26 Ekim 2018 Cuma

Kardeş Olun Ey İnsanlar!..


Emperyalist, militarist ve faşist güçlerin, 'Birinci Dünya Savaşı' öncesi başlatıp 1940’lı yıllarda zirve yapan, paylaşım, kıyım ve yıkımları; ırkçılığa dayanan düşmanlıklar sayesinde gerçekleşmiş ve dünya halklarına çok zor günler/seneler yaşatmıştı.

Yurdumuzdaki işgalleri engellemek için, ülkemiz halkları 1919'da birlik olup 
'Kurtuluş savaşını' başlatmış, kazanmış ve 1923 yılında Türkiye Cumhuriyetini kurmuştu. Tabii ki, dünyayı etkileyen ırkçı, grupçu anlayışlar bu süreçte boş durmamış, genç cumhuriyetin bünyesinde bulunan; Türk, Kürt, Ermeni, Laz,  Arnavut, Arap, Çerkez, Gürcü, Boşnak, Pomak, Rum, Roman…, gibi değişik ırk, dil, din ve kültürden gelen insanlar arasında düşmanlıklar yaratmış, iç çatışmalara varan eylemler yapmıştı. Ayrıca toplumu kucaklamayan bazı projeler, bazı kişisel-grupsal eylem ve söylemler de bu yıllarda  başlamıştır. 

Örnek olabilecek bir eylem ve bir söylemi yorumsuz olarak anımsatıp, asıl konuya döneceğim:

Bir eylem: 'Türkçeyi tüm dillerin atası olarak kabul eden' Güneş-Dil Teorisi  için 1932-1936 yılları arasında yoğun çalışmalar yapılmış, fakat bu çalışmalar, hem ülkemizde, hem de dünyada kabul görmediği için son bulmuştur.

Bir söylem: Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt 18 Eylül 1930 günü Ödemiş’in Gölcük yaylasında:  “Benim fikrim, kanaatim şudur ki, bu memleketin kendisi Türk’tür. Öz Türk olmayanların Türk vatanında bir hakkı vardır, o da hizmetçi olmak, köle olmaktır.” Demiş, fakat sadece dört gün sonra görevinden alınmıştır.

***

Şimdi asıl konumuz olan ve çokça tartışılan “Öğrenci Andı”na gelelim:

Önce çok kısa olarak andın hikâyesi: Andın sözleri, çok çalışkan, çok başarılı ve çok genç yaşında “apandisit” nedeniyle vefat eden Maarif Vekili (Milli Eğitim Bakanı) Reşit Galip’e aittir. Andın okullarda her gün zorunlu olarak okunmasına  10 Mayıs 1933'te başlanmış, daha sonra 1972 ve 1997’deki değişikliklerle devam etmiştir. 8 Ekim 2013 tarihinde ise okullarda okutulmasına son verilmiştir.

Danıştay beş yıl aradan sonra yapılan itirazı haklı görüp, kararı iptal etti. Danıştay'ın verdiği bu karar iktidar ortakları arasında çatışma nedeni oldu ve gündemin ilk sırasına oturdu. Ki bence; bu çatışma göstermelik ve sadece 'herkes kendi seçmenini korusun' anlayışı ile hazırlanmış bir seçim hilesi, yapay bir algı oyunu...   

***

Gerekli hatırlatma ve özetlemeyi yaptım. Şimdi de zorunlu din dersine karşı bir eğitimci olarak 'Öğrenci Andı'na neden karşı olduğumu anlatacağım: 

Dikkat!.. Aşağıdaki açıklama ve görüşlerime karşı çıkacak pek çok okur ve dostum olduğunu biliyorum ve onlara sesleniyorum: "Lütfen, yazının tümünü dikkatle ve önyargısız olarak okuyunuz… “Ama-fakat” diye başlayan hamaset cümlelerine sığınmadan, slogan atma kolaycılığına sapmadan, sadece etik, demokratik ve bilimsel (hukuksal, felsefi, sosyolojik, psikolojik, pedagojik) esaslara uygun eleştirilerde bulunup, katkıda bulununuz. Sizi empati yapmaya çağırıyorum..."

Her gün andın okutulduğu okullarda; ırk, dil, din, inanç ve dünya görüşü farklı olan öğrencilerimiz vardır. Onlardan bir tekinin bile üzülüp, kırılması; demokrasi ayıbıdır, insanlık suçudur. Öğretmenler; nesnel (objektif), demokratik ve laik anlayışla her öğrencinin öğretmenidir, onlar, ayrımcı, ırkçı, asimilasyoncu  olamaz, olmamalı...  Öğretmen öğrencisini; yaşamaya, barışa, dostluğa, hayal etmeye, üretmeye özendirmeli… 

Bizler öğrencilerimizin abartı, kibir ve övünmeden uzak durmasını isteriz. Peki, neden her gün onların övünerek; "Türküm, doğruyum, çalışkanım" demelerini isteriz? Belki onlardan biri Türk değildir, belki biri bazen yalan söylüyor ve çalışkan da değildir... Oysa ant içme; "Tanrıyı veya kutsal bilinen bir kişiyi, bir şeyi tanık göstererek yemin etmektir." Anda uymak, sözünde durmak ise bir erdemdir. 

Peki, şimdi ne olacak ant içen bu çocuğun erdemleri, samimiyeti ve dürüstlüğü?!… 

Eğer erdemler kazandırmak istiyorsak neler yapılabiliriz? Her gün 5-10 dakika sürecek öğrenci merkezli etkinlilerde; yaşamdan, yakın çevreden seçilen örnekler, demokrasi, hak, adalet, barış, paylaşma, yardımlaşma vb. konularda düşündüren, geliştiren sunuşlar yapılabilir, öykülerle, şiirlerle, oyunlarla farkındalık yaratılabilir. Yok, eğer o gün bunlardan hiçbiri yapılmayacaksa, hep birlikte çevre temizliği ve bahçemizde bitki bakımı da yapılabilir.

İnsanlar; sloganlarla, ezberlerle, yeminlerle geliştirilemez. Çünkü asıl eğitim; yaparak, yaşayarak ve içselleştirilerek yapılandır. Ancak böylesi bir eğitim, yol göstererek, erdemli kılarak, yetenek, beceri, kazandırarak insanı geliştir.

Peki, o halde neden en kıymetli olan çocuklarımızın; var olarak, çalışarak, yaparak, başararak kendisine, ailesine, ülkesine, insanlığa faydalı biri olması için yönlendirme çabaları göstermiyoruz da, her gün onların “varlığım Türk varlığına armağan olsun. Ne mutlu Türküm diyene” diyerek ant içmelerini istiyoruz?!...  

Biliyorsunuz pek çok vatandaşımız yurt dışında yaşıyor. Peki, eğer X ülkesinde onların çocuklarına her gün ant ettirilip, onların varlıklarını kendilerine armağan  etmeleri ve kendi milletlerinden oldukları için de mutlu olmalarını isterlerse...?

Bu ant tartışması sürecinde önemsediğim iki meslek örgütünü kınadım:

Eğitim-İş’i; “Davamız sonuçlandı: Öğrenci andının kaldırılması iptal” diyerek bu haksız davayı açtığı ve alınan karara alkış tuttuğu için… 

Eğitim Sen’i de; “Eğitim Sen olarak, Türkiye’de demokratik bir siyasi atmosfer yaratılmadan çocuk hakları üzerine, eğitimin temel sorunları üzerine demokratik(!) tartışmaların yürütülemeyeceğini, sorunlarımıza sahici çözümler getirilemeyeceğini belirtmek isteriz.” deyip kaderci ve pasifist bir anlayış sergilediği için…

Bana göre her iki meslek örgütümüz de bu sınavda, başarısız oldu. Çünkü onlar, demokrasiye ve mesleki etik kurallara uymadılar.


***
İnsanların sahip olduğu kimlikler sayılmayacak kadar çoktur.  Fakat bu kimliklerin birisi hariç, diğerleri insanları gruplara ayırıyor. İşte o hiç ayrım yapmadan, herkesi kucaklayıp içine alan kimlik insanlıktır. Onun içindir ki, her öğretmen için öncelikli kimlik "insan olmak" olmalıdır. Ancak bu anlayış öğretmeni, ırkçı ve ayrımcı olmaktan kurtarır, ona nesnellik kazandırır…

Bakınız Beethoven 1824 yılında bestelediği 9. Senfonide ne diyor:
Kardeş olun ey insanlar,
Bunu ister tanrımız!
Bu dünyada her şey geçer,
Yalnız sana dost kalır.
İnsanlığa doğruluğa,
Göğsünü aç korkma sakın.
Hür doğmuştur insanoğlu,
Hür yaşamak hakkıdır.

Yüzyıllardır milyarlarca insan bu senfoniyi coşku ile söylüyor. Peki, siz bu senfoniden hiç şikayetçi olan birisini görüp, duydunuz mu? 

Yetsin artık!.. Çocuk, genç ve insanlarımızın kurban olması" anlayışından vazgeçelim... Onlar; var olup yaşadıkça, ürettikçe, hak, hukuk, adalet, demokrasi, barış, laiklik dedikçe, ayrımsız olarak birlikteliğe, sevgiye, saygıya inandıkça ülkemiz ve dünya daha yaşanır, daha güzel olacak. 

“Siz eşit haklara sahipsiniz! Kardeş olun ey insanlar!" deyip, “Dostluğa çağrı” yapmanın ne zararı var?

  

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

19 Ekim 2018 Cuma

"Toplumsal Narsizm"

Birinci Dünya Savaşı öncesi başlayıp, İkinci Dünya Savaşı ile doruk noktaya ulaşan insanlık düşmanı; köleci, kapitalist-emperyalist ve faşist odaklar sömürü için günümüzde de işbaşında.

Bunlar çıkarları için, dünyanın her ülkesindeki işbirlikçilerini piyon gibi kullanarak; halklar arasında ırk-dil-inanç kavgaları çıkarıyor, psikolojik, yıkıcı, kanlı şiddet uygulayarak karşı tarafa öfke-kin-nefret tohumları ekip, düşmanlıklar yaratıyor... 

Böylece bu haksız savaşta; hamaset dolu faşist söylem ve eylemlerle, “vatan-millet-inanç” değerlerini kullanarak halkı düşman kamplara bölüyor…

Böylece insanlar; ürkek, yılgın, sindirilmiş, korkak, özgüvensiz, uydu ve kaderci oluyor…

Böylece her birey; kendi vicdanın sesine duyarsız, adalet duyguları körelmiş, sadece “ben” diyerek, “diğer-öteki” kabul edilenleri “düşman” görüyor…  

Böylece; kimileri güvende olmadıkları için trajik şekilde göçmen (kurtulursa yaşayabilmek için) olup  yurdundan kaçıyor, "olan-bitene" karşı duran, yazan, çizen, özgürlük isteyen kimileri, tıka-basa zindanlarda, kimileri de köleleştirilmiş emekçi ve işçi…

Böylece oluşturulan korku ikliminde; insan hakları ve geçim kaynaklarının heba edilmesi daha da kolaylaşıyor ve savaş ekonomisinin öncelikli kılınması, cılız itirazlı olarak kabul görüyor...

Böylece tüm insani değerler, onları korumak isteyenlerle birlikte yok edilip çürütüyor…

Aslında yıllar öncesinde, ‘Birleşmiş Milletler’‘Lahey Sözleşmeleri’, “Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ vb. uluslararası kuruluşlar; savaş yaralarını sarmak, despotluğa dur demek, barışı sağlamak, hak ve adaleti korumak için oluşmuştu. Fakat ne yazık ki, amaçları güzel bu kuruluşlar, artık haklıların, mazlumların değil de, zalimlerin, güçlülerin yanında...     

İşte tüm bunlar ‘toplumsal narsizm’in sonuçlarıdır. Bunun içindir ki; "dünyanın en önemli ve güncel sorunu toplumsal narsizmdir", diyebiliriz. 


***

Dünyanın en önemli ve güncel sorunu toplumsal narsizmdir. Dedik ya, o halde; Narsizm için yapılan: “Kendine âşık olmaktır” tanımı ile de yetinmeyelim ve  bu konunun uzmanı bir kişiye başvuralım. Kuşkusuz bu kişi, Erich Fromm (1900 - 1980), kaynağımız ise onun en son eseri olan: Freud Düşüncesinin Büyüklüğü ve Sınırları’dır (Çeviren Aydın Arıtan/Artan Yayınevi-1997).  

Fromm, bu eserinde “ustası” Freud’u, buluşları için saygı ile övüp alkışlar,  bazı konularda ise acımasızca eleştirmiş ve günümüze ışık tutmuştur. İşte, bu kitabın “Narsizm” bölümden, konumuzun önemi için belki kısa, fakat bu yazının sınırları için biraz uzun sayılabilecek bazı alıntılar: 

“Çeşitli karakter biçimleri arasında en zor tanınanı narsizmdir… Narsizm çoğunlukla egoizm (bencillik) ile karıştırılır… Egoizm, temel olarak açgözlülüktür. Egoist insan her şeyi kendisi için ister, kimseyle paylaşmak niyetinde değildir.” Hatırlatmasında bulunur. (Çünkü narsist insanlar gelecekteki çıkarlarını düşünerek, başkalarına yardım eder ve fedakârlıkta bulunabilirler…)

Fromm, narsizmi, Bireysel ve Toplumsal olmak üzere iki bölümde inceler.

1. Bireysel narsizm:
“ Narsist bir insan için, … Kendi kötü özellikleri bile, kendi özellikleri olduğu için güzeldirler. Onunla ilgili olan her şey renkli ve gerçektir. Onun dışında olanlar ve diğer insanlar ise cansız, tiksindirici ve anlamsızdırlar. … Böylesi insanlar başkalarına yardım edebilmek için zaman ve enerji harcarlar, hatta bu uğurda birçok şeylerini bile feda edebilirler. … Narsizm değişik maskeler altında belirebilir. Dinsel azizlik, görev bilinci, iyilik, sevgi, gurur ve alçakgönüllülük bunların en belli başlılarıdır. … Narsist bir insan başkalarını kendisine hayran bırakmayı becerdiği zaman, mutludur. Ama bunu başaramamışsa, yani narsizmi yaralanmışsa, havası alınmış bir balon gibi söner ve kendi içine kapanır. Ya da vahşileşir, önü alınamaz bir kızgınlıkla dolar. …” 
  
2. Toplumsal narsizm: (ulusal-politik-dinsel-grupsal narsizm) 

Politikacı; “Eğer kendisini ulusuyla özdeşleştirebilir ve kendi kişisel narsizmini ulusuna yansıtmayı becerirse birdenbire önem kazanır. … ’Benim halkım en güçlü, en kültürlü, en yetenekli, en barışsever halktır’ diyen birine kimse deli diye bakmaz, tam tersine onu milliyetçi bir vatandaş olarak değerlendirir. …Aynı şey, dinsel narsizm için de geçerlidir. Milyonlarca din taraftarı kendi dinlerinin gerçeğe götüren tek yol olduğunu ve gerçeğin tekeline sahip olduklarını söylediklerinde herkes bunu normal karşılar. Grup narsizminin diğer özelliklerine de bilimsel ve politik gruplaşmalarda rastlayabiliriz. Böyle bir durumda bireyler, kendi narsizmlerini bir gruba ait olup, onunla özdeşleştirerek tatmin etmektedirler. … Dünyanın en olağanüstü grubunun bir üyesi… Gruba getirilen herhangi bir eleştirinin nasıl bir kızgınlıkla karşılandığını görmek o grubun narsist karakterini doğrular. … Bu nedenle ulusal, politik ve dinsel grupların narsist karakteri her türlü fanatizmin kaynağıdır.(a.b.ç) …Soğuk ya da sıcak savaş sırasında narsizm daha tehlikeli biçime bürünür. Bireyler kendi halklarının eksiksiz, kültürlü ve barışsever, düşmanlarını ise hain, kötü, saldırgan ve zalim olarak görmeye başlarlar. … Bu gözlem ve değerlendirmelerin doğru olan yanları çoktur. Ama eksiklikleri vardır. Buradaki yanılgı ve tehlikeli davranış, kendi ulusunun kötü, karşı ulusların ise iyi yanlarını görmezlikten gelişte yatar.”


Ve kitabın narsizm bölümü şu soru cümlesi ile bitiyor:
“İnsanlık gölde kendi güzelliğini seyrederken boğulan Narcissus gibi bu aynaya bakarak boğulacak mıdır acaba?”  



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız



12 Ekim 2018 Cuma

Stefan Zweig ile tanıştım!


Stefan Zweig, ‘Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat’ adlı öyküsünde diyor ki: “Gençlik zamanlarımda yazılı belgelere önem vermemiş olmanın pişmanlığını şimdi fazlasıyla yaşıyorum.”

Benim de çokça yaşadığım bir durum bu... Aslında belli bir yaşa gelince hemen herkes bu pişmanlığı yaşar. Belki siz de bu satırları okuyunca; “keşke” ile başlayan cümleler kurar ve S. Zweig'in duyduğu pişmanlığı duymaya başlarsınız. 

Çünkü belgeler; olayların kanıtları ve tanıklarıdır. Geçmişi, geleceğe taşır,  unutulmaz kılar, ayrıca geleceğe ışık tutarak, gelişmelere ve değişmelere basamak olur, kolaylık sağlarlar.

Peki, acaba bu yaygın pişmanlığı azaltacak bir çözüm yok mu? 

-Olmaz olur mu, tabii ki var. Hem de çok da kolay: 

Eğer çocuk ve gençler erken yaşta, önemli olaylar ile ilgili belgeler toplamak,  yaşanmışlıklara dair duygu, düşünce ve yorumlarıyla “günlük” tutmak için özendirilir, yönlendirilir, eğitilirlerse, bu zamanla çokça kişide istenen kalıcı alışkanlık ve becerilerin oluşumunu sağlar. 

O halde "Öğretmen dokunur her şey değişir" gerçeğinden hareketle diyebiliriz ki, eğer öğretmen(ler) isterse; özgün ve özgürce düşünen, soran, sorgulayan, yorumlayan, dilini iyi kullanan yaratıcı insanlarımız çoğalır. Ve “keşke” ile başlayan pişmanlık cümleleri kuranlar da azalır. 

***

Altı yıllık yatılı öğretmen okulu öğrenciliği, beş yıllık köy öğretmenliği, sonra yeniden öğrenciliğe dönüş yaptığım yüksek okul yıllarında kitap okuma benim yaşamımda zorunlu bir ihtiyaç gibi çok önemli bir yer tutardı. 

Sonraki yıllarda ise, çalışma hayatı, aile ve çocuk sorumlulukları üstüne bir de; ekonomik sorunlar, toplumsal olaylar, kentlerin karmaşası, yollarda geçen zaman eklenmesiyle oluşan "yorgunluk-yılgınlık" yaşamımızın doğal akışını bozuyordu. Bu durum okumaya ayrılacak zamanın biraz kısıtlaması ile sonuçlamıştı (kim bilir belki de, tembellik için bu nedenleri sıralamışım). 

Geçirdiğim iki ortopedik ameliyat beni uzun süre zorunlu olarak evde tutunca, yeniden gençlik yıllarımdaki gibi yoğun, fakat daha eleştirel ve sorgulayıcı olarak kitap okumaya başlamıştım. Tabii ki şimdi de emekliyim...

Daha önce Stefan Zweig hakkında pek çok övgü okusam, duysam bile, şimdiye kadar hiç bir kitabını okumamıştım. 

İşte bu yıl Temmuz ayında Stefan Zweig ile tanıştım! 

Önce onun tek romanı sayılan Sabırsız Yürek'i, peşi sıra bir deneme olan İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar'ı okudum. Bu akıcı, duru ve anlaşılır bir çevirileri: Burcu Yalçınkaya (Zeplin Kitap) yapmış.

Zweig, eserlerinde; tarihsel dokuyu ve yaşamı çevreleyen hemen her şeyi görmeye çalışarak, bunları betimlemelerle dantel gibi işlerken, kahramanlarının eylem, söylem, tutku, öfke ve tüm insani duruşlarını damıtarak, şiir akıcılığında veya şiir tadında sunar okuyucusuna. Okurken, kendime ve çevreme içbükey ayna tutarak baktım, düşündüm, tartıştım ve sorguladım... Sonra da, bana haz veren, ufuk açan bu muhteşem yazara saygı duydum, onun tutkunu oldum. Hem de bu muhteşem eserleri neden şimdiye kadar okumadım diye üzüldüm, kendimi kınadım... Ve hemen Zweig'in 5 (beş) öykü kitabı için siparişte bulundum.  

Okumuş olduğum bu iki kitabın sağladığı haz ve iştahla hemen bir ay önce alıp hazırda beklettiğim Tolga Gümüşay'dan 2, Ercan Kesal'dan 2, Ahmet Altan, Jack London ve Erich Fromm'dan birer (roman, öykü ve deneme) olan, 7 (yedi) esere yöneldim. Onları da büyük bir beğeni ile okudum. Fakat yeniden özledim Stefan Zweig’i...


Zaten o yedi eseri okurken sipariş ettiğim kitaplar da gelmişti. Aslında Zweig’in bu beş öykü kitabının her biri bir roman da sayılabilir. Burcu Uzunoğlu’nun akıcı duru ve anlaşılır olarak çevirdiği bu kitaplar Panama Yayınları'ından. Bunlar okunuş sırasına göre; Satranç, /Korku, /Olağan Üstü Bir Gece, /Bilinmeyen Bir Kadının Mektubu, /Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat öyküleridir.

Aslında hızlı okuma becerim olmadığı halde, bu kitapları 5-6 gün gibi kısa bir sürede "su gibi" okudum. Çok bilgilendim, duygulandım, mutlu oldum ve sizlerle de paylaşmak istedim.

***

Okuduğum bu roman, deneme ve öyküleri özetlemek, anlatmak isteklisi değilim (herkes kendi tarzıyla okusun, düşünsün, yorumlasın, çıkarımda bulunsun isterim). Fakat size öykülerden alıntıladığım birkaç özlü sözü aktarmak isterim. Eğer siz de benim gibi geç kalmış ve henüz Stefan Zweig ile tanışmamış iseniz, hemen bu çok büyük insanlık değerinin eserlerini okuyun, onunla tanışın, inanın ki hiç pişman olmayacaksınız. 

İşte alıntılar ve kaynakları: 
  •  “Şöhreti bu kadar hızla yakalamak çocuğun bomboş başını nasıl döndürmesin ki... 
  • Avcıların dağ horozunu çağırmak için onun sesini taklit etmesi.
  • Satrançta da, aşkta olduğu gibi, bir eşe ihtiyaç vardır...
  • Her karşıt fikir sanki kendisine yapılmış düşmanca davranış, hatta kendisini aşağılayan bir tavırmış gibi görerek alınganlık gösteriyordu" (Satranç)
  • “İçeri akan gözyaşları dışarı akandan daha çok acı verir…
  •  Sanıklar en çok, sır saklamaktan ötürü, suçlarının açığa çıkacağı endişesiyle acı çekerler...
  • Bazen hâkimler sanıktan daha çok acı çekerler...
  • Utanç da bir tür korkudur, fakat daha iyi bir korku" (Korku)
  • “Bir kez kendini bulmuş insanın bu dünyada kaybedecek hiçbir şeyi yoktur. 
  • Ve kendi içindeki insaniyeti bir kez anlamış olan, bütün insanları da anlar." Olağan Üstü Bir Gece)
  • “Yarım gerçek faydasızdır, sadece gerçeğin tamamı anlatmaya değerdir.
  •  Minnet duygusu tatlıdır, zira nadir bulunur, sunduğu kişiye kendini iyi hissettirir."(Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat)

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

21 Eylül 2018 Cuma

‘500 T’ Otobüsünün Yolcuları

Gün, ağır ağır otobüs durağına doğru yürüyen adam için çok yoğun ve yorucu geçmişti. Muayene, röntgen, kontrol derken hastaneden henüz çıkmış, eve dönüyordu.

Hastaneden gelen adam, "çın" diye öten uyarı sesiyle telefonuna mesaj geldiğini anlayınca, durdu ve gözlüğünü takıp okudu; “2 adet faturanız tutarı olan 84,30 TL için bakiyeniz yetersizdir…” diyordu banka. Hemen yakında bulunan bankamatiğe gitti ve eksik olan 50 Lirayı hesaba yatırdı.

Birden doktorunu anımsadı, o, iç avluya bakan gün ışığından yoksun, küçük loş odasında yapay ışıklandırma altında çalışıyordu. Her gün trafiğe kalmamak için erken yollara çıkıp, kim bilir kaç kişiyi muayene etmiş, kaç kişinin "bir şey soracaktım"larına cevap vermiş ve bilmem kaç kişinin tahlil ve röntgen sonuçlarına değerlendirip öneride bulunmuştu. Kontrol sırası tabelada yanıp sönünce içeri girdi, ekrandaki bilgilere bakan doktor, sabahki kadar dinç değildi, oldukça yorgun görünüyordu. Bu durumunu hastaya yansıtmadan, sabah anlatılanları hatırladı, belde tutulma ve krampa neden olan ağrı için; “Belinizde hafif kayma ve bazı omurlar arasında daralma var, fakat henüz ameliyatlık bir durumunuz yok, fizik tedavinin faydasını görürsünüz.” Demiş ve 15 gün sürecek bir “ayakta tedavi” vermişti. Aslında Bayram tatilinde, bu bel ağrısı onu iki-üç gün yatağa bağlamıştı. Fakat şimdi, sadece ara sıra kıvrandırıp, hafif ter döktürüyor, yani yürümesini engellemediği için de daha katlanılır olmuştu.

Hastaneden gelen adam, yürürken, dün okuyup bitirdiği Oscar WILDE (1854-1900)’ye ait “Mutlu Prens” ve “Genç Kral” öykülerini anımsadı: Kendilerine güç, kuvvet, servet ve hayat veren halkın, neler yaşadıklarını görüp, anlayan ‘Mutlu Prens’ ile ‘Genç Kral’ın nasıl organlarını, varlıklarını ve güçlerini halka adadıkların hatırlayarak içinden alkışladı... Hemen sonrasında da, halkı köle gören, sömüren, eziyet ederek, çıkar savaşlarında yok eden; faşistleri, diktatörleri, zalimleri düşündü ve lanetledi...  İşte bu masalımsı fakat buram buram yaşanmışlık dolu öykülerden çok etkilemişti. 

Bunun için de, hem dünü, hem günü, hem de uzak-yakın çevrede olup bitenleri düşünüp, sorguladı kendince: “Doktorluk çok zor bir meslek be, doktora gelen herkesin bir derdi, bir ağrısı, bir hikâyesi var, herkes önce “ben” diyor ve herkes kendince haklı… // Ne günler geçiriyoruz; kavuran güneş, yağmur, dolu, sel, sağanak, kasırga… // Bu saatler iş dönüşü, okul çıkışı olduğu için toplu taşıma araçlarına binmeyeceksin... Taşıtlar kalabalık, herkes yorgun ve trafik sıkışık, bunun için de, her zaman 10 dakikada vardığın yere ancak bir saate varırsın... // Okullar açıldı, masraflar vatandaşın belini büküyor…// Ekonomik kriz yokmuş! (Herhalde herkesin kriz geçirmesini bekliyor)... // Emekli ve çalışanlara damlalıkla verilenler, hortumla, kepçe ile geri alınıyor... // Patronlar, kuyruk olmuş işsiz milyonları gösterip, köle gibi  çalıştırıyor işçileri, emekçileri... //İflas eden esnaflar… // Paramızla ithal ettiğimiz “şarbon”… // Ne olacak döviz ile borçlananların durumu… // Katar dünyada sadece 10 tane olan bilmem kaç milyar liralık lüks uçağı, Türkiye’ye “hibe” etmiş!… (Vay be!... Soralım bakalım, kimlere “hibe” yapılırmış!…)  // Yemen’de milyonlarca çocuk açlıktan ölüyor!… //  Suriye’de yaşayanlar ve göç edip gidenler can derdinde iken, oraya üşüşmüş olanlar ganimet peşinde… // Peki, duydunuz mu,  “Üçüncü Hava Alanı” inşaat işçilerinin direniş nedenlerini?...: Bitler ve tahtakuruları temizlensin. Tuvalet, yatakhane, yemekhaneler temizlensin, yemekler düzelsin. 6 aydır ödenmeyen ücretler tam ödensin. İş cinayetleri önlensin…  Bunlar gibi tümü insanca yaşamak, insanca çalışmak için 15 haklı istek… Oysa, birileri bunları, halkı kin ve düşmanlığa sevk ediyor!... olarak göstermeye çalışıyor. Hatta Akit gazetesi yazarı olan bir hadsiz de; Bu işte bir tezeklik arayacaksın! Şayet bu itler, bitlendik falan diyorsa da üzerlerine biber gazı sıkıp, içlerindeki şeytanı çıkartacaksın!” diyebiliyor. (Türkçe sözlük böylelerini; dalkavuk, yağcı,  yalaka, yağdanlık, yalpak, yaltak, yaltakçı, kemik yalayıcı, çanak yalayıcı… diye tanımlıyor, artık siz buna, hangisini uygun görürseniz o olsun.)

***

İstanbul’da en uzak yola giden otobüs, 500 T (Tuzla- Cevizlibağ) 'dir.  Hastaneden gelen adam, Kozyatağı-Metro durağında “500 T”ye binip bir sonraki durak (İstanbul’da belki de iki durak arası en uzun olan) Kavacık’ta inecekti.

“Boğaz” geçişi yapacak otobüslere ayrılan durağa vardı. Tam durağın önünde, orada bulunmaması gereken bir Gebze-Harem minibüsü rahatsız edecek şekilde peş peşe korna çalıp yolcu bekliyordu. “500 T geliyor!..” sesi duyulunca, yolcular birden panik içinde minibüsün önüne geçerek koşturmaya başladı. Otobüs de,  minibüsü ve koşuşturanları sıkıştırıp, adeta sıyırırcasına geçti, ancak durağın biraz ötesinde durabildi. Bu koşuşturma sırasında genç bir kız, hastaneden gelen adama hızla çarpınca, durdu defalarca özür diledi, adam canı yansa da, zorunlu bir gülücükle genç kızı başıyla selamladı… Zar, zor otobüse bindi ve “pardon” diye diye orta kapının önündeki direğe yüzü dışarıya dönük olarak tutunabildi. Tam sağındaki ikili koltukta iki delikanlı oturuyordu, biri hemen “amca buyur” diyerek ayağa kalktı. Hastaneden gelen adam, teşekkür edip bir durak sonra ineceğini söylediyse de, delikanlı ısrar etmesi üzerine oturdu. 15-16 yaşlarında gibi görünen, yaz güneşinden kavrulmuş yüzleri, nasırlı elleri, eskimiş gömlek ve pantolonları olan iki delikanlı… Yanına oturduğu delikanlının kirli-yağlı hafif kıvırcık kahverengi saçları ve içe kaçmış küçücük boncuk gözleri vardı. Sadece gözlerinin altındaki kavis çizen halkalar bile onun ne kadar yorgun olduğunu gösteriyordu. Durmadan sağ dizini ve bacağını okşayıp hareket ettirmesi ve bir sefer de ayağa kalkıp tekrar oturması üzerine hastaneden gelen adam; “Bir rahatsızlığın var delikanlı?" Diye sorunca ikisi birden “evet” dedi. Ve bir çırpıda her şeyi anlattı "rahatsız delikanlı": 19 yaşında ve Tuzla tersanesinde iskele kuran işçilerden imişler, dün 2-3 metre yüksekten bir “iskele kalası” dizine çarparak yere düşmüş, doktor çok ezilme var fakat kırık-çıkık yok demiş, parası kesilecek diye o da, rapor almamış... Cumartesi günü için izin almışlar, böylece iki gün Edirnekapı'da oturan Bitlisli akrabalarında kalacaklarmış. Gülerek; “Ama patronumuz, kalasın düşmesine sebep olan ustanın işine son verdi.” dedi.

Trafik çok sıkışıktı dakikalardır dur-kalk yaparak bir-iki dakikalık yer olan S. Gökçen havaalanı sapağına ancak 10 dakikada ulaşabilmişlerdi. Hastaneden gelen adam, kendisine yer veren delikanlının sürekli olarak ayaklarını dinlendirmek için sıra ile  kaldırıp indirdiğini görünce, üzüntü ile; “Bak delikanlı yol tıkalı, sen de çok yorgunsun gel yerine otur!” deyip aniden ayağa kalktı, delikanlı hiç itiraz etmedi, fakat mahcup bir şekilde yerine oturdu.     

Belki 30-40 dakika daha dur-kalk yaparak nihayet Kavacık’a vardılar. Hastaneden gelen adam açılan kapıdan inmeye çalışırken, hüzünlü nemli gözleriyle, onlara bakıp vedalaştı, ikisi bir ağızdan coşku ile “iyi geceler amca” deyiverdiler.

Hastaneden gelen adam, evine gitmek için yavaş, yavaş bir başka otobüs durağına doğru yürürken kendisine; “Dur bakalım bu gece rahat uyuyabilecek misin?” diye sordu ve hemen cevapladı “Ama uykum kaçarsa, kaçsın, ben de balkona çıkarım. Eğer hava bulutsuz ise, Eylül gecelerinde mehtabın hafif dalgalı "boğaz"la dans etmesini izlemek doyumsuz bir haz verir." ...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


13 Temmuz 2018 Cuma

Prof. Dr. Ziya Selçuk


1979 yılında İlköğretim Müfettişi iken ailevi nedenlerle görevimi bırakıp Eğitim Uzman Yardımcısı olarak İstanbul Rehberlik Araştırma Merkezine atanmıştım. Bu merkezler, Demirel Hükümetleri döneminden başlayarak solcu olanların sürgün edildiği kurumlar olmuştu, fakat ben isteğimle gelmiştim. 

Bu kuruma gelmekle belki maaşımda önemli bir düşüş olmuştu, fakat öyle değişik bir ortama gelmiştim ki burada; insana-çocuğa-eğitime dolayısıyla dünyaya bakışım değişmeye başlamıştı. Bu güzel ortamı, kurum yönetimi ve çalışanların “rehberlik anlayışı” içinde kurmuş oldukları işbirliği sağlamıştı. Bu nedenle ortam bana çok iyi gelmiş, hiç sıkıntı çekmeden alışmış ve hem mesleki, hem insani güzel dostluklar kurmuştum. 

O yıllarda ülkemizde karabasan gibi çöken bir korku iklimi vardı. İnsanlar güvensiz ve huzursuzdu ve her gün ölümle biten çatışmalar oluyordu. Bunun üstüne bir de 12 Eylül faşist askeri cuntasının baskıları eklenince… O yılları dahada zor yıllar yapmıştı. Ancak bizler, kurumumuzda var olan “rehberlik anlayışı” nedeniyle, ülkeyi saran bu korkutucu ve baskıcı havadan çok etkilenmemiştik.

12 Eylül faşist askeri darbesi sonrasında artık kurumumuza sürgünler değil; pedagoji, psikoloji ve halk eğitimi bölümlerini yeni bitirmiş çok sayıda genç, "Eğitim Uzman Yardımcısı” atanıyordu. Peş peşe atanan bu gençlerin çoğu kadın, üçü de erkekti ( ki, bunlardan sağ görüşlü olan iki erkek sonraları alanlarında profesör oldu.). Bizler, kurumumuzu şenlendiren bu gençleri coşkuyla karşılamış, benimsemiş, sevmiş ve kaynaşmıştık. 

İşte bu gençlerden biri de bu günkü Milli Eğitim Bakanımız Sayın Ziya Selçuk idi… Ziya Bey ile aynı odada iki yıl kadar çalıştık. Çokça sohbetimiz ve arkadaşlığımız oldu. 

Ziya Bey de çoğumuz gibi yoksul bir ailenin çocuğuydu. Ve O; hepimizden daha genç, hepimizden daha uzun boyluydu. Çok okur, felsefeyi, araştırmayı, planlı çalışmayı çok severdi. Ayrıca şiirler yazar, karikatürler çizer, “Fono” dan İngilizceyi öğrenir, azimli, esprili, iyi dinleyen, az ve güzel konuşan, fanatik olmayan sağ görüşlü bir kişiydi. 

Bu özellikleri ona bir farklılık kazandırıyor ve kurumda sevilmesini sağlıyordu. Kim bilir belki o da üniversite yıllarında kendisine öğretilen “solcular kötü insanlardır” anlayışını, bizleri tanıdıkça terk etmeye başlamıştı.
Kurumumuzdan askerlik nedeniyle ayrılan Ziya Bey'in askerlik  sonrasında akademik çalışmalara başladığını duyduk. Kısa zamanda da ülke çapında fark yaratan bir eğitimci olarak, sesini duyurmaya başladı...  


***

Ve Ziya Selçuk Talim Terbiye Kurulu Başkanlığına atandı. Kısa zamanda gündem yaratan pek çok işler yaptı. Öncelikle  eğitimi "öğrenci odaklı rehberlik anlayışı" ile tanıştırıp onunla yol almak istedi ve bu çabaları ile de ilgi odağı oldu…

O zaman kendisini kutlamak için gönderdiğim bir mesajda: "Siz Türkiye için bir şanssınız" demiştim. Fakat ne yazık ki Türkiye bu şansını çok fazla kullanamadı...

Sayın Ziya Selçuk şimdi ise Milli Eğitim Bakanı... 

Ziya Beyle tanıştığımız yıllardaki ülke şartlarını yukarıda özetlerken; “O yıllar çok zor yıllardı. Ancak bizler kurumumuzda var olan “rehberlik anlayışı” nedeniyle, ülkeyi saran bu korkutucu ve baskıcı havadan çok etkilenmemiştik." Demiştim. Bu cümleyi bilerek tasarlayarak yazdım.

Çünkü ülkemiz bugün de o yıllar benzeri bir iklim içinde zor günler yaşıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı büyük bir kurum ya da büyük yuvadır. Bu yuvanın; okulları, müfredatı, öğrencileri, öğretmenleri, yöneticileri, çalışanları ve velileri hep birlikte, ortaçağ benzeri anlayışlar nedeniyle zor günler yaşıyor. 

Anaokulundan üniversiteye kadar tüm eğitim sistemi, diyanet ile dini vakıfların yörüngesine sokulmuş ve imam hatip anlayışı egemen kılınmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da eğitimde “rehberlik anlayışı” da yok olmuş, eğitim sistemimiz bilim dışı bir yörüngeye oturtulmuş durumda… Gelecek nesillerimiz tehdit altında...

16 yıllık AKP iktidarı  6 kez bakan değişikliği yaptı ve her yeni bakan sistemde sil baştan değişikliklere uğrattı. Her dönem ve her adımda karar veren tek belirleyici de şimdiki Sayın Cumhurbaşkanı olmuştur. Umalım ve dileyelim ki şimdi yaşanan kaosu görmüş ve bilimsel yoldan çözümler bulması için de Milli Eğitim Bakanlığına Sayın Ziya Selçuk’u getirmiş olsunlar.

(Bilindiği gibi Talim Terbiye Kurulu Başkanı iken önemli adımlar atmış, sorunları giderip düzeltmeye çalışmışken, zamanın bakanı H. Çelik ile anlaşamayınca görevini bırakmıştı.)

Ziya Bey eğitimde çoklu zeka kuramını etkili kullanmak isterdi. Dilerim ki toplumda da çoğulcu anlayışın egemen olmasına katkılar sunar. Eğer kendisine politik kaygılardan uzak özgür bir çalışma ortamı sağlanırsa bunun ülkemiz eğitimi için bir şans olacağını düşünüyorum. 

Ziya Bey her bakana nasip olmayan büyük bir kamuoyu desteği kazandı. Unutmasın ki, herkesin ondan isteği; eğitimi bilim  rehberliğinde, demokratik, laik bir yörüngeye oturtması ve kurumda yaşanır bir iklim yaratmasıdır.

Bilimsel yöntemlerle çalışacağını ya da çalışmak isteyeceğini düşündüğümüz Prof. Dr. Ziya Selçuk’un uzun süreli çalışması, acaba kabul görecek mi?

Artık bekleyip göreceğiz.

Sayın Selçuk'u yeni görevi için en içten duygularımla kutluyor, başarılar diliyorum.

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

6 Temmuz 2018 Cuma

Bugün konumuz CHP…

Bugün konumuz CHP CHP; hem sosyal demokrat, hem muhafazakâr, hem İslamcı, hem milliyetçi,  hem de laik bir karışım… Sağa tutunup, sol olmak ister gibi zıtlıklar içinde, bir kimlik karmaşası yaşıyor CHP. Ve bu haliyle de ülke yönetimine talip oluyor. (Aslında bu haliyle bile, şimdiki iktidardan daha fazla hak ediyor ya...)

Ülke yönetimine gelebilmek için bir partinin öncelikle, içinde bulunduğu kimlik karmaşasından kurtulması, hedeflerini/ilkelerini belirlemesi, ülke sorunlarına çözüm getirecek uygulamaları ve öncellikler sıralamasını yapması gerekir. Dilerseniz biz de öncelik sırasını eğitim konusuna verelim ve CHP’nin eğitim konusundaki duruşuna bakalım:

Bugün ülkemizde anaokulundan üniversiteye kadar tüm sistem; diyanet ile dini vakıfların yörüngesine sokulmuş ve imam hatip anlayışına terk edilmiştir.  Zaten okulların önemli bir bölümü de resmen imam hatip yapılmış durumda.

Peki, siz CHP'nin; diyanetin denetiminde, dini vakıfların yörüngesinde ve ortaçağ anlayışı içindeki imam hatip yaygınlaşmasına karşı çıktığını hiç duydunuz mu?

Hayır, duymadınız.

Peki, CHP ne yaptı?

Onlar oy beklentileri için, gerçekleri söylemediler: İmam hatipleri biz kurduk, hiç kapatır mıyız!?..., diyerek  Biz sizden daha dindarız” yarışına girdiler.

Oysa sosyal demokrat bir anlayış (demokrasi ve laikliği savunduğu için) halka; iktidar olduğunda, inanç gereği ihtiyaç duyulan imam-hatip ve okul sayısını belirleyip ihtiyaç fazlası olan okulları laik ve bilimsel eğitimin hizmetine sunacağını hiç çekinmeden açıklamalıydı.

Çünkü bugünkü eğitim uygulamaları, sadece günümüze değil gelecek nesillerimize de kötü bir mirastır. Şimdi artık bu mirasın olası zararlarını azaltmak için birlik olup, önlem almak zamanı. Bu, ülkemiz ve çocuklarımızın geleceği için bir zorunluluktur.  İşte tüm bu yaşamsal ve bilimsel gerçeklere rağmen beklenen açıklamayı yapmadılar, yapamadılar…

***

24 Haziran seçiminin, partiler içinde artçı sarsıntılara neden olacağı öngörüsü vardı, öyle de oldu. “İkbal” beklentileri için iç çatışmalar başladı… Ve ilk sırayı yine CHP aldı…

En hızlı çıkışı da; “Barışmak-Büyümek-Bölüşmek…” Diyerek yola çıkan ve epeyce destek bulan Muharrem İnce yaptı. Ve sanki Cumhurbaşkanı olamadım, bari parti başkanı olayım dedi. Oysa o Muharrem İnce, günlerce milyonların karşısına çıkıp; Kılıçdaroğlu’na rakip olmayacağım!...” diye söz vermişti.

Bu duygu yüküyle İnce, Kılıçdaroğlu ile yediği ailelere özel yemek sonrasında kendisine uzatılan mikrofona; Kendisine onursal başkanlık teklif ettim... Ben imza toplamayacağım, ama hayır derse örgüt kendisi çözecektir bu işi” dedi. (Aslında İnce bu sözleriyle, genel başkanı Kılıçdaroğlu’nu halka ve parti delegelerine şikâyet ediyordu…)

(Ne dil ama!.. Sizce bu bir tehdit değil mi?)

Böylece hem kısa süre içinde oluşmuş İnce albenisi, hem de kitlelerde yaşatılan umutlar, coşkular birden bire güneş görmüş kardan adam misali ince ince ermeye başladı…

Ben bunları yazarken sanki üst üste yenilgiler almış CHP yönetimini savunuyormuşum diye bir duyguya kapıldım ve birden bire kendimi kötü hissettim.

Ama hemen, pek çok olumsuzlukları olsa da, olumluluklarını unutmamak, hakkını vermek gerektiğini düşündüm. Çünkü; “Adalet Yürüyüşü” ve (HDP’siz kısıtlı, sınırlı da olsa)  “Millet İttifakı” gerçekleştiren kişidir Kılıçdaroğlu…   

Kuşku yok ki CHP yönetim yenilgileriyle yüzleşmeli, özeleştiride bulunarak ülke gerçeklerine göre kendisini güncellenmeli, değişmeli, yenileşmeli… Hatta İnce’yi çağırıp da gel sen başımıza geç diyebilmeliydi.

Olmadı… Belki olacaktı da, aceleci davrandı İnce… O, milyonlara söz veren kişi, egosuna yenildi ve meydan okudu… İnce ince eridiğinin farkına varmadan.

Tam da bireysel çıkışlardan uzaklaşmak, birlikte kaybedilen seçim sonuçlarını tartışıp, gelecek için ne yapmalı, nasıl yapmalı arayışına girmek, tek adam düzenine karşı safları sıkılaştırmak gerektiği bir zamanda… Ortaya çıkıp, “ben adayım” demek, ne halka, ne partiye ne de Sayın İnce’ye bir kazanım sağlamadı.  

Yazık oldu!...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız