Ülkemizde hemen herkes Sn. Meral Akşener'i tanısa da ben de kısa bir anımsatma yapmak istiyorum.
Emin Toprak - DOSTÇA
Emin Toprak - DOSTÇA
Başbakan Solberg, radyoda halka: "Bunun hiç olmaması gerekiyordu... Kuralları daha iyi bilmem gerekirdi... Ailem ile birlikte korona kurallarını ihlal ettiğimiz için özür dilerim." -demiştir.
*
Şimdi de ülkemizde yaşanan pek çok benzer olaydan sadece birisine bakalım:
Ülke çapında pandemi için önlemler bir kişinin buyruklarıyla alınıyor, insanlar, işsiz, huzursuz, AVM'ler açık, çoğu işyeri kapalı, kahve ve lokantalar kısıtlı... Bu iklimde iktidar partisi AKP binlerce kişinin katıldığı onlarca kongre yapıyor. Bol katılım ve coşkuyla yapılan bu toplantılardan büyük haz alan partinin genel başkanı (ki, aynı zamanda ülkenin en yetkilisi olan Cumhurbaşkanı): "Milletimiz hep yanımızda oldu, hep destek verdi. İşte salgının olduğu dönemde bir kongre yapıyoruz, salon lebaleb dolu." -diyerek adeta, bilime ve virüse meydan okunmuştu.
Sonra, koronavirüs hızlı yayılıp çokça can alan bir salgına dönüştü. Ve Türkiye dünya ilkleri arasında yer aldı (ki, bugün dünya ikincisi olmuşuz).
Peki, bu sonuca rağmen neden suskunlar? Bilime ve virüse meydan okurcasına "lebaleb dolu salonlarda toplantı" yapanlar, niçin: "Salgının artış göstermesinde, bu toplantıların da payı olduğunu" belirtmiyor? Zaten istifa etmezler ya, peki neden ekrana çıkıp halktan özür dilemezler?
Yoksa, bunları yaptılar da biz mi duymadık?
**
Finlandiya'da 13 Ekim 2010'den beri 'Başarısızlık Günü' kutlanmaya başlamış ve devam ediyormuş. Bunu öğrenince: "Biz hep 'başarıları' kutlarız, yenilgi ve başarısızlık kutlaması da nereden çıktı!" diye şaşırdım ve kendime sorular sorarak düşünmeye başladım:
Bu, olup bitmiş olaydan, gelecek için bazı dersler çıkarma yöntemidir. Böylesi bir kutlama yapan insan, kendi başarısızlık ve yenilgileriyle yüzleşir, bu sonucu var eden eylem ve tutumlardan kaçınır. Kısaca, bu anlayışla insan, sorguladıkça halden anlar 'insan' olur ve kendini geliştirir...
Bir toplumun-bir kişinin, ama, fakat deyip savunma mekanizmaları geliştirmeden, kendi geçmişiyle yüzleşip eleştiri-özeleştiri yapması bir erdemdir. Bu erdemliliği gösteren her toplum veya her kişi saygın olur, yücelir. Her toplum ve kişinin geçmişinde mutlaka bazı yanlışlar, acılar, yenilgiler vardır.
Peki, neden erdemli olarak onlarla yüzleşip, tekrarından kaçınmıyoruz ki?
Sadece başarılar ve yengileriyle öğünmek toplum ve kişiye; yetinmek, durağan olmak, egonun beslemesi dışında ne sağlar ki?
Her başarılı olanın karşısında bir de başaramayan-kaybedenler vardır, hele de bir başarı haksızca alınmışsa!... O yenilenleri düşünmemek, onlarla empati yapmamak bir erdem olabilir mi?
Erdem, insanın içinde ve toplumda uyumluluk sağlamaya çalışan kötülük karşıtlığıdır. İyi bir birey, aile, toplum için erdemli olmak, her şeyi zorla, zorunlulukla sadece çıkar, kazanç için değil, karşılıklı saygı-kabul-sevgi-anlayışla yol almaktır.
Vicdan temizliğinin verdiği rahatlık, bu yolda giderken başlar!...
Gökkuşağı; güneş ışığı ışınlarının, su zerrecikleri arasından geçerken uğradığı kırılma ve yansımalar sonucu oluşan bir fizik olayıdır.
Gökkuşağı; içinde üç ana renk ve milyonlarca ara renk barındırır, tıpkı insanlık gibi... Gökkubbedeki bu dizilişte; hiçbir rengin önceliği, üstünlüğü yoktur, bunun için itiş-kakış olmaz, kimse diğerine "sen dur, sen gelme, sen yoksun" demez, her renk farklılığından onur duyarak sıradaki yerini alır. Renklerden her birini tek tek ve hepsini birlikte güzel kılan da budur zaten. İşte, bu uyumluluk, bu çoğulculuktur onları bir halkada buluşturan ve izleyenlerini sevindirip, onlara coşkulu anlar yaşatan.
Eğer, "Gökkuşağı, herkesin sevip hayran kaldığı bir doğa olayıdır" diyecek olursam, sanırım bu genellemeye itiraz edecek hiç kimse olmaz.
Ben, pek çok yerde, çokça defa gökkuşağı görmüş ve o görsel şöleni hayranlıkla izlemiştim. Fakat hiçbirisi beni, Tortum Şelalesinde olduğu kadar etkilememişti.
O gün, baharın bittiği, yazın başlamak üzere olduğu bir gündü, Tortum Çayı suyunu; 22 metre genişlik, 48 metre yükseklikten coşkulu sesler çıkararak aşağıya akıtırken, suyun çok az bir kısmı buhar olup göğe yükseliyor, kalanı da uğultulu köpükler saçarak, hızlı bir telaş içinde yer yatağına doğru yol alıyordu.
Grubumuz, suyun yatağına varmak için o sarp, dik, dolambaçlı patika yoldan aşağı inmeye çalışırken, vadinin karşımızda olan yanını ve su yatağının yarısını gökkuşağı sarmalamıştı. Bu görüntüden büyülenmiş, biran kanatlanıp uçmak istemiş, hatta gökkşağının çok yakınımda olduğunu sanmıştım... Bu duygular içinde ona dokunup sarılmak, onu okşayıp sevmek istemiştim. Ve sanırım bu uçuk duyguyu sadece ben değil, o an çığlık çığlığa inmekte olan herkes yaşıyordu.
***
Böylece olay, inançlar arası nefret iklimi yaratmak isteyen fanatikler için bir fırsat olmuş ve hem uluslararası hem de dinler arası bir kriz doğurmuştur. Böyle olaylar olduğunda; toplumun öfkesini yatıştıracak, barış ortamı sağlayacak sağduyu sahibi liderlere ihtiyaç vardır.
Ama günümüz liderlerinin pek çoğu kendi politik çıkarlarını düşünüyor, bunun içinde stada değil de sadece kendi taraftarlarının olduğu tribüne yöneliyor, onlardan alkış bekliyorlar. Puan kazanmak için de bir provokatör edasıyla karşı tarafı tahrik edecek söz ve eylemlerde bulunuyorlar. Oysa liderler, saldıran değil karşı tarafın kutsallarına saygı duyan, barış için çaba harcayan olmalıdırlar.
Demek ki bunlar gerçek lider değilmiş.
Bilindiği gibi tarihi boyunca insanlığın; paganizm, putperestlik, çok tanrıcılık, tek tanrıcılık, deizm, ateizm gibi çok çeşitli inançları olmuş ve her inanç da kendi içinde birbirine düşman onlarca mezhep, tarikat, cemaat gibi parçalara ayrılır. Sonra da her biri: en doğru, en esas, en saygın, en gerçek olanın sadece kendi yolları, kendi inançları ve kendi kutsalları olduğunu, diğerler insanların; sapkın, safsata, değersiz, günahkar olduğunu savunur, bu amaçla savaşırlar.
Oysa dünyada pek çok aile, pek çok millet, pek çok din, pek çok dil, pek çok yaşam biçimi, pek çok kültür ve pek çok kimlik var. Bunların da her biri kendilerini; en iyi, en doğru, en gerçekçi, en saygın "en, en, en..." sayarken başkalarını ise günahkâr, sapkın, önemsiz, değersiz, becerisiz, safsata sanıyor.
Peki, sizce bunda bir tuhaflık, bir acayiplik, bir riyakarlık yok mu?
Peki, hangi din, hangi inanç, hangi mezhep, hangi tarikat, hangi cemaat, hangi millet, hangi dil, hangi yaşam biçimi, hangi kültür veya hangi kimlik "en, en, en..." olandır?
İnsanlık şiddete dayalı bu iklimden nasıl kurtulur?
Dünyadaki savaş-şiddet illeti, insanlığa atalarından kalmış ve genlerine sinmiş kanlı bir miras... Bu mirası bir anda ret etmek kolay değil, ama bundan kurtulmak gerek.
Peki o halde ne yapmalı, nasıl yapmalı?
Öncelikle her inancın, her dilin, her kültürün saygın olduğu ve her kimliğin "insan hakları" bulunduğu gerçeğinin kabulü gerekir.
Bu, birlikte barış içinde yaşama anlayışıdır, oluşması için de anne-baba-bebek ile başlayıp her toplumsal birime ulaşacak olan bir "insani eğitim" gerektirir.
Ancak o zaman, sadece bir ülke değil, tüm dünyada yaşanacak ılıman bir barış iklimi oluşur.
Ancak o zaman, birbirine ve değerlerine saygı gösteren bireylerden oluşan toplumlar; demokratik, laik, eşitlikçi anlayışlarca yönetilir.
Ancak o zaman, ego, bilgisizlik, nefret, hırs, baskı, sömürü ve "en, en, en" olmak safsataları son bulur.
Ancak o zaman, kanlı, kinli savaşlar durur ve barış olur.
Zaten bu başlangıç da yeter dünyaya...
Diğer yazılarım için: tıklayınız
Yaşadığımız dünyanın kendine has "doğa yasaları" var. Dünya tüm canlılara bir yuvadır, onlar burada doğar, büyür, gelişir, değişime uğrar ve ölürler. Burada barınan her canlı türün farklı genetik yapısı, biyolojik, içgüdüsel donatıları var ve bu donatılara uygun olarak yaşamlarını sürdürürler.
Konumuz "insanlık", insanı konuşalım istiyorum. Ben detaylı biyolojik tahlil yapacak bir uzman olmadığım için herkesçe bilinen insan yavrusu bebeğin, yaşama merhaba deyişiyle ile başlamak istiyorum.
Her canlı yavrusu gibi, insan bebekler de yaşamak için belli bir süre annenin ve çevrenin yardımına muhtaçtırlar. 3-4 yaşına gelen hemen her çocuk "ben" deme ve peşi sıra: "Ben bilirim, ben yaparım!..." Diyerek özgür birey olma ve özgür kalma isteğini bildirir herkese. (Ki, bu ilk üç-dört yıllık süre, çocuğun gelecek yaşamı için çok çok önemlidir ve sanki insanoğlunun milyonlarca yıl süren evrimleşme sürecinin bir özetidir.)
Özgür olmaya çalışan birey ne zaman ki aç kalır, acıyı tadar, tehlike yaşar, bireysel zayıflık ve yetersizlikleri ortaya çıkınca, işte o zaman bir başına, güvende olmadığını, başaramayacağını anlar, düşünür, öğrenir ve "anne!.." diye yardım istemeye başlar. İşte buna toplumsallaşma veya sosyalleşme diyoruz.
Sosyalleşme devam ettikçe; oynama, okuma-yazma, âşık olma, arkadaş bulma, bahçe, sokak, mahalle, tarla, büro, fabrika, iş bulma, işsiz kalma günleri başlar; hayal kurar, amaç-hedef belirler, ekip-biçme, kazma-kürek sallama, üretme, acıyı, tatlıyı, paylaşmayı, yokluğu, sömürü ve zulmü öğrenmeye başlar.
Yaşarken; konforu, kolayı, rahatı istemek, acıyı, açlığı, korkuyu, tehlikeyi zulmü istememek, yapınca, üretince, başarınca "ben" yaptım deyip haz duymak, gülücük ve beğeni beklemek... Bu gibi uzun istek listeleri insanların toplumsal vazgeçilmezleri olur böylece. Ve "ben" demek toplumsal bir öz kazanarak "biz" olur, yaşam daha da anlam kazanır... İşte bu güçle kurulur yuvalar, köyler, kentler, fabrikalar...
Yaşadıkça öğrenir, gelişir, değişir insanlar, daha da iyi yaşamak tutkusuyla kurulur hak, hukuk, adaleti içine alan değerler sistemi ya da insanlık. Ve yaşadıkça anlaşılır insanlığın, bir şemsiye olarak hem çevreyi hem de insanları; barış, güven, huzur içinde koruduğu...
Hayat böyle böyle devam edip, akıp gitsin ister insanlar...
Fakat sürgit devam etmez mutlu günler, kötü insanlarda ego coşar, insani değerler zarar görür. Güçlü olan, zayıfın lokmasını, emeğini almak ister, toplumu korumakla görevli olan güçler ve inanç dünyasına yön verenler de destek verir bu zalimlere ve onların düzenine...
Sonra da en üzücü olan olur: aynı safta olması gereken emekçilerin önemli bir kısmı cehalet-bilgisizlik kurbanı olur ve zalimlerin safına geçer diğer emekçilere saldırır. Açgözlü zalimin hırsı ile cahilin gücü bir olmuş böylece, sömürü, yokluk, acı, ölüm, zulüm ve utanç yaşatan savaşlar başlamıştır.
Bugün de dünyada büyük bir ekonomik kriz var. Bu nedenle dünyaya egemen olmuş birkaç dev emperyalist güç sıkışmış durumda.
Plan ve projeleri hazır: yıkıp, yakıp yok edecekler sonra da yok ettikleri mekanları, araçları, tankları, uçakları, bombaları ve tüm savaş araç gereçleri yenileyerek kendilerine yeni pazarlar yaratacaklar. Yaşanan bu çatışma ve savaşlarda çocuk, kadın, yaşlı ve gençler ölecek, kalanlar eziyet görüp büyük acılar yaşayacak.
"İnsanlık" da artık gereğince koruyamıyor insanları... İnsanlık değerleri zarar görmüş, empati yapamaz olmuş insanlar. Şimdi tıpkı ikinci dünya savaşında olduğu gibi ırkçı-milliyetçi-emperyalist güçler şaha kalkmış, mazlum halklara saldırdı saldıracaklar.
İnsan Olmak
Bana yukarıdaki duygu ve düşünceleri, internette izlediğim-dinlediğim kısa bir video söyletti ve yazdırdı.
Etkisiz ve yetkisiz bırakılan mecliste bir vekil konuşuyordu. Konuşma konusu sanırım "insan hakları" idi fakat bir Türk-Kürt tartışmasına dönüşmüştü.
Kürsüdeki AKP Urfa milletvekili özetle:
"33 yıldır babam ve ben bu mecliste milletvekiliyiz... Ne babamın ağzından ne de benim ağzımdan Kürt'üz diye bir söz çıkmadı. Ama bugün bana bunu söylettiniz: Ben bir Kürdüm... Bizim için asl olan din kardeşliğidir. Biz Türklerle bir aradaysak din kardeşliği içindir."
Diyordu. Ve vekilin bu kısa konuşması grup arkadaşlarınca alkışlarla kesiliyordu. Çok önemli(!) sözler söylemişti değil mi?
Hem de Anayasasında yönetim şekli cumhuriyet, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu yazılı bir ülkenin milletvekili... Meclis kürsüsünde bizi bir arada olmamızı sağlayan gücün bu ilkeleri olduğunu anmadan “Din kardeşliği" güzellemesi yaparken alkışlanıyordu.
Sizce bu anlayış, ırkçılığın başka bir versiyonu değil midir?
Oysa din, kişiye ait düşünsel inanç ve değerler bütünlüğüdür, bu değerler saygındır ve sadece o kişiyi bağlar. Din kardeşliği ise benzer inançları bir araya getirir yani grupsaldır.
Oysa dünya öyle harmanlanmış ki, artık hiçbir ülkede tek din veya tek ırka mensup insanlar yaşamıyor. Ülkemizde de değişik dini inancı, inançsızlığı olan pek çok insan yaşıyor.
Tarih bize çıkara dayalı tüm savaşların, ırk-din kışkırtmaları ile çıktığını söylüyor. Her ülkede ancak insanı ve insanlığı merkez alan demokratik anlayışlarla barış ve huzur sağlanabilir.
Bunca yıl kimliğini saklayan sayın vekil, "din kardeşliği" derken aslında yüzyıllardır uygulanan Türk-İslam sentezi gerçekliğinden etkilenmiş. Bu etkide kalmış insanlar; ev, sokak, mahalle, pazar, meydan, ekran yani iletişimin olduğu her yerde:
Gibi ünlem ile biten sözleri sık sık duyarız. Bu sözlerin görünmez amacı insanları; "Demek ki bizde Kürt sorunu yokmuş" deme noktasına getirmek, yapılan haksızlık ve var olan çatışmaları haklı göstermektir. Ya da bu amaçla söylenen bahanelerdir.
Psikoloji der ki, eğer kişi yaşanan haksızlıklara karşı çıkmaz, kendini sürekli uyaran vicdani içsesleri duymak istemezse, o zaman bu iç isyanını bastırmak, susturmak ister, bu amaçla da bahane olacak gerekçeler arar, bulur, konuşur. Çünkü eğer olup bitenleri yok edecek bahaneler bulamasa, bu nedenle eziklik, suçluluk ve huzursuzluk duyacaktır. Kısa bir tanımlama yapacak olursak: "Bu tür konuşma; kendini korumak ve kandırmak isteyenlerin başvurdukları bir savunma mekanizmasıdır."
Eğer sorunlara insanlık değerleri olan hak-hukuk-adalet ve demokrasinin eşit yurttaşlık ilkelerine uygun çözümler aranmış olsaydı... Aşağıda sadece birkaçı sayılan binlerce suç, haksızlık ve ayrımcılık yaşanmazdı:
Yurdumuzda bu tür olayların sıkça yaşanması, mağdurlarıyla birlikte vicdan ve sağduyu sahibi insanları rahatsız ediyor.
Diğer yazılarım için: tıklayınız
Tek amaçları, çökmekte olan iktidarlarını korumak!..
Tek hedefleri, iktidara göz dikmiş "ürkek muhalefet".
Asıl korkuları da, ürkek muhalefetin HDP gibi dik durması...
Bir de buruk sevinçleri var: "Muhalif olan parçaların hiçbiri tek başına iktidar olabilecek kamuoyu desteğine sahip değil!..."
Muhalefetin Çaresizliği
Ürkek muhalefet; aslında iktidarın her gün güç yitirdiği, muhalif olan hiç bir grubun da %50+1 oyu bulamadığı gerçeğini biliyor ve görüyor. Fakat diğer gruplarla demokratik uzlaşıyı sağlayacak güç birliği için gerekli ortak paydayı kuramıyor. Çünkü her grup kendince şark kurnazlığı yapıyor; "diğerlerine" kendi özlem, çıkar ve ilkelerini dayatarak onları kendilerine benzetmeye çalışıyor.
Ürkek muhalefetin ortak noktaları: HDP düşmanlığı!..
Oysa birlikte olmanın muhteşem başarısını, büyük şehir belediye seçimlerini bir bir kazanırken gördüler. Bu başarının tek mimarı da "çirkin ördek yavrusu" ilan ettikleri HDP olmuştu. Bu gerçeği de gördüler, 'mahcupça' kabul ettiler, fakat bu partiyi aralarına almayı hiç istemediler.
O günlerde HDP; "demokrasi ve barış" kazansın dedi ve bu kurnaz pragmatist anlayışlara yardım etti. Fakat onlar; 'bu partinin de bizler gibi amaç, ilke ve öncelikleri var.' diye hiç düşünmediler.
Çünkü HDP ülkede baş sorunun Kürt sorunu olduğunu ve bu sorunun ancak "demokrasi - barış" ortamında, her farklı kimliğe eşit vatandaşlık hakları tanımakla çözüme kavuşabileceğin söylüyordu. Ama ürkek muhalefet (ki, sanki içinde bir Doğu Perinçek damarı saklı); bu görüşleri bölücülük sayıp karşı çıkıyor, duymak bile istemiyor ve tıpkı AKP-MHP iktidarı gibi sadece HDP'nin oylarını istiyorlar.
Bu anlayış içindeki ürkek muhalefet, iktidarı alacak adımları atmıyor.
***
Bu iklimin etkisinde kalan dostlarımız sık sık soralar:
"Kürtlerin neyi eksik, hangi hakları yok ki?"
-Sadece bir kaçını sayalım bakalım:
Kürtlerin ana dillerinde; okur-yazar-konuşur olmaları, şarkı-türkü-masal söylemeleri, çocuğuna isim vermeleri, ölüsüne mevlit okumaları..., yasaktır. Coğrafyalarındaki, dağ, tepe, köy, kent isimleri değişmiştir. Sadece bunlar bile onların; kimliksiz, köksüz, kültürsüz bırakılmak istendiğini göstermez mi?
Özetlersek: dil, bir halkı geleceğe taşır. Hani: “Savaş barutsuz kalınca kaybedilir” ya, bir halk da dilsiz kalınca...
Kimliksiz, köksüz, kültürsüz kalmak!...
Şimdi lütfen bir an için kendinizi bu hakları olmayan bir Kürt olarak düşününüz.
Düşündünüz mü? Peki, neler hissettiniz?
Biliniz ve inanınız ki, bu insanlar 3-4 kuşaktır hep bu duygu ve hisler içinde dirençle yaşadı ve yaşıyorlar.
Onların bu istekleri birer lütuf değil ki, her biri evrensel insan hakkı, hem de ülkemizin altına imza attığı insan hakları sözleşmesi içinde satır satır sıralanan haklar...
Bu coğrafya dünya kültürüne beşik olmuş Anadolu... Bu toprakların en kadim halklarından birisidir Kürtler.
O halde, Kürtlerin insani hakları, kültürleri niçin yok sayılıyor?
Peki, vicdanlar olanlara neden sessiz?!
Bu ayrımcılık, nefret suçu, ya da ırkçılık değil mi?
HDP'nin nice lideri ve üyesi hapiste, seçimle kazandığı hemen hemen tüm belediye başkanlıkları kayyımlara devredildi. Yetinmediler, şimdi de Anayasa Mahkemesince aklanmış ve haksızlık yapıldı diye mağdurlarına tazminatı ödenmiş olan bir davayı yeniden gündem yaptılar kitlesel gözaltılar(!) yapmaya başladılar.
Haa, bir de Demirtaş'ın o meşhur kahvaltıda buluşma teklifi vardı. Bu insani diyalog çağrısı bile ilkel kan davası anımsatmasıyla karşılık buldu. Ne kadar yoz ve çirkin!...
Ey muhalefet partileri! Hani siz hak-hukuk-adalet diyordunuz neredesiniz?
Artık gerçeklerle yüzleşiniz! Seçimlerde "istemem yan cebime koy" şark kurnazlığını da bırakın, bu kurnazlık sürgit devam edemez, etmemeli...
Sağduyu, HDP ile demokrasi ve barış ortak paydasında buluşmanızı ister.
***
Zaten iktidar işini bırakmış, elindeki yargı, yürütme, güvenlik, eğitim, medya ve algı mühendisliği desteği ile muhalif insanları ve onların temsilcisi olan parçalı muhalefete yükleniyor. Onları bir arada tutmamak için farklılıklarını "düşmanlık" haline getirmeye, parçaları uzlaşmaz kılmaya çalışıyor. Ve onları; haksız, hukuksuz, adaletsiz, güvensiz, güvencesiz, eğitimsiz ve çaresiz bırakmayı başarıyor.
İktidardakiler, muhalefeti dağınık ve uzlaşmazlık içinde gördükleri an, ellerini ovuşturup gülüyor, sonra da bu durumu fırsata çeviriyorlar.
Eyy, parçalı muhalefet ve destek verenler!
Yıllardır; EGO, kibir ve baskıdan çok çektik. Eğer çektiklerimizin bitmesini, bize çektirenlerin de demokratik yollarla gitmesini istiyorsak, şimdi farklılıkları zenginliğe dönüştüren adımları atmanın tam zamanı...
Biz farklılıklarımızı kabul edip ve birbirimize saygı duydukça çoğalır ve "insanlık" ailesinde yer alırız. O halde bu barışçı birlikteliğe kim engel olmak isterse onların; EGO'ları, ırkçı, dar grupçu anlayış ve eylemlerine de karşı durmalıyız. Ancak o zaman ortak vatanda demokrasi ve barış içinde mutlu, huzurlu bir yaşam olabilir.
Diğer yazılarım için: tıklayınız