Hastaneden gelen adam, "çın" diye öten uyarı sesiyle telefonuna mesaj geldiğini anlayınca, durdu ve gözlüğünü takıp okudu; “2 adet faturanız tutarı olan 84,30 TL için
bakiyeniz yetersizdir…” diyordu banka. Hemen yakında bulunan bankamatiğe gitti
ve eksik olan 50 Lirayı hesaba yatırdı.
Birden doktorunu anımsadı, o, iç avluya bakan gün ışığından yoksun, küçük loş odasında yapay ışıklandırma altında çalışıyordu. Her gün trafiğe kalmamak için erken yollara çıkıp, kim bilir kaç kişiyi muayene etmiş, kaç kişinin "bir şey soracaktım"larına cevap vermiş ve bilmem kaç kişinin tahlil ve röntgen sonuçlarına değerlendirip öneride bulunmuştu. Kontrol sırası tabelada yanıp sönünce içeri girdi, ekrandaki bilgilere bakan doktor, sabahki kadar dinç değildi, oldukça yorgun görünüyordu. Bu durumunu hastaya yansıtmadan, sabah anlatılanları hatırladı, belde tutulma ve krampa neden olan ağrı için; “Belinizde hafif kayma ve bazı
omurlar arasında daralma var, fakat henüz ameliyatlık bir durumunuz yok, fizik
tedavinin faydasını görürsünüz.” Demiş ve 15 gün sürecek bir “ayakta tedavi”
vermişti. Aslında Bayram tatilinde, bu bel ağrısı onu iki-üç gün yatağa
bağlamıştı. Fakat şimdi, sadece ara sıra kıvrandırıp, hafif ter döktürüyor, yani yürümesini
engellemediği için de daha katlanılır olmuştu.
Hastaneden gelen adam, yürürken, dün okuyup bitirdiği Oscar WILDE (1854-1900)’ye ait “Mutlu Prens” ve “Genç
Kral” öykülerini anımsadı: Kendilerine güç, kuvvet,
servet ve hayat veren halkın, neler yaşadıklarını görüp, anlayan ‘Mutlu
Prens’ ile ‘Genç Kral’ın nasıl organlarını, varlıklarını ve
güçlerini halka adadıkların hatırlayarak içinden alkışladı... Hemen sonrasında da, halkı köle gören, sömüren, eziyet
ederek, çıkar savaşlarında yok eden; faşistleri, diktatörleri, zalimleri
düşündü ve lanetledi... İşte bu masalımsı fakat buram buram yaşanmışlık dolu öykülerden çok etkilemişti.
Bunun için de, hem dünü, hem günü, hem de uzak-yakın çevrede olup bitenleri
düşünüp, sorguladı kendince: “Doktorluk çok zor bir meslek be, doktora gelen
herkesin bir derdi, bir ağrısı, bir hikâyesi var, herkes önce “ben” diyor ve
herkes kendince haklı… // Ne günler geçiriyoruz; kavuran güneş, yağmur, dolu,
sel, sağanak, kasırga… // Bu saatler iş dönüşü, okul çıkışı olduğu için toplu
taşıma araçlarına binmeyeceksin... Taşıtlar kalabalık, herkes yorgun ve trafik
sıkışık, bunun için de, her zaman 10 dakikada vardığın yere ancak bir saate
varırsın... // Okullar açıldı, masraflar vatandaşın belini büküyor…// Ekonomik
kriz yokmuş! (Herhalde herkesin kriz geçirmesini bekliyor)... // Emekli ve çalışanlara damlalıkla verilenler, hortumla, kepçe ile
geri alınıyor... // Patronlar, kuyruk olmuş işsiz milyonları gösterip, köle gibi çalıştırıyor işçileri, emekçileri... //İflas
eden esnaflar… // Paramızla ithal ettiğimiz “şarbon”… // Ne olacak döviz ile
borçlananların durumu… // Katar dünyada sadece 10 tane olan bilmem kaç milyar
liralık lüks uçağı, Türkiye’ye “hibe” etmiş!… (Vay be!... Soralım bakalım, kimlere
“hibe” yapılırmış!…) // Yemen’de
milyonlarca çocuk açlıktan ölüyor!… // Suriye’de yaşayanlar ve göç edip gidenler can
derdinde iken, oraya üşüşmüş olanlar ganimet peşinde… // Peki, duydunuz mu, “Üçüncü Hava Alanı” inşaat işçilerinin
direniş nedenlerini?...: Bitler ve tahtakuruları temizlensin. Tuvalet,
yatakhane, yemekhaneler temizlensin, yemekler düzelsin. 6 aydır ödenmeyen
ücretler tam ödensin. İş cinayetleri önlensin… Bunlar gibi tümü insanca
yaşamak, insanca çalışmak için 15 haklı istek… Oysa, birileri bunları, halkı
kin ve düşmanlığa sevk ediyor!... olarak göstermeye çalışıyor. Hatta Akit
gazetesi yazarı olan bir hadsiz de; Bu işte bir tezeklik arayacaksın! Şayet bu
itler, bitlendik falan diyorsa da üzerlerine biber gazı sıkıp, içlerindeki
şeytanı çıkartacaksın!” diyebiliyor. (Türkçe sözlük böylelerini; dalkavuk, yağcı, yalaka, yağdanlık, yalpak, yaltak, yaltakçı,
kemik yalayıcı, çanak yalayıcı… diye tanımlıyor, artık siz buna, hangisini
uygun görürseniz o olsun.)
***
İstanbul’da en uzak yola giden otobüs, 500 T (Tuzla- Cevizlibağ) 'dir. Hastaneden gelen adam, Kozyatağı-Metro
durağında “500 T”ye binip bir sonraki durak (İstanbul’da belki de iki durak arası en uzun olan) Kavacık’ta inecekti.
“Boğaz” geçişi
yapacak otobüslere ayrılan durağa vardı. Tam durağın önünde, orada bulunmaması
gereken bir Gebze-Harem minibüsü rahatsız edecek şekilde peş peşe korna çalıp
yolcu bekliyordu. “500 T geliyor!..” sesi duyulunca, yolcular birden panik içinde
minibüsün önüne geçerek koşturmaya başladı. Otobüs de, minibüsü ve koşuşturanları sıkıştırıp,
adeta sıyırırcasına geçti, ancak durağın biraz ötesinde durabildi. Bu koşuşturma
sırasında genç bir kız, hastaneden gelen adama hızla çarpınca, durdu defalarca
özür diledi, adam canı yansa da, zorunlu bir gülücükle genç kızı başıyla selamladı…
Zar, zor otobüse bindi ve “pardon” diye diye orta kapının önündeki direğe yüzü
dışarıya dönük olarak tutunabildi. Tam sağındaki ikili
koltukta iki delikanlı oturuyordu, biri hemen “amca buyur” diyerek ayağa
kalktı. Hastaneden gelen adam, teşekkür edip bir durak sonra ineceğini söylediyse
de, delikanlı ısrar etmesi üzerine oturdu. 15-16 yaşlarında gibi görünen, yaz güneşinden
kavrulmuş yüzleri, nasırlı elleri, eskimiş gömlek ve pantolonları olan iki delikanlı… Yanına
oturduğu delikanlının kirli-yağlı hafif kıvırcık kahverengi saçları ve içe kaçmış küçücük boncuk gözleri vardı. Sadece gözlerinin altındaki kavis çizen halkalar bile onun ne kadar yorgun olduğunu gösteriyordu. Durmadan sağ dizini ve bacağını okşayıp hareket ettirmesi ve bir sefer de ayağa kalkıp tekrar oturması üzerine hastaneden
gelen adam; “Bir rahatsızlığın var delikanlı?" Diye sorunca ikisi birden “evet”
dedi. Ve bir çırpıda her şeyi anlattı "rahatsız delikanlı": 19 yaşında ve Tuzla
tersanesinde iskele kuran işçilerden imişler, dün 2-3 metre yüksekten bir “iskele
kalası” dizine çarparak yere düşmüş, doktor çok ezilme var fakat kırık-çıkık
yok demiş, parası kesilecek diye o da, rapor almamış... Cumartesi günü için izin
almışlar, böylece iki gün Edirnekapı'da oturan Bitlisli akrabalarında kalacaklarmış.
Gülerek; “Ama patronumuz, kalasın
düşmesine sebep olan ustanın işine son verdi.” dedi.
Trafik çok sıkışıktı dakikalardır dur-kalk yaparak bir-iki dakikalık yer olan S. Gökçen havaalanı sapağına ancak 10 dakikada ulaşabilmişlerdi. Hastaneden gelen adam, kendisine yer veren delikanlının sürekli olarak ayaklarını
dinlendirmek için sıra ile kaldırıp indirdiğini görünce, üzüntü ile; “Bak delikanlı yol tıkalı, sen
de çok yorgunsun gel yerine otur!” deyip aniden ayağa kalktı, delikanlı hiç itiraz
etmedi, fakat mahcup bir şekilde yerine oturdu.
Belki 30-40 dakika daha dur-kalk yaparak nihayet Kavacık’a
vardılar. Hastaneden gelen adam açılan kapıdan inmeye çalışırken, hüzünlü nemli gözleriyle, onlara bakıp vedalaştı, ikisi bir ağızdan coşku ile “iyi geceler amca” deyiverdiler.
Hastaneden gelen adam, evine gitmek için yavaş, yavaş bir başka otobüs durağına
doğru yürürken kendisine; “Dur
bakalım bu gece rahat uyuyabilecek misin?” diye sordu ve hemen cevapladı “Ama uykum kaçarsa, kaçsın, ben de balkona çıkarım. Eğer hava bulutsuz ise, Eylül gecelerinde mehtabın hafif dalgalı "boğaz"la dans etmesini izlemek doyumsuz bir haz verir." ...