onun içindir ki, her öğretmen için öncelikli kimlik "insan olmak" olmalıdır. Ancak bu anlayış öğretmeni, ırkçı ve ayrımcı olmaktan kurtarır, ona nesnellik kazandırır…

Bakınız Beethoven 1824 yılında bestelediği 9. Senfonide ne diyor:
Kardeş olun ey insanlar,
Bunu ister tanrımız!
Bu dünyada her şey geçer,
Yalnız sana dost kalır.
İnsanlığa doğruluğa,
Göğsünü aç korkma sakın.
Hür doğmuştur insanoğlu,
Hür yaşamak hakkıdır.

Yüzyıllardır milyarlarca insan bu senfoniyi coşku ile söylüyor. Peki, siz bu senfoniden hiç şikayetçi olan birisini görüp, duydunuz mu? 

Yetsin artık!.. Çocuk, genç ve insanlarımızın kurban olması" anlayışından vazgeçelim... Onlar; var olup yaşadıkça, ürettikçe, hak, hukuk, adalet, demokrasi, barış, laiklik dedikçe, ayrımsız olarak birlikteliğe, sevgiye, saygıya inandıkça ülkemiz ve dünya daha yaşanır, daha güzel olacak. 

“Siz eşit haklara sahipsiniz! Kardeş olun ey insanlar!" deyip, “Dostluğa çağrı” yapmanın ne zararı var?

  

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

19 Ekim 2018 Cuma

"Toplumsal Narsizm"

Birinci Dünya Savaşı öncesi başlayıp, İkinci Dünya Savaşı ile doruk noktaya ulaşan insanlık düşmanı; köleci, kapitalist-emperyalist ve faşist odaklar sömürü için günümüzde de işbaşında.

Bunlar çıkarları için, dünyanın her ülkesindeki işbirlikçilerini piyon gibi kullanarak; halklar arasında ırk-dil-inanç kavgaları çıkarıyor, psikolojik, yıkıcı, kanlı şiddet uygulayarak karşı tarafa öfke-kin-nefret tohumları ekip, düşmanlıklar yaratıyor... 

Böylece bu haksız savaşta; hamaset dolu faşist söylem ve eylemlerle, “vatan-millet-inanç” değerlerini kullanarak halkı düşman kamplara bölüyor…

Böylece insanlar; ürkek, yılgın, sindirilmiş, korkak, özgüvensiz, uydu ve kaderci oluyor…

Böylece her birey; kendi vicdanın sesine duyarsız, adalet duyguları körelmiş, sadece “ben” diyerek, “diğer-öteki” kabul edilenleri “düşman” görüyor…  

Böylece; kimileri güvende olmadıkları için trajik şekilde göçmen (kurtulursa yaşayabilmek için) olup  yurdundan kaçıyor, "olan-bitene" karşı duran, yazan, çizen, özgürlük isteyen kimileri, tıka-basa zindanlarda, kimileri de köleleştirilmiş emekçi ve işçi…

Böylece oluşturulan korku ikliminde; insan hakları ve geçim kaynaklarının heba edilmesi daha da kolaylaşıyor ve savaş ekonomisinin öncelikli kılınması, cılız itirazlı olarak kabul görüyor...

Böylece tüm insani değerler, onları korumak isteyenlerle birlikte yok edilip çürütüyor…

Aslında yıllar öncesinde, ‘Birleşmiş Milletler’‘Lahey Sözleşmeleri’, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ vb. uluslararası kuruluşlar; savaş yaralarını sarmak, despotluğa dur demek, barışı sağlamak, hak ve adaleti korumak için oluşmuştu. Fakat ne yazık ki, amaçları güzel bu kuruluşlar, artık haklıların, mazlumların değil de, zalimlerin, güçlülerin yanında...     

İşte tüm bunlar ‘toplumsal narsizm’in sonuçlarıdır. Bunun içindir ki; "dünyanın en önemli ve güncel sorunu toplumsal narsizmdir", diyebiliriz. 


***

Dünyanın en önemli ve güncel sorunu toplumsal narsizmdir. Dedik ya, o halde; Narsizm için yapılan: “Kendine âşık olmaktır” tanımı ile de yetinmeyelim ve  bu konunun uzmanı bir kişiye başvuralım. Kuşkusuz bu kişi, Erich Fromm (1900 - 1980), kaynağımız ise onun en son eseri olan: Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları’dır (Çeviren Aydın Arıtan/Artan Yayınevi-1997).  

Fromm, bu eserinde “ustası” Freud’u, buluşları için saygı ile övüp alkışlar,  bazı konularda ise acımasızca eleştirmiş ve günümüze ışık tutmuştur. İşte, bu kitabın “Narsizm” bölümden, konumuzun önemi için belki kısa, fakat bu yazının sınırları için biraz uzun sayılabilecek bazı alıntılar: 

“Çeşitli karakter biçimleri arasında en zor tanınanı narsizmdir… Narsizm çoğunlukla egoizm (bencillik) ile karıştırılır… Egoizm, temel olarak açgözlülüktür. Egoist insan her şeyi kendisi için ister, kimseyle paylaşmak niyetinde değildir.” Hatırlatmasında bulunur. (Çünkü narsist insanlar gelecekteki çıkarlarını düşünerek, başkalarına yardım eder ve fedakârlıkta bulunabilirler…)

Fromm, narsizmi, Bireysel ve Toplumsal olmak üzere iki bölümde inceler.

1. Bireysel narsizm:
“ Narsist bir insan için, … Kendi kötü özellikleri bile, kendi özellikleri olduğu için güzeldirler. Onunla ilgili olan her şey renkli ve gerçektir. Onun dışında olanlar ve diğer insanlar ise cansız, tiksindirici ve anlamsızdırlar. … Böylesi insanlar başkalarına yardım edebilmek için zaman ve enerji harcarlar, hatta bu uğurda birçok şeylerini bile feda edebilirler. … Narsizm değişik maskeler altında belirebilir. Dinsel azizlik, görev bilinci, iyilik, sevgi, gurur ve alçakgönüllülük bunların en belli başlılarıdır. … Narsist bir insan başkalarını kendisine hayran bırakmayı becerdiği zaman, mutludur. Ama bunu başaramamışsa, yani narsizmi yaralanmışsa, havası alınmış bir balon gibi söner ve kendi içine kapanır. Ya da vahşileşir, önü alınamaz bir kızgınlıkla dolar. …” 
  
2. Toplumsal narsizm: (ulusal-politik-dinsel-grupsal narsizm) 

Politikacı; “Eğer kendisini ulusuyla özdeşleştirebilir ve kendi kişisel narsizmini ulusuna yansıtmayı becerirse birdenbire önem kazanır. … ’Benim halkım en güçlü, en kültürlü, en yetenekli, en barışsever halktır’ diyen birine kimse deli diye bakmaz, tam tersine onu milliyetçi bir vatandaş olarak değerlendirir. …Aynı şey, dinsel narsizm için de geçerlidir. Milyonlarca din taraftarı kendi dinlerinin gerçeğe götüren tek yol olduğunu ve gerçeğin tekeline sahip olduklarını söylediklerinde herkes bunu normal karşılar. Grup narsizminin diğer özelliklerine de bilimsel ve politik gruplaşmalarda rastlayabiliriz. Böyle bir durumda bireyler, kendi narsizmlerini bir gruba ait olup, onunla özdeşleştirerek tatmin etmektedirler. … Dünyanın en olağanüstü grubunun bir üyesi… Gruba getirilen herhangi bir eleştirinin nasıl bir kızgınlıkla karşılandığını görmek o grubun narsist karakterini doğrular. … Bu nedenle ulusal, politik ve dinsel grupların narsist karakteri her türlü fanatizmin kaynağıdır.(a.b.ç) …Soğuk ya da sıcak savaş sırasında narsizm daha tehlikeli biçime bürünür. Bireyler kendi halklarının eksiksiz, kültürlü ve barışsever, düşmanlarını ise hain, kötü, saldırgan ve zalim olarak görmeye başlarlar. … Bu gözlem ve değerlendirmelerin doğru olan yanları çoktur. Ama eksiklikleri vardır. Buradaki yanılgı ve tehlikeli davranış, kendi ulusunun kötü, karşı ulusların ise iyi yanlarını görmezlikten gelişte yatar.”


Ve kitabın narsizm bölümü şu soru cümlesi ile bitiyor:
“İnsanlık gölde kendi güzelliğini seyrederken boğulan Narcissus gibi bu aynaya bakarak boğulacak mıdır acaba?”  



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız



12 Ekim 2018 Cuma

Stefan Zweig ile tanıştım!


Stefan Zweig, ‘Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat’ adlı öyküsünde diyor ki: “Gençlik zamanlarımda yazılı belgelere önem vermemiş olmanın pişmanlığını şimdi fazlasıyla yaşıyorum.”

Benim de çokça yaşadığım bir durum bu... Aslında belli bir yaşa gelince hemen herkes bu pişmanlığı yaşar. Belki siz de bu satırları okuyunca; “keşke” ile başlayan cümleler kurar ve S. Zweig'in duyduğu pişmanlığı duymaya başlarsınız. 

Çünkü belgeler; olayların kanıtları ve tanıklarıdır. Geçmişi, geleceğe taşır,  unutulmaz kılar, ayrıca geleceğe ışık tutarak, gelişmelere ve değişmelere basamak olur, kolaylık sağlarlar.

Peki, acaba bu yaygın pişmanlığı azaltacak bir çözüm yok mu? 

-Olmaz olur mu, tabii ki var. Hem de çok da kolay: 

Eğer çocuk ve gençler erken yaşta, önemli olaylar ile ilgili belgeler toplamak,  yaşanmışlıklara dair duygu, düşünce ve yorumlarıyla “günlük” tutmak için özendirilir, yönlendirilir, eğitilirlerse, bu zamanla çokça kişide istenen kalıcı alışkanlık ve becerilerin oluşumunu sağlar. 

O halde "Öğretmen dokunur her şey değişir" gerçeğinden hareketle diyebiliriz ki, eğer öğretmen(ler) isterse; özgün ve özgürce düşünen, soran, sorgulayan, yorumlayan, dilini iyi kullanan yaratıcı insanlarımız çoğalır. Ve “keşke” ile başlayan pişmanlık cümleleri kuranlar da azalır. 

***

Altı yıllık yatılı öğretmen okulu öğrenciliği, beş yıllık köy öğretmenliği, sonra yeniden öğrenciliğe dönüş yaptığım yüksek okul yıllarında kitap okuma benim yaşamımda zorunlu bir ihtiyaç gibi çok önemli bir yer tutardı. 

Sonraki yıllarda ise, çalışma hayatı, aile ve çocuk sorumlulukları üstüne bir de; ekonomik sorunlar, toplumsal olaylar, kentlerin karmaşası, yollarda geçen zaman eklenmesiyle oluşan "yorgunluk-yılgınlık" yaşamımızın doğal akışını bozuyordu. Bu durum okumaya ayrılacak zamanın biraz kısıtlaması ile sonuçlamıştı (kim bilir belki de, tembellik için bu nedenleri sıralamışım). 

Geçirdiğim iki ortopedik ameliyat beni uzun süre zorunlu olarak evde tutunca, yeniden gençlik yıllarımdaki gibi yoğun, fakat daha eleştirel ve sorgulayıcı olarak kitap okumaya başlamıştım. Tabii ki şimdi de emekliyim...

Daha önce Stefan Zweig hakkında pek çok övgü okusam, duysam bile, şimdiye kadar hiç bir kitabını okumamıştım. 

İşte bu yıl Temmuz ayında Stefan Zweig ile tanıştım! 

Önce onun tek romanı sayılan Sabırsız Yürek'i, peşi sıra bir deneme olan İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar'ı okudum. Bu akıcı, duru ve anlaşılır bir çevirileri: Burcu Yalçınkaya (Zeplin Kitap) yapmış.

Zweig, eserlerinde; tarihsel dokuyu ve yaşamı çevreleyen hemen her şeyi görmeye çalışarak, bunları betimlemelerle dantel gibi işlerken, kahramanlarının eylem, söylem, tutku, öfke ve tüm insani duruşlarını damıtarak, şiir akıcılığında veya şiir tadında sunar okuyucusuna. Okurken, kendime ve çevreme içbükey ayna tutarak baktım, düşündüm, tartıştım ve sorguladım... Sonra da, bana haz veren, ufuk açan bu muhteşem yazara saygı duydum, onun tutkunu oldum. Hem de bu muhteşem eserleri neden şimdiye kadar okumadım diye üzüldüm, kendimi kınadım... Ve hemen Zweig'in 5 (beş) öykü kitabı için siparişte bulundum.  

Okumuş olduğum bu iki kitabın sağladığı haz ve iştahla hemen bir ay önce alıp hazırda beklettiğim Tolga Gümüşay'dan 2, Ercan Kesal'dan 2, Ahmet Altan, Jack London ve Erich Fromm'dan birer (roman, öykü ve deneme) olan, 7 (yedi) esere yöneldim. Onları da büyük bir beğeni ile okudum. Fakat yeniden özledim Stefan Zweig’i...


Zaten o yedi eseri okurken sipariş ettiğim kitaplar da gelmişti. Aslında Zweig’in bu beş öykü kitabının her biri bir roman da sayılabilir. Burcu Uzunoğlu’nun akıcı duru ve anlaşılır olarak çevirdiği bu kitaplar Panama Yayınları'ından. Bunlar okunuş sırasına göre; Satranç, /Korku, /Olağan Üstü Bir Gece, /Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, /Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat öyküleridir.

Aslında hızlı okuma becerim olmadığı halde, bu kitapları 5-6 gün gibi kısa bir sürede "su gibi" okudum. Çok bilgilendim, duygulandım, mutlu oldum ve sizlerle de paylaşmak istedim.

***

Okuduğum bu roman, deneme ve öyküleri özetlemek, anlatmak isteklisi değilim (herkes kendi tarzıyla okusun, düşünsün, yorumlasın, çıkarımda bulunsun isterim). Fakat size öykülerden alıntıladığım birkaç özlü sözü aktarmak isterim. Eğer siz de benim gibi geç kalmış ve henüz Stefan Zweig ile tanışmamış iseniz, hemen bu çok büyük insanlık değerinin eserlerini okuyun, onunla tanışın, inanın ki hiç pişman olmayacaksınız. 

İşte alıntılar ve kaynakları: 
  •  “Şöhreti bu kadar hızla yakalamak çocuğun bomboş başını nasıl döndürmesin ki... 
  • Avcıların dağ horozunu çağırmak için onun sesini taklit etmesi.
  • Satrançta da, aşkta olduğu gibi, bir eşe ihtiyaç vardır...
  • Her karşıt fikir sanki kendisine yapılmış düşmanca davranış, hatta kendisini aşağılayan bir tavırmış gibi görerek alınganlık gösteriyordu" (Satranç)
  • “İçeri akan gözyaşları dışarı akandan daha çok acı verir…
  •  Sanıklar en çok, sır saklamaktan ötürü, suçlarının açığa çıkacağı endişesiyle acı çekerler...
  • Bazen hâkimler sanıktan daha çok acı çekerler...
  • Utanç da bir tür korkudur, fakat daha iyi bir korku" (Korku)
  • “Bir kez kendini bulmuş insanın bu dünyada kaybedecek hiçbir şeyi yoktur. 
  • Ve kendi içindeki insaniyeti bir kez anlamış olan, bütün insanları da anlar." Olağan Üstü Bir Gece)
  • “Yarım gerçek faydasızdır, sadece gerçeğin tamamı anlatmaya değerdir.
  •  Minnet duygusu tatlıdır, zira nadir bulunur, sunduğu kişiye kendini iyi hissettirir."(Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat)

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

21 Eylül 2018 Cuma

‘500 T’ Otobüsünün Yolcuları

Gün, ağır ağır otobüs durağına doğru yürüyen adam için çok yoğun ve yorucu geçmişti. Muayene, röntgen, kontrol derken hastaneden henüz çıkmış, eve dönüyordu.

Hastaneden gelen adam, "çın" diye öten uyarı sesiyle telefonuna mesaj geldiğini anlayınca, durdu ve gözlüğünü takıp okudu; “2 adet faturanız tutarı olan 84,30 TL için bakiyeniz yetersizdir…” diyordu banka. Hemen yakında bulunan bankamatiğe gitti ve eksik olan 50 Lirayı hesaba yatırdı.

Birden doktorunu anımsadı, o, iç avluya bakan gün ışığından yoksun, küçük loş odasında yapay ışıklandırma altında çalışıyordu. Her gün trafiğe kalmamak için erken yollara çıkıp, kim bilir kaç kişiyi muayene etmiş, kaç kişinin "bir şey soracaktım"larına cevap vermiş ve bilmem kaç kişinin tahlil ve röntgen sonuçlarına değerlendirip öneride bulunmuştu. Kontrol sırası tabelada yanıp sönünce içeri girdi, ekrandaki bilgilere bakan doktor, sabahki kadar dinç değildi, oldukça yorgun görünüyordu. Bu durumunu hastaya yansıtmadan, sabah anlatılanları hatırladı, belde tutulma ve krampa neden olan ağrı için; “Belinizde hafif kayma ve bazı omurlar arasında daralma var, fakat henüz ameliyatlık bir durumunuz yok, fizik tedavinin faydasını görürsünüz.” Demiş ve 15 gün sürecek bir “ayakta tedavi” vermişti. Aslında Bayram tatilinde, bu bel ağrısı onu iki-üç gün yatağa bağlamıştı. Fakat şimdi, sadece ara sıra kıvrandırıp, hafif ter döktürüyor, yani yürümesini engellemediği için de daha katlanılır olmuştu.

Hastaneden gelen adam, yürürken, dün okuyup bitirdiği Oscar WILDE (1854-1900)’ye ait “Mutlu Prens” ve “Genç Kral” öykülerini anımsadı: Kendilerine güç, kuvvet, servet ve hayat veren halkın, neler yaşadıklarını görüp, anlayan ‘Mutlu Prens’ ile ‘Genç Kral’ın nasıl organlarını, varlıklarını ve güçlerini halka adadıkların hatırlayarak içinden alkışladı... Hemen sonrasında da, halkı köle gören, sömüren, eziyet ederek, çıkar savaşlarında yok eden; faşistleri, diktatörleri, zalimleri düşündü ve lanetledi...  İşte bu masalımsı fakat buram buram yaşanmışlık dolu öykülerden çok etkilemişti. 

Bunun için de, hem dünü, hem günü, hem de uzak-yakın çevrede olup bitenleri düşünüp, sorguladı kendince: “Doktorluk çok zor bir meslek be, doktora gelen herkesin bir derdi, bir ağrısı, bir hikâyesi var, herkes önce “ben” diyor ve herkes kendince haklı… // Ne günler geçiriyoruz; kavuran güneş, yağmur, dolu, sel, sağanak, kasırga… // Bu saatler iş dönüşü, okul çıkışı olduğu için toplu taşıma araçlarına binmeyeceksin... Taşıtlar kalabalık, herkes yorgun ve trafik sıkışık, bunun için de, her zaman 10 dakikada vardığın yere ancak bir saate varırsın... // Okullar açıldı, masraflar vatandaşın belini büküyor…// Ekonomik kriz yokmuş! (Herhalde herkesin kriz geçirmesini bekliyor)... // Emekli ve çalışanlara damlalıkla verilenler, hortumla, kepçe ile geri alınıyor... // Patronlar, kuyruk olmuş işsiz milyonları gösterip, köle gibi  çalıştırıyor işçileri, emekçileri... //İflas eden esnaflar… // Paramızla ithal ettiğimiz “şarbon”… // Ne olacak döviz ile borçlananların durumu… // Katar dünyada sadece 10 tane olan bilmem kaç milyar liralık lüks uçağı, Türkiye’ye “hibe” etmiş!… (Vay be!... Soralım bakalım, kimlere “hibe” yapılırmış!…)  // Yemen’de milyonlarca çocuk açlıktan ölüyor!… //  Suriye’de yaşayanlar ve göç edip gidenler can derdinde iken, oraya üşüşmüş olanlar ganimet peşinde… // Peki, duydunuz mu,  “Üçüncü Hava Alanı” inşaat işçilerinin direniş nedenlerini?...: Bitler ve tahtakuruları temizlensin. Tuvalet, yatakhane, yemekhaneler temizlensin, yemekler düzelsin. 6 aydır ödenmeyen ücretler tam ödensin. İş cinayetleri önlensin…  Bunlar gibi tümü insanca yaşamak, insanca çalışmak için 15 haklı istek… Oysa, birileri bunları, halkı kin ve düşmanlığa sevk ediyor!... olarak göstermeye çalışıyor. Hatta Akit gazetesi yazarı olan bir hadsiz de; Bu işte bir tezeklik arayacaksın! Şayet bu itler, bitlendik falan diyorsa da üzerlerine biber gazı sıkıp, içlerindeki şeytanı çıkartacaksın!” diyebiliyor. (Türkçe sözlük böylelerini; dalkavuk, yağcı,  yalaka, yağdanlık, yalpak, yaltak, yaltakçı, kemik yalayıcı, çanak yalayıcı… diye tanımlıyor, artık siz buna, hangisini uygun görürseniz o olsun.)

***

İstanbul’da en uzak yola giden otobüs, 500 T (Tuzla- Cevizlibağ) 'dir.  Hastaneden gelen adam, Kozyatağı-Metro durağında “500 T”ye binip bir sonraki durak (İstanbul’da belki de iki durak arası en uzun olan) Kavacık’ta inecekti.

“Boğaz” geçişi yapacak otobüslere ayrılan durağa vardı. Tam durağın önünde, orada bulunmaması gereken bir Gebze-Harem minibüsü rahatsız edecek şekilde peş peşe korna çalıp yolcu bekliyordu. “500 T geliyor!..” sesi duyulunca, yolcular birden panik içinde minibüsün önüne geçerek koşturmaya başladı. Otobüs de,  minibüsü ve koşuşturanları sıkıştırıp, adeta sıyırırcasına geçti, ancak durağın biraz ötesinde durabildi. Bu koşuşturma sırasında genç bir kız, hastaneden gelen adama hızla çarpınca, durdu defalarca özür diledi, adam canı yansa da, zorunlu bir gülücükle genç kızı başıyla selamladı… Zar, zor otobüse bindi ve “pardon” diye diye orta kapının önündeki direğe yüzü dışarıya dönük olarak tutunabildi. Tam sağındaki ikili koltukta iki delikanlı oturuyordu, biri hemen “amca buyur” diyerek ayağa kalktı. Hastaneden gelen adam, teşekkür edip bir durak sonra ineceğini söylediyse de, delikanlı ısrar etmesi üzerine oturdu. 15-16 yaşlarında gibi görünen, yaz güneşinden kavrulmuş yüzleri, nasırlı elleri, eskimiş gömlek ve pantolonları olan iki delikanlı… Yanına oturduğu delikanlının kirli-yağlı hafif kıvırcık kahverengi saçları ve içe kaçmış küçücük boncuk gözleri vardı. Sadece gözlerinin altındaki kavis çizen halkalar bile onun ne kadar yorgun olduğunu gösteriyordu. Durmadan sağ dizini ve bacağını okşayıp hareket ettirmesi ve bir sefer de ayağa kalkıp tekrar oturması üzerine hastaneden gelen adam; “Bir rahatsızlığın var delikanlı?" Diye sorunca ikisi birden “evet” dedi. Ve bir çırpıda her şeyi anlattı "rahatsız delikanlı": 19 yaşında ve Tuzla tersanesinde iskele kuran işçilerden imişler, dün 2-3 metre yüksekten bir “iskele kalası” dizine çarparak yere düşmüş, doktor çok ezilme var fakat kırık-çıkık yok demiş, parası kesilecek diye o da, rapor almamış... Cumartesi günü için izin almışlar, böylece iki gün Edirnekapı'da oturan Bitlisli akrabalarında kalacaklarmış. Gülerek; “Ama patronumuz, kalasın düşmesine sebep olan ustanın işine son verdi.” dedi.

Trafik çok sıkışıktı dakikalardır dur-kalk yaparak bir-iki dakikalık yer olan S. Gökçen havaalanı sapağına ancak 10 dakikada ulaşabilmişlerdi. Hastaneden gelen adam, kendisine yer veren delikanlının sürekli olarak ayaklarını dinlendirmek için sıra ile  kaldırıp indirdiğini görünce, üzüntü ile; “Bak delikanlı yol tıkalı, sen de çok yorgunsun gel yerine otur!” deyip aniden ayağa kalktı, delikanlı hiç itiraz etmedi, fakat mahcup bir şekilde yerine oturdu.     

Belki 30-40 dakika daha dur-kalk yaparak nihayet Kavacık’a vardılar. Hastaneden gelen adam açılan kapıdan inmeye çalışırken, hüzünlü nemli gözleriyle, onlara bakıp vedalaştı, ikisi bir ağızdan coşku ile “iyi geceler amca” deyiverdiler.

Hastaneden gelen adam, evine gitmek için yavaş, yavaş bir başka otobüs durağına doğru yürürken kendisine; “Dur bakalım bu gece rahat uyuyabilecek misin?” diye sordu ve hemen cevapladı “Ama uykum kaçarsa, kaçsın, ben de balkona çıkarım. Eğer hava bulutsuz ise, Eylül gecelerinde mehtabın hafif dalgalı "boğaz"la dans etmesini izlemek doyumsuz bir haz verir." ...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız