Vicdan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Vicdan etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Nisan 2021 Cuma

‘Başarısızlık Günü’


Bazı dostlar, "Neden soru sorma ve sorgulamayı çok önemsiyorsun?" -diye sorguluyor beni. Ben de onlara; 'Sorgulanmayan hayat yaşamaya değmez!' sözünü anımsatıp:  

"Sormak ve sorgulamak yaşamın birer itki gücüdür, onlarla ilişki kurar, onlarla özgürleşir, onlarla; kendine ayna tutar, yanlışının farkına varır ve yol alır insan. Eğer soran, sorgulayan olmazsa o zaman dokunulmaz kıldığımız kendi doğru-kalıp-önyargılarımızdan kurtulamayız ki!. İşte bunun için yaşamda soru ve sorgulamaları sürekli kılmalıyız." -derim.

Tabii ki, bu cevabı yeterli gören de oluyor, görmeyen de... 

Eski adı 'pedagoji' şimdi ise 'eğitimbilim' olan bölümde okurken: 'Karşılaştırmalı Eğitim' dersi en sevdiğim derslerden biriydi. Bu derste eğitime dair sorunlara; yerli ve milli ölçeklerle değil, dünyadaki değişik tez ve uygulamalar incelenip, karşılaştırılarak daha objektif çözümler bulunurdu. 

Böylesi bir bakış ve anlayışın, ülkemizin tüm yaşamsal sorunlarının çözümü için gerekli olduğuna inanıyorum. Ne yazık ki, yirmi yıldan beri ülkemizde sorusu ve sorgulaması olmayan; din-cami merkezli bir sistem kurulmaya çalışılıyor. Bu nedenle ülkemiz hızla, bilimsellikten uzak bir geleceğe doğru yol alıyor. Bu gidiş, geleceğimiz için hem üzüntü hem de tehlike kaynağı.

Soran-sorgulayan-karşılaştıran anlayışla, güncel iki konuya değinmek istiyorum. Her iki örnek konu da İskandinavya'dan. 

Niçin İskandinavya?
     
İskandinavya, Kuzey Avrupa'daki ülkelerin oluşturduğu bir coğrafyadır. Burada, dünyanın en mutlu, özgür, demokratik ve barışçı ülkeleri: İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya... bulunur. Ülkeler bu özellikleri, her yıl yapılan uluslararası araştırma ve sayısal karşılaştırma sonucu kazanarak gündemde yer almışlardır. (Bu konuyu ben de Nasıl Bir Yönetim? başlıklı yazımda anlatmıştım.) 

*

Bugün de Finlandiya ile Norveç'te yaşanan iki olayı anımsatmak istiyorum: 

  • Birincisi Norveç'te yaşandı ve çok güncel bir olay: 
Norveç Başbakanı Erna Solberg, doğum gününde, ailesinden 13 kişiyle birlikte bir restorana gider. Orada, hükümetin koronavirüsten korunmak için almış olduğu: "Toplantılarda 10 kişiden fazla kişi bulunmaz" kararına uymamıştır. Polis teşkilatı harekete geçmiş ve Norveç Başbakanı Solberg hakkında; "Doğum günü kutlaması sırasında kurallarına uymadığı" için inceleme başlatıp, 2.352 dolar (20 bin kron) da para cezası kesmiştir.

Emniyet Müdürü de: "Bu tür durumların birçoğunda normalde para cezası vermediklerini, ancak Başbakanın hükümetin kısıtlamalar getirme çalışmalarının ön saflarında yer aldığı için para cezası verildiğini" açıklar. 
 

Başbakan Solberg, radyoda halka: "Bunun hiç olmaması gerekiyordu... Kuralları daha iyi bilmem gerekirdi... Ailem ile birlikte korona kurallarını ihlal ettiğimiz için özür dilerim." -demiştir.

*

Şimdi de ülkemizde yaşanan pek çok benzer olaydan sadece birisine bakalım:

Ülke çapında pandemi için önlemler bir kişinin buyruklarıyla alınıyor, insanlar, işsiz, huzursuz, AVM'ler açık, çoğu işyeri kapalı, kahve ve lokantalar kısıtlı... Bu iklimde iktidar partisi AKP binlerce kişinin katıldığı onlarca kongre yapıyor. Bol katılım ve coşkuyla yapılan bu toplantılardan büyük haz alan partinin genel başkanı (ki, aynı zamanda ülkenin en yetkilisi olan Cumhurbaşkanı): "Milletimiz hep yanımızda oldu, hep destek verdi. İşte salgının olduğu dönemde bir kongre yapıyoruz, salon lebaleb dolu." -diyerek adeta, bilime ve virüse meydan okunmuştu. 

Sonra, koronavirüs hızlı yayılıp çokça can alan bir salgına dönüştü. Ve Türkiye dünya ilkleri arasında yer aldı (ki, bugün dünya ikincisi olmuşuz). 

Peki, bu sonuca rağmen neden suskunlar? Bilime ve virüse meydan okurcasına "lebaleb dolu salonlarda toplantı" yapanlar, niçin: "Salgının artış göstermesinde, bu toplantıların da payı olduğunu" belirtmiyor? Zaten istifa etmezler ya, peki neden ekrana çıkıp halktan özür dilemezler? 

Yoksa, bunları yaptılar da biz mi duymadık?

**

  • İkincisi, 11 yıl önce Finlandiya'da başlamış (ancak benim yeni duyduğum) bir olay:

Finlandiya'da 13 Ekim 2010'den beri 'Başarısızlık Günü' kutlanmaya başlamış ve devam ediyormuş. Bunu öğrenince: "Biz hep 'başarıları' kutlarız, yenilgi ve başarısızlık kutlaması da nereden çıktı!" diye şaşırdım ve kendime sorular sorarak düşünmeye başladım:   

Bu, olup bitmiş olaydan, gelecek için bazı dersler çıkarma yöntemidir. Böylesi bir kutlama yapan insan, kendi başarısızlık ve yenilgileriyle yüzleşir, bu sonucu var eden eylem ve tutumlardan kaçınır. Kısaca, bu anlayışla insan, sorguladıkça halden anlar 'insan' olur ve kendini geliştirir... 

Bir toplumun-bir kişinin, ama, fakat deyip savunma mekanizmaları geliştirmeden, kendi geçmişiyle yüzleşip eleştiri-özeleştiri yapması bir erdemdir. Bu erdemliliği gösteren her toplum veya her kişi saygın olur, yücelir. Her toplum ve kişinin geçmişinde mutlaka bazı yanlışlar, acılar, yenilgiler vardır.

Peki, neden erdemli olarak onlarla yüzleşip, tekrarından kaçınmıyoruz ki?

Sadece başarılar ve yengileriyle öğünmek toplum ve kişiye; yetinmek, durağan olmak, egonun beslemesi dışında ne sağlar ki? 

Her başarılı olanın karşısında bir de başaramayan-kaybedenler vardır, hele de bir başarı haksızca alınmışsa!... O yenilenleri düşünmemek, onlarla empati yapmamak bir erdem olabilir mi?

Erdem, insanın içinde ve toplumda uyumluluk sağlamaya çalışan kötülük karşıtlığıdır. İyi bir birey, aile, toplum için erdemli olmak, her şeyi zorla, zorunlulukla sadece çıkar, kazanç için değil, karşılıklı saygı-kabul-sevgi-anlayışla yol almaktır. 

Vicdan temizliğinin verdiği rahatlık, bu yolda giderken başlar!... 


 Diğer yazılarım için: tıklayınız

9 Nisan 2021 Cuma

Daldan Dala



Herkes gibi ben de bazen kendimle konuşur, düşünür, sevinir, üzülürüm. İşte o daldan dala anların bazı notları:

Doğanın iki egemen gücü gökyüzü ile yeryüzüdür. Bu iki güç bazen barışık, bazen kavgalı olsalar bile birbirini var ettikleri için tek başına olamazlar. Doğa kapsayıp, korurken oluşan çelişkiler sonucunda da yaşam başlayıp sürer gider.   

Yeryüzünün öfkeli alevleri, yangınları, depremleri, selleri ve gökyüzünün fırtınaları, şimşekleri, yıldırımları sonucu, canlılar zarar görse, büyük acılar yaşayıp kayıplar verseler bile doğa olmadan yapamazlar. Çünkü canlılar gökyüzündeki güneşe, yağmura, kara, yele...  Yeryüzündeki toprak ve suya muhtaçtır. Onlar olmaksızın yaşam döngüsü olmaz. 

Hem çatışıp yok eden hem besleyip var eden bir döngüde birbirine mecbur olmak... 

*
Bundan yaklaşık olarak 2500 yıl önce Yunanistan-Çin-Hindistan gibi birbirine çok uzak üç coğrafyada doğup-yaşamış birbirinden habersizce 'insanlık' için yol almış üç bilge öğretmen varmış. Her üç bilge de insanlık için daha mutlu bir yaşam arayışındaymış. Amaçlarına, ancak birlik olup 'insana' dokunarak, sorarak, düşünerek, araştırıp arayışa yönelterek varılacağını bilir onun için çalışırlarmış: 
  • Yunanistan'da Sokrates (M.Ö. 469-399), halkı baskılayan inanç sistemine karşı çıkan, yanlışları sorgulayarak doğruları bulmaya çalışan, cehaleti en büyük kötülük sayan bir "Ahlak Felsefesi" ile...
  • Çin'de Konfüçyüs (M.Ö. 551-479), toplumda uyumu-huzuru ve insani ilişkileri geliştirerek 'Erdemli' olarak yol almayla...
  • Hindistan'da Buda (M.Ö. 563-483), yaşam döngüsü içinde kişilerin ancak 'acılar' çekerek, kendileriyle yüzleşerek, bencillikten arınarak öz güçleri olan 'Nirvana'ya ulaşmakla... 
Üç bilge de insanlık için birer kutup yıldızı olup, ışık saçmış, yön göstermiş, ufuk açmıştır. Bu üç bilgeden alacağımız çokça ders var. 

İşte, eşitlikçi, halka dokunan ve halktan yana iki anlayış:    
1. Sokrates ve Konfüçyüs anlayışında; kadınlar pek yer almaz ('kadının adı yok'), daha çok erkeklerle yol alınırmış. Fakat Budizm, kadına gereken önemi vererek bu kuralı bozmuştur.  Çünkü Budizm'in öncüleri olan keşişler hem kadın hem erkeklerden oluşurmuş.
 
2. Budist keşişler kendi halkına yabancılaşmasın diye onların mal-mülk edinmesi hoş karşılanmazmış. Bunun için de keşişler ellerinde asa ve dilenme tası ile dilenerek yaşam sürdürürlermiş.   
*
İnsan yaşamı, acılardan kurtulmak için bir arayış sürecidir. Bu döngünün odağındaki insan, yaşam boyu iki güçle çatışır. Birincisi kendi güdü, duygu, istek, düşünce, doğrularıdır. İkincisi de çevresidir. Çevrenin içinde de iki güç vardır: Birincisi doğa, diğeri de toplum. Bu güçlerin de kendine özgü; kuralları, değerleri, inançları, beklentileri vardır. 

İnsan, böylesi ikilemler içinde kalınca ne yapacağını, kime doğru ve nasıl adım atacağını bilemez ve bunun sıkıntısını çeker uzun zaman. Sonra, bazen bir tarafı görmezden gelir, bazen de baskıyla susturur bir tarafı (ki, bu baskılanan çoğunlukla kendi güdü, istek ve vicdanıdır). 

İşte böylece toplumlarda çevreye, topluma ve kendine karşı duracak gücü, direnci olmayan, huzursuz, mutsuz doyumsuzlar çoğalır.

Eğer toplumu bir organizma kabul edersek demek ki, bu organizmanın pek çok organı hastalıklı-sağlıksız!

Bu hasta-sağlıksız-zorlu süreçte, acıları dindirmek için en çok adalet ve erdemli davranışlar aranır. 

Bir insanın yanlışları, başarısızlıkları, yenilgileri ile yüzleşmesi, bunları tekrar etmemesi için gerekenlerdir 'erdemler'. Toplum ancak erdemli-adil insanlarla donanırsa sağlıklı olur.  

Fakat, gelin görün ki, gerçek hayat hiç de öyle değil!.. 

  • Eğer ortada yanlış bir uygulama, bir başarısızlık, bir yenilgi varsa: 

"Ben yaptım! Başaramadım! Ben sorumluyum!" -diyen yoktur. Ama: 

  • Eğer ortada iyi bir uygulama, bir başarı, bir yengi varsa:

"Ben yaptım! Benim başarım! Ben yendim!" -diye bağırıp çırpınan büyük bir çoğunluk vardır karşınızda. 

  • Eğer ortada bir çıkar, bir paylaşım varsa:

O zaman çok çok kişi koro halinde: "Önce bana! Çoğu benim! diye çığlık atar, hele de güç,  makam sahibiyse tehdit eder. 

  • Süreçte çok az kişi de: "eşitçe- adilce" bir paylaşım taraflısı olur... 

*

"Gökten üç elma düştü!"

Haydi, can yakmadan üleşin bakalım...


Diğer yazılarım için: tıklayınız


19 Ekim 2018 Cuma

"Toplumsal Narsizm"

Birinci Dünya Savaşı öncesi başlayıp, İkinci Dünya Savaşı ile doruk noktaya ulaşan insanlık düşmanı; köleci, kapitalist-emperyalist ve faşist odaklar sömürü için günümüzde de işbaşında.

Bunlar çıkarları için, dünyanın her ülkesindeki işbirlikçilerini piyon gibi kullanarak; halklar arasında ırk-dil-inanç kavgaları çıkarıyor, psikolojik, yıkıcı, kanlı şiddet uygulayarak karşı tarafa öfke-kin-nefret tohumları ekip, düşmanlıklar yaratıyor... 

Böylece bu haksız savaşta; hamaset dolu faşist söylem ve eylemlerle, “vatan-millet-inanç” değerlerini kullanarak halkı düşman kamplara bölüyor…

Böylece insanlar; ürkek, yılgın, sindirilmiş, korkak, özgüvensiz, uydu ve kaderci oluyor…

Böylece her birey; kendi vicdanın sesine duyarsız, adalet duyguları körelmiş, sadece “ben” diyerek, “diğer-öteki” kabul edilenleri “düşman” görüyor…  

Böylece; kimileri güvende olmadıkları için trajik şekilde göçmen (kurtulursa yaşayabilmek için) olup  yurdundan kaçıyor, "olan-bitene" karşı duran, yazan, çizen, özgürlük isteyen kimileri, tıka-basa zindanlarda, kimileri de köleleştirilmiş emekçi ve işçi…

Böylece oluşturulan korku ikliminde; insan hakları ve geçim kaynaklarının heba edilmesi daha da kolaylaşıyor ve savaş ekonomisinin öncelikli kılınması, cılız itirazlı olarak kabul görüyor...

Böylece tüm insani değerler, onları korumak isteyenlerle birlikte yok edilip çürütüyor…

Aslında yıllar öncesinde, ‘Birleşmiş Milletler’‘Lahey Sözleşmeleri’, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ vb. uluslararası kuruluşlar; savaş yaralarını sarmak, despotluğa dur demek, barışı sağlamak, hak ve adaleti korumak için oluşmuştu. Fakat ne yazık ki, amaçları güzel bu kuruluşlar, artık haklıların, mazlumların değil de, zalimlerin, güçlülerin yanında...     

İşte tüm bunlar ‘toplumsal narsizm’in sonuçlarıdır. Bunun içindir ki; "dünyanın en önemli ve güncel sorunu toplumsal narsizmdir", diyebiliriz. 


***

Dünyanın en önemli ve güncel sorunu toplumsal narsizmdir. Dedik ya, o halde; Narsizm için yapılan: “Kendine âşık olmaktır” tanımı ile de yetinmeyelim ve  bu konunun uzmanı bir kişiye başvuralım. Kuşkusuz bu kişi, Erich Fromm (1900 - 1980), kaynağımız ise onun en son eseri olan: Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları’dır (Çeviren Aydın Arıtan/Artan Yayınevi-1997).  

Fromm, bu eserinde “ustası” Freud’u, buluşları için saygı ile övüp alkışlar,  bazı konularda ise acımasızca eleştirmiş ve günümüze ışık tutmuştur. İşte, bu kitabın “Narsizm” bölümden, konumuzun önemi için belki kısa, fakat bu yazının sınırları için biraz uzun sayılabilecek bazı alıntılar: 

“Çeşitli karakter biçimleri arasında en zor tanınanı narsizmdir… Narsizm çoğunlukla egoizm (bencillik) ile karıştırılır… Egoizm, temel olarak açgözlülüktür. Egoist insan her şeyi kendisi için ister, kimseyle paylaşmak niyetinde değildir.” Hatırlatmasında bulunur. (Çünkü narsist insanlar gelecekteki çıkarlarını düşünerek, başkalarına yardım eder ve fedakârlıkta bulunabilirler…)

Fromm, narsizmi, Bireysel ve Toplumsal olmak üzere iki bölümde inceler.

1. Bireysel narsizm:
“ Narsist bir insan için, … Kendi kötü özellikleri bile, kendi özellikleri olduğu için güzeldirler. Onunla ilgili olan her şey renkli ve gerçektir. Onun dışında olanlar ve diğer insanlar ise cansız, tiksindirici ve anlamsızdırlar. … Böylesi insanlar başkalarına yardım edebilmek için zaman ve enerji harcarlar, hatta bu uğurda birçok şeylerini bile feda edebilirler. … Narsizm değişik maskeler altında belirebilir. Dinsel azizlik, görev bilinci, iyilik, sevgi, gurur ve alçakgönüllülük bunların en belli başlılarıdır. … Narsist bir insan başkalarını kendisine hayran bırakmayı becerdiği zaman, mutludur. Ama bunu başaramamışsa, yani narsizmi yaralanmışsa, havası alınmış bir balon gibi söner ve kendi içine kapanır. Ya da vahşileşir, önü alınamaz bir kızgınlıkla dolar. …” 
  
2. Toplumsal narsizm: (ulusal-politik-dinsel-grupsal narsizm) 

Politikacı; “Eğer kendisini ulusuyla özdeşleştirebilir ve kendi kişisel narsizmini ulusuna yansıtmayı becerirse birdenbire önem kazanır. … ’Benim halkım en güçlü, en kültürlü, en yetenekli, en barışsever halktır’ diyen birine kimse deli diye bakmaz, tam tersine onu milliyetçi bir vatandaş olarak değerlendirir. …Aynı şey, dinsel narsizm için de geçerlidir. Milyonlarca din taraftarı kendi dinlerinin gerçeğe götüren tek yol olduğunu ve gerçeğin tekeline sahip olduklarını söylediklerinde herkes bunu normal karşılar. Grup narsizminin diğer özelliklerine de bilimsel ve politik gruplaşmalarda rastlayabiliriz. Böyle bir durumda bireyler, kendi narsizmlerini bir gruba ait olup, onunla özdeşleştirerek tatmin etmektedirler. … Dünyanın en olağanüstü grubunun bir üyesi… Gruba getirilen herhangi bir eleştirinin nasıl bir kızgınlıkla karşılandığını görmek o grubun narsist karakterini doğrular. … Bu nedenle ulusal, politik ve dinsel grupların narsist karakteri her türlü fanatizmin kaynağıdır.(a.b.ç) …Soğuk ya da sıcak savaş sırasında narsizm daha tehlikeli biçime bürünür. Bireyler kendi halklarının eksiksiz, kültürlü ve barışsever, düşmanlarını ise hain, kötü, saldırgan ve zalim olarak görmeye başlarlar. … Bu gözlem ve değerlendirmelerin doğru olan yanları çoktur. Ama eksiklikleri vardır. Buradaki yanılgı ve tehlikeli davranış, kendi ulusunun kötü, karşı ulusların ise iyi yanlarını görmezlikten gelişte yatar.”


Ve kitabın narsizm bölümü şu soru cümlesi ile bitiyor:
“İnsanlık gölde kendi güzelliğini seyrederken boğulan Narcissus gibi bu aynaya bakarak boğulacak mıdır acaba?”  



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız



18 Ağustos 2017 Cuma

Türkiye Gündemi (2) -Karantinaya Alınan HDP-



Parklarda karantinaya alınan HDP:
Parlamentomuzun üçüncü büyük partisi, altı milyon oy almış olan Halkların Demokratik Partisi (HDP)'dir. Bu partinin iki genel başkanı, 11 milletvekili, onlarca belediye başkanı, binlerce parti üyesi ile yöneticisi tutuklu ve seçimle kazandığı belediyeler de, atanmış kayyumlara devredilmiş durumda… Dışarıda kalan vekillerin sayısı ise, günbegün değişken; nöbetleşe tutuklanıp, serbest bırakılıyorlar.

Şimdi dışarıda kalan vekiller de; seçmenlere ve tüm halka ülkede olup bitenleri anlatmak, yaşadıkları haksız, hukuksuz ve adaletsizlikler için farkındalık yaratmak amacıyla “Vicdan ve Adalet Nöbeti” tutmaya karar vermişler. Yani Sn. Kılıçdaroğlu’nun  “Adalet” isteğine bir de “Vicdan” sözcüğünü eklemişler.

Vicdan: her insanda var olan bir duygu, bu duygu kişinin, düşündüklerini, yaşadıklarını, eylemlerini ve çevrede yaşananları tarafsız olarak yargılar, denetler, sonra da onaylar veya karşı çıkar. Buna kişinin özdenetim gücü de denilebilr. Vicdan kişinin; haksızlığa, adaletsizliğe, koşullanmış önyargılara karşı duran, hoşgörüye ve barışa çağrı yapan bir erdemidir.

Bu nöbetler sadece adaletsiz davrananları uyarmak için değil, ayrıca adaletsizlik karşısında vicdanın sesine sessiz kalan çoğunluğa da; “vicdanının sesine sessiz kalma, ses ver” seslenişidir diyebiliriz.

HDP'liler sırasıyla;  Diyarbakır Ekin Ceren Parkı, İstanbul Yoğurtçu Parkı, Van Musa Anter Barış Parkı ve İzmir Gündoğdu Parkı’nda olmak üzere birer haftalık “Vicdan ve Adalet Nöbeti” tuttular.

-Peki, sizce bu amaçla yapılan toplantılar suç ve toplananlar da suçlu mu?

-Hayır suç değil, üstelik anayasada güvenceye alınmış bir insan hakkıdır.

-Öyle ise biraz da o toplantılarda yaşananlara bakalım. 

Şimdiye kadar yapılan her 4 toplantı da, aynı benzerlikte ve kuşatma altında yapıldığı için, anlatılacak olanlar ne zor, ne de karışık...

İsterseniz bu kuşatmanın özetini, Yugoslavya iç savaşı sırasında basın kartıyla Sırp asker ve polislerin tuttuğu kontrol noktalarını kolayca geçen, fakat Yoğurtçu Parkı’na girmekte oldukça zorlanan, usta gazeteci ve yazar Sn. Nazım Alpman’dan dinleyelim:

“Bütün park polisin çelik kafes bariyerleriyle çepeçevre kapatılmıştı… Ürpertici güvenlik önlemleri daha yüzlerce metre uzaktan başlıyordu. Eski adı Kenan Evren olan Fenerbahçe lisesinin bahçesinde elliyi aşkın belediye otobüsü park etmişti. Bunların tümü çevik kuvvet birimine aitti. Elli otobüs dolusu polis görevlendirilmişti. Oysa parka girmesine izin verilen kişi sayısı toplam 50 kişi idi...” (İsterseniz yazının tamamı...): http://www.birgun.net/haber-detay/vicdansizlik-ve-adaletsizlik-173539.html

Yaslara göre kurulmuş, seçimde 6 milyon oy almış bir partinin halkıyla buluşması, şimdiye kadar gittikleri 4 ilde de işte böyle engellendi. Daha doğrusu engellemeye çalıştılar demek gerekir. Çünkü vicdanlar bu engelleri onaylamaz...

Siz sadece 50 kişinin toplanmasına karar vermekle, o partinin halkı ile buluşmasına engel olarak, bir suç işlemişsiniz demektir. Ayrıca o elli kişinin bulunduğu parkı, bilmem kaç metrekare çelik bariyerle kuşatıp, kuşatılmış onların her birisine karşılık bir otobüs dolusu polis göndermişseniz, size sormak gerekir:
- Neden bir partinin seçmenleri ve halkla görüşmesini engelliyorsunuz?
- Eğer suçlularsa (ki suçlu olsalardı, nice suçsuzun tutuklu olduğu bu günlerde onlar da içeride olurdu), bu kararı niçin mahkemelere bırakmayıp siz onları bariyerler arkasına koyuyorsunuz? 
-Niçin iktidar, Vali, Polis işbirliği içinde insan haklarını kısıtlıyorsunuz? 
-Siz ki, her gün iktidarın nimetlerinden yararlanıyor, meydanlarda, ekranlarda, parmak sallayıp, meydan okuyor, tehdit ediyor ve onları hep şikâyet ediyorsunuz. Niçin bunlarla yetinmiyorsunuz? 
-Eğer bunlar suçlu ise, yargılayıp tutuklayın, yok eğer suçsuzlarsa, neden onların demokratik haklarına engel oluyorsunuz? Neden!...
-Tüm bu yaşananlar; içeride ve dışarıda nasıl görülür, neler düşündürür, bunları hiç düşündünüz mü
-Bu görsellerle; ele güne, hatta dünyaya karşı komik duruma düşmez mi ülkemiz? 

Zaten HDP'nin sesini duyurabileceği medyaları kapatmışsınız. Havuz medyasında her gün onlara hakaretler yağdırılıyor. TRT'ye hiç çıkamıyorlar, diğer medyalar da korkularından onları ekranlara çıkarmıyor, haberlerini vermiyor, isimlerini bile anamıyorlar. Şimdi de yeni algılarla korku iklimi yaratıp, onları halktan uzak tutmaya çalışıyorsunuz. 

Ve tüm bunları unutup bir de, dünyaya “Hukuk mu, guguk mu?” dersi vermeye çalışıyorsunuz.  

Demek ki AKP iktidarı; “vicdanlara seslenerek adalet istemenin” bir salgına dönüşeceğinden korkuyor. Yoksa, “Adalet ve Vicdan Nöbeti” tutarak vicdanlara seslenmek isteyenleri neden karantinaya alsınlar ki… 


***
Tüm olagelen zalimlik, hukuksuzluk ve adaletsizliklere, alkış tutup, gaz veren, körük olup başka yangınlara neden olan (Havuz ve Perinçek medyası gibi) “odun kırıcının hınk deyicileri”  de var...  Onlar da; “Halk ilgi göstermedi” diye manşetler atıyor, tüm yaşananları, sıradanlaştırmaya çalışarak, yeni yeni algılar oluşturmaya devam ediyorlar.

Şimdi bu yandaşlara; yaşanan tüm acılar ve açılan yaraları tek tek sıralayıp; peki, bunlar ne, diye soracak olursanız, hemen görmedim, bilmiyorum, duymadım deyip "üç maymunu” oynarlar. 

Doğu Perinçek'in tanıklığında, yeni bir de slogan üretmişler: “En Adaletli Yargı Türk Yargısı” diye... Ey sokakları görmeyen, çığlıkları duymayanlar: Adalet sağlamayan yargı, hiç "Adaletli" olabilir mi?

Günlerdir AKP genel başkanı ve Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan, CHP genel başkanı Sn. Kılıçdaroğlu’’na, "Sen 29 gün o yolda yürüdün güvenliğini hükümet sağladı…” diyerek sanki bu iş hükümetin bir görevi değil de,  bir lütufmuş” gibi kakınç yapıyor. 

Durun bakalım hele, henüz tek tip elbise giydirmeyip, sadece parklarda karantinaya aldıları HDP’liler için de bir gün ekranlara çıkıp; “Sizi haftalarca refakatçisiz olarak karantinaya aldık be!...” diyecekler mi, göreceğiz...



NOT: “Türkiye Gündemi” çok yoğun, yazmaya devam edeceğim.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

3 Mart 2017 Cuma

Bilinmezleri bilinir kılanlar ile bilinmezden güç alanlar


(Savaş olmasın Barış olsun diyeBu Suça Ortak Olmayacağız! bildirisini imzaladığı için, kendisine tüm kapıların kapatılmasına dayanamayıp, yaşamını sonlandıran bilim insanı:
 Mehmet Fatih Traş’ a saygı ile…)  


Eğer insan yavrularının doğum öncesinde içinde bulundukları farklı şartları saymaz, sadece dünyaya çıplak ve korunacak halde gelişlerine bakarsak, hepsinin görüntüsel bir ‘eşitlik’ içinde olduğunu görebiliriz. Ama bu göreceli bir eşitlik ve sadece o an içindir. Çünkü ağlayarak ve çığlıklar atıp  geldikleri dünyaya, o andan başlayarak; kimine yokluk, kimine de varlık içinde bir yaşam sunacaktır.

Bu eşitsizliği ana-baba-ataların bireysel farklılıkları, özel yetileri kısmen belirlese de, asıl nedenin, emek sömürüsü sonucu oluşan artı değerin, hakça paylaşamamasından kaynaklandığı unutulmamalıdır.

Artı değerin sağladığı güçle güçlenenler, kurulu sömürü düzenlerini sürekli kılmak için her çareye başvururlar. (Savaşlar da bu anlayışın sonucudur.). Düzenlerini daha çok geliştirip kalıcı kılmak için de, İnanç Sitemi'ni kontrol altında tutmak zorundadırlar.

İnanç sistemini kontrol etmeyi de, amaçlarına uygun olarak düzenlenmiş eğitim sistemi ile sağlayabilir.   Böyle bir eğitim sisteminde insanlar; ezbere dayalı bilgilerle donanır, soru sormaz, yorum yapmaz, özgünlükleri olmayan tek tip olarak yetiştirilir. Bunlar; haklarını aramayan, sadece verilenlerle yetinen, boyun eğip hizmet eden, özgüvensiz kişilerdir. 

Bu insanlar; yaşadıkları tüm sıkıntı ve olumsuzlukları,  sadece fıtrat ve kader bağlamında değerlendiren kolaycı bir savunma mekanizmasına sahiptirler.  Böyle  yetişen kişilerde, her insanda olması gereken ve sorunlarla mücadeleyi sağlayan “başa çıkma gücü” körelmesi vardır. Bu da onları, öğrenilmiş çaresizlik içinde,  boyun eğen bireyler yapar.

Zaten güç sahibi egemenler de, böylesi insanlar istemiyor muydu?

***

Egemen güçler, güçlerini; karanlıkta kalan bilinmezlikler üzerine kurdukları için, bilimin sağladığı aydınlığı sevmezler. Çünkü aydınlık, onların emek ve inanç sömürülerine ışık tutar. Onlar için asıl korkutucu olan da budur.

Bundandır ki zaman zaman (belki de her zaman), filozoflar ya da bilge kişiler; Vicdan, Erdem, Etik, Hak-Hukuk-Adalet-Demokrasi dediklerinde “şeytanın avukatı”  sayılmış… Kimisinin derisi yüzülmüş, kimi yakılmış, kiminin giyotinle başı kesilmiş veya idam edilmiş, kimileri de alınıp götürüldükten sonra bir daha dönmemiş; kuytularda, zindanlarda, mahzenlerde işkencelerde yok edilmiş... 

Bilgin ne zaman konuşmuş, bilim ne zaman bilinir kılmışsa bilinmezleri… İşte o zaman başlamış, bu bilinmezden beslenip güç devşiren odakların paniklemeleri...

İşte o zaman başlamış olup, halen devam etmekte olan; büyük acılar ve kıyımlar yaşatan inanç, din ve mezhep savaşları…

Tarihi kalıt (miras) olan mabet, meydan ve yerleşkelerde bulunan; yontu, resim, yazı, alet ve paralardan anlıyoruz ki, insanlar tarih boyunca yaşamak ve kazanmak için savaşmış... Karşılaştıkları bilinmezliklerin, yaşattıkları korku ve sevinçleri anlamlandırmak için de: ne/niçin/neden/nasıl diye çokça sorular sorup, sürekli olarak arayışta bulunduklarını anlıyoruz.

İnsanoğlu bu bilinmezlikler için hep kendince nedenler aramış, bulmuş, sıralamış. Korkutan, ürküten güçler ve başa çıkılmaz bilinmezliklerle karşılaşınca da, onları kutsayıp, tapınmış. Bilinmezlik, korku, acı ve ıstıraplar sürüp gittikçe de, insanlar için sığınacak birer liman olmuş inançları ve tapınakları…

İşte böyle doğmuş doğa güçlerine tapan Paganizm… Tanrılar ve Tanrıçaların bolca olduğu Çok Tanrılı Dinler… Ve “İbrahim’i Dinler” olarak bilinen Tek Tanrılı Dinler

Her insanın kendine özel olarak kutsal kıldığı, bunlara dokunulunca da,  incinip canının yandığı; inançları ve değerleri vardır. Herkesin bu inanç ve değerlerine saygı duymanın da bir “erdem” olduğunu unutmamak gerekir.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız