Diyanet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Diyanet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2022 Cuma

'ENES KARA'

Bundan bir önceki yazıma çokça olumlu geribildirim almış ve bu desteği aldığım için sevinmiştim. 

Bu yazı; yurdumuzda azınlıkta kalmış halklar ile onların anadil ve kültürleri gelişmesin, zamanla yok olsun diye devletin: "Dünya Çocuk Hakları Sözleşmesi"ne koyduğu çekinceleri konu almıştı.  

Bu yazıdan sadece dört gün sonra Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. sınıf öğrencisi 20 yaşındaki Enes Kara 7. kattan atlayarak yaşamına son verdi.

Bu trajik olayla da devletin; herkese eşit, tarafsız bir yönetim ve denetim yapmadığı için yoksul halk çocuk ve gençlerine kurulan tuzaklar ve insan haklarına konan çekinceler ortaya saçılıyordu.

Ortak toplumsal bir acıya dönüşen Enes Kara'nın trajik ölümü, aslında bir ilk değildi, çokça ve sıkça yaşanan benzerleri unutuldu. Ya da bu olaylar "kol kırılır yen içinde kalır" anlayışı ile hiç dillendirilmedi. Bu tür olaylar, bugünkü yönetim anlayışı sürdükçe de devam edecektir. 

Asırlar öncesine dayanan ve Ortaçağda binlerce türevi bulunan bu tarikat-cemaat anlayışlarını, bazı dürüst dindarlar "dinsel sapkınlık" sayarlar.

Çünkü bunlar, bireydeki: özgürlük, özgünlük yani 'Ben'i yok eder, kendi sapkınlıklarını zerk ederler. İnsanı, bilimi önceleyip onlar gibi olmayan ve düşünmeyen: Hallâc-ı Mansûr, Şeyh Bedreddin gibi nice bilgeleri zalimce yok ederler.

Çünkü böylesi sosyolojik-ekonomik-psikolojik örgütlenmelerin arkasında, egemenlerin çıkarları, için örtük kalan nice karanlık emel ve nice cehalet gerçekleri var.  

Şimdi Ortaçağ'dan biraz uzaklaşıp günümüz bakalım:

Anayasamızda, devletin eşitlikçi ve demokratik laik olduğu yazılı olsa da böyle olmadığının göstergesi, bu anayasada diyanet işleri başkanlığına yer vermesidir. Bu, çokça değişik inancın bulunduğu bir ülkede, devlette egemen olan gücün, kendi anlayışıyla, halkı şekillendirmesi, inançlarına yön vermesidir. Kısaca, iktidarda hangi güç egemense, dini o anlayış düzenler demektir. 

Böylece ülkenin 'resmi' bir dini olmuş olur! 

Böylece bu resmi kurum aracılığıyla, pek çok inanç ve yaşam biçimi sadece bir dine, bir mezhebe zorlanır. 

Böylece, resmileşen tekçi anlayış ile onun çevresinde konumlanmış bazı tarikat , cemaat ve vakıflar, ülkenin eğitim, sağlık, güvenlik, ulaşım gibi önemli hizmetlerini yönetir olur! 

Tarikat , cemaat ve vakıflar Ortaçağ'dan beri kendilerini halktan yana bir iyilikçi yardım kuruluşu olarak tanıtırlar. 

O zaman açalım bakalım insanlık sözlüğünü ve sorularımızı soralım: 

İyilik nedir? 

Yardım nedir? 

İyilik ve yardım eden, hiç karşılık olarak kulluk, kölelik bekler mi?

Peki, insanlarımızın iyilik ve yardıma ihtiyacı varsa, bu hizmeti niçin devlet ve belediyeler yapmıyor?

...

Bunlar, kendi inançlarını "en.. en... en..."  Sayıp başka kişi ve gruplara yayan, böylece hem maddi hem de sayısal olarak güçlenen parazit misyoner kuruluşlardır. 

Bunlar, sorup sorgulamayan kindar taraftarlarına, kendileri gibi düşünmeyen anne-baba-kardeşlerini bile kafir-düşman ilan ettirirler. 

Bunlar kendi çıkarları için öldürmek dahil her tür kötülüğü yapan, yalan söyleyen, yemin eden ve tüm bu kötülükleri mubah sayanlardır.

***

Yazımıza konu Enes Kara olayı, eğitim alanında geçtiğine göre biraz da MEB'de olup bitenlere bakalım: 

  • MEB'de ders müfredatları diyanet, bazı tarikat, cemaat ve vakıfların denetim ve yönetiminde imam hatipler anlayışla hazırlandı.  
  • Zorunlu din dersiyle yetinmeyip, başka başka dinsel konu derse dönüştürüldü. 
  • Biyoloji biliminin temelin olan evrim teorisi bile konular dışına çıkarıldı.
  • Milli Eğitim Şûrası’nda 4-6 yaş grubu çocukların eğitimine din eğitimi eklenmesini kabul edildi.
  • Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 4-6 yaş Kuran kursu eğitiminin zorunlu eğitim kapsamında değerlendirilmesi isteği var.
  • Okullarda ezici çoğunlukla din dersi öğretmeleri yönetici oldu.
  • Devlet görevi olan, eğitim kurumu açmak, ihtiyacı olan öğrencilere barınak ve yurtlar sağlamak işini yapamaz oldu. 
  • Çeşitli devlet kurumları, özellikle de belediyelerin olanaklarıyla yeni yeni vakıflar kuruldu ve var olan bazı vakıflarla birlikte MEB'in ya da devletin görevini üstlendiler. 
  • Belli bir anlayış, öğreti, gelecek ve çıkar planı olan bu vakıflar, MEB ile yapılan özel protokoller sonunda hedefleri olan; öğrencilere, öğretmenlere, velilere ve tüm hizmet alanlarına ulaşmış oldu.    

Vakıfların barınaklarında barınan, yoksul halk çocuklarından birçoğu, aldıkları köle-kul-çaresizlik eğitimi gereği bu kurumlar ve anlayışlarına minnettar kalır, onların anlayış ve öğretilerini savunur. Fakat bu Ortaçağ eğitimine karşı çıkanların bir kısmı Enes gibi canına kıyar, bir çoğu da taciz tecavüz sonucu derin sosyal ve psikolojik yaralarla, güvencesiz, mutsuz, çaresizce yaşamaya çalışır. 

Enes Kara da böylesi bir cemaat evinde kalan bir gençtir. Buraya,"25 yıldır aynı cemaat içerisinde..." olduğunu söyleyen babasının isteği ve zorlamasıyla gelmiştir. Buraya uyum sağlayamamış ve çok mutsuz olmuştur. 

Bu akıllı genç, mutsuz yaşamını kendi sesiyle yaklaşık 13 dakikada özetlemiş. 

Meğer bu kısa söyleşine sığdırdığı ne de çok derdi varmış!: 

Bulunduğu kurumun şartları ile işleyişi...

Günlük yaşamda olup bitenler...

İnanmadığı halde yaptığı ibadetler...

Okul başarısızlığı ve sonraki olası gelişmeleri...

Ülke gençlerinin  bugünü ve geleceği...

Enes, vedalaşırken 'vasiyetini' de yapar: 

Harçlığı ikiye bölünecek!    

Böylece aile içindeki üzücü bir yaşanmışlığa çözüm bulur ve okuyanı, dinleyeni sarsar, onların içerilerine kızgın gözyaşları akıtır.

İşte, duyguları yükseltip ağlatan o çözümü: 

  1. Annesinin istediği fakat babasının almadığı fırını alması için annesine yeterli miktar verilecek! 
  2. Kalan miktar ise Enes'in iki kardeşi arasında paylaşılacak!   

***

Böylesi yaraların açılmasına, böylesi acıların yaşanmasına neden olan, bu acılarla beslenip güçlenen pek çok inançsal ve siyasi oluşum var!

Bunlar, özgürlüğe, bilime, sevince düşman olanlardır! 

Bunlar, kul-köle-biat-çaresizlik anlayışıyla çoğalanlardır! 

Bunları yasaklamak, göstermelik soruşturmalarla bitirmek mümkün değildir! 

Çünkü bunlar bu tür yaptırımlardan 'mağduriyet' çıkarıp, güç devşirirler. 

Peki, o halde ne yapmalı, nasıl yapmalı?

Böylesi acılar susarak tepkisiz kalarak son bulmaz. 

Acılar bir daha olmasın diye olanlarla yüzleşmek, olanları unutmadan, acı yaşamış olanlara empatiyle sahip çıkarak çoğalmak gerek. 

Bu parazitlerin insani olmayan kirli-gizli amaçlarını, belgelerle herkese göstermeli, her ortamda teşhir edilmeli. 

Ancak o zaman onlara güç veren kandırılmış halk, onları tanır ve verdiği desteği çeker, özgürlüğüne sahip çıkar. 

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


13 Temmuz 2018 Cuma

Prof. Dr. Ziya Selçuk


1979 yılında İlköğretim Müfettişi iken ailevi nedenlerle görevimi bırakıp Eğitim Uzman Yardımcısı olarak İstanbul Rehberlik Araştırma Merkezine atanmıştım. Bu merkezler, Demirel Hükümetleri döneminden başlayarak solcu olanların sürgün edildiği kurumlar olmuştu, fakat ben isteğimle gelmiştim. 

Bu kuruma gelmekle belki maaşımda önemli bir düşüş olmuştu, fakat öyle değişik bir ortama gelmiştim ki burada; insana-çocuğa-eğitime dolayısıyla dünyaya bakışım değişmeye başlamıştı. Bu güzel ortamı, kurum yönetimi ve çalışanların “rehberlik anlayışı” içinde kurmuş oldukları işbirliği sağlamıştı. Bu nedenle ortam bana çok iyi gelmiş, hiç sıkıntı çekmeden alışmış ve hem mesleki, hem insani güzel dostluklar kurmuştum. 

O yıllarda ülkemizde karabasan gibi çöken bir korku iklimi vardı. İnsanlar güvensiz ve huzursuzdu ve her gün ölümle biten çatışmalar oluyordu. Bunun üstüne bir de 12 Eylül faşist askeri cuntasının baskıları eklenince… O yılları dahada zor yıllar yapmıştı. Ancak bizler, kurumumuzda var olan “rehberlik anlayışı” nedeniyle, ülkeyi saran bu korkutucu ve baskıcı havadan çok etkilenmemiştik.

12 Eylül faşist askeri darbesi sonrasında artık kurumumuza sürgünler değil; pedagoji, psikoloji ve halk eğitimi bölümlerini yeni bitirmiş çok sayıda genç, "Eğitim Uzman Yardımcısı” atanıyordu. Peş peşe atanan bu gençlerin çoğu kadın, üçü de erkekti ( ki, bunlardan sağ görüşlü olan iki erkek sonraları alanlarında profesör oldu.). Bizler, kurumumuzu şenlendiren bu gençleri coşkuyla karşılamış, benimsemiş, sevmiş ve kaynaşmıştık. 

İşte bu gençlerden biri de bu günkü Milli Eğitim Bakanımız Sayın Ziya Selçuk idi… Ziya Bey ile aynı odada iki yıl kadar çalıştık. Çokça sohbetimiz ve arkadaşlığımız oldu. 

Ziya Bey de çoğumuz gibi yoksul bir ailenin çocuğuydu. Ve O; hepimizden daha genç, hepimizden daha uzun boyluydu. Çok okur, felsefeyi, araştırmayı, planlı çalışmayı çok severdi. Ayrıca şiirler yazar, karikatürler çizer, “Fono” dan İngilizceyi öğrenir, azimli, esprili, iyi dinleyen, az ve güzel konuşan, fanatik olmayan sağ görüşlü bir kişiydi. 

Bu özellikleri ona bir farklılık kazandırıyor ve kurumda sevilmesini sağlıyordu. Kim bilir belki o da üniversite yıllarında kendisine öğretilen “solcular kötü insanlardır” anlayışını, bizleri tanıdıkça terk etmeye başlamıştı.
Kurumumuzdan askerlik nedeniyle ayrılan Ziya Bey'in askerlik  sonrasında akademik çalışmalara başladığını duyduk. Kısa zamanda da ülke çapında fark yaratan bir eğitimci olarak, sesini duyurmaya başladı...  


***

Ve Ziya Selçuk Talim Terbiye Kurulu Başkanlığına atandı. Kısa zamanda gündem yaratan pek çok işler yaptı. Öncelikle  eğitimi "öğrenci odaklı rehberlik anlayışı" ile tanıştırıp onunla yol almak istedi ve bu çabaları ile de ilgi odağı oldu…

O zaman kendisini kutlamak için gönderdiğim bir mesajda: "Siz Türkiye için bir şanssınız" demiştim. Fakat ne yazık ki Türkiye bu şansını çok fazla kullanamadı...

Sayın Ziya Selçuk şimdi ise Milli Eğitim Bakanı... 

Ziya Beyle tanıştığımız yıllardaki ülke şartlarını yukarıda özetlerken; “O yıllar çok zor yıllardı. Ancak bizler kurumumuzda var olan “rehberlik anlayışı” nedeniyle, ülkeyi saran bu korkutucu ve baskıcı havadan çok etkilenmemiştik." Demiştim. Bu cümleyi bilerek tasarlayarak yazdım.

Çünkü ülkemiz bugün de o yıllar benzeri bir iklim içinde zor günler yaşıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı büyük bir kurum ya da büyük yuvadır. Bu yuvanın; okulları, müfredatı, öğrencileri, öğretmenleri, yöneticileri, çalışanları ve velileri hep birlikte, ortaçağ benzeri anlayışlar nedeniyle zor günler yaşıyor. 

Anaokulundan üniversiteye kadar tüm eğitim sistemi, diyanet ile dini vakıfların yörüngesine sokulmuş ve imam hatip anlayışı egemen kılınmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da eğitimde “rehberlik anlayışı” da yok olmuş, eğitim sistemimiz bilim dışı bir yörüngeye oturtulmuş durumda… Gelecek nesillerimiz tehdit altında...

16 yıllık AKP iktidarı  6 kez bakan değişikliği yaptı ve her yeni bakan sistemde sil baştan değişikliklere uğrattı. Her dönem ve her adımda karar veren tek belirleyici de şimdiki Sayın Cumhurbaşkanı olmuştur. Umalım ve dileyelim ki şimdi yaşanan kaosu görmüş ve bilimsel yoldan çözümler bulması için de Milli Eğitim Bakanlığına Sayın Ziya Selçuk’u getirmiş olsunlar.

(Bilindiği gibi Talim Terbiye Kurulu Başkanı iken önemli adımlar atmış, sorunları giderip düzeltmeye çalışmışken, zamanın bakanı H. Çelik ile anlaşamayınca görevini bırakmıştı.)

Ziya Bey eğitimde çoklu zeka kuramını etkili kullanmak isterdi. Dilerim ki toplumda da çoğulcu anlayışın egemen olmasına katkılar sunar. Eğer kendisine politik kaygılardan uzak özgür bir çalışma ortamı sağlanırsa bunun ülkemiz eğitimi için bir şans olacağını düşünüyorum. 

Ziya Bey her bakana nasip olmayan büyük bir kamuoyu desteği kazandı. Unutmasın ki, herkesin ondan isteği; eğitimi bilim  rehberliğinde, demokratik, laik bir yörüngeye oturtması ve kurumda yaşanır bir iklim yaratmasıdır.

Bilimsel yöntemlerle çalışacağını ya da çalışmak isteyeceğini düşündüğümüz Prof. Dr. Ziya Selçuk’un uzun süreli çalışması, acaba kabul görecek mi?

Artık bekleyip göreceğiz.

Sayın Selçuk'u yeni görevi için en içten duygularımla kutluyor, başarılar diliyorum.

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

6 Temmuz 2018 Cuma

Bugün konumuz CHP…

Bugün konumuz CHP CHP; hem sosyal demokrat, hem muhafazakâr, hem İslamcı, hem milliyetçi,  hem de laik bir karışım… Sağa tutunup, sol olmak ister gibi zıtlıklar içinde, bir kimlik karmaşası yaşıyor CHP. Ve bu haliyle de ülke yönetimine talip oluyor. (Aslında bu haliyle bile, şimdiki iktidardan daha fazla hak ediyor ya...)

Ülke yönetimine gelebilmek için bir partinin öncelikle, içinde bulunduğu kimlik karmaşasından kurtulması, hedeflerini/ilkelerini belirlemesi, ülke sorunlarına çözüm getirecek uygulamaları ve öncellikler sıralamasını yapması gerekir. Dilerseniz biz de öncelik sırasını eğitim konusuna verelim ve CHP’nin eğitim konusundaki duruşuna bakalım:

Bugün ülkemizde anaokulundan üniversiteye kadar tüm sistem; diyanet ile dini vakıfların yörüngesine sokulmuş ve imam hatip anlayışına terk edilmiştir.  Zaten okulların önemli bir bölümü de resmen imam hatip yapılmış durumda.

Peki, siz CHP'nin; diyanetin denetiminde, dini vakıfların yörüngesinde ve ortaçağ anlayışı içindeki imam hatip yaygınlaşmasına karşı çıktığını hiç duydunuz mu?

Hayır, duymadınız.

Peki, CHP ne yaptı?

Onlar oy beklentileri için, gerçekleri söylemediler: İmam hatipleri biz kurduk, hiç kapatır mıyız!?..., diyerek  Biz sizden daha dindarız” yarışına girdiler.

Oysa sosyal demokrat bir anlayış (demokrasi ve laikliği savunduğu için) halka; iktidar olduğunda, inanç gereği ihtiyaç duyulan imam-hatip ve okul sayısını belirleyip ihtiyaç fazlası olan okulları laik ve bilimsel eğitimin hizmetine sunacağını hiç çekinmeden açıklamalıydı.

Çünkü bugünkü eğitim uygulamaları, sadece günümüze değil gelecek nesillerimize de kötü bir mirastır. Şimdi artık bu mirasın olası zararlarını azaltmak için birlik olup, önlem almak zamanı. Bu, ülkemiz ve çocuklarımızın geleceği için bir zorunluluktur.  İşte tüm bu yaşamsal ve bilimsel gerçeklere rağmen beklenen açıklamayı yapmadılar, yapamadılar…

***

24 Haziran seçiminin, partiler içinde artçı sarsıntılara neden olacağı öngörüsü vardı, öyle de oldu. “İkbal” beklentileri için iç çatışmalar başladı… Ve ilk sırayı yine CHP aldı…

En hızlı çıkışı da; “Barışmak-Büyümek-Bölüşmek…” Diyerek yola çıkan ve epeyce destek bulan Muharrem İnce yaptı. Ve sanki Cumhurbaşkanı olamadım, bari parti başkanı olayım dedi. Oysa o Muharrem İnce, günlerce milyonların karşısına çıkıp; Kılıçdaroğlu’na rakip olmayacağım!...” diye söz vermişti.

Bu duygu yüküyle İnce, Kılıçdaroğlu ile yediği ailelere özel yemek sonrasında kendisine uzatılan mikrofona; Kendisine onursal başkanlık teklif ettim... Ben imza toplamayacağım, ama hayır derse örgüt kendisi çözecektir bu işi” dedi. (Aslında İnce bu sözleriyle, genel başkanı Kılıçdaroğlu’nu halka ve parti delegelerine şikâyet ediyordu…)

(Ne dil ama!.. Sizce bu bir tehdit değil mi?)

Böylece hem kısa süre içinde oluşmuş İnce albenisi, hem de kitlelerde yaşatılan umutlar, coşkular birden bire güneş görmüş kardan adam misali ince ince ermeye başladı…

Ben bunları yazarken sanki üst üste yenilgiler almış CHP yönetimini savunuyormuşum diye bir duyguya kapıldım ve birden bire kendimi kötü hissettim.

Ama hemen, pek çok olumsuzlukları olsa da, olumluluklarını unutmamak, hakkını vermek gerektiğini düşündüm. Çünkü; “Adalet Yürüyüşü” ve (HDP’siz kısıtlı, sınırlı da olsa)  “Millet İttifakı” gerçekleştiren kişidir Kılıçdaroğlu…   

Kuşku yok ki CHP yönetim yenilgileriyle yüzleşmeli, özeleştiride bulunarak ülke gerçeklerine göre kendisini güncellenmeli, değişmeli, yenileşmeli… Hatta İnce’yi çağırıp da gel sen başımıza geç diyebilmeliydi.

Olmadı… Belki olacaktı da, aceleci davrandı İnce… O, milyonlara söz veren kişi, egosuna yenildi ve meydan okudu… İnce ince eridiğinin farkına varmadan.

Tam da bireysel çıkışlardan uzaklaşmak, birlikte kaybedilen seçim sonuçlarını tartışıp, gelecek için ne yapmalı, nasıl yapmalı arayışına girmek, tek adam düzenine karşı safları sıkılaştırmak gerektiği bir zamanda… Ortaya çıkıp, “ben adayım” demek, ne halka, ne partiye ne de Sayın İnce’ye bir kazanım sağlamadı.  

Yazık oldu!...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

13 Nisan 2018 Cuma

17 Nisan yurda ışık saçarken

Canlılar bulundukları coğrafi ortamda sağlıklı yaşamak için; toprak, su, hava ve güneşe ihtiyaç duyar, yuva kurar, beslenir, barınır, çoğalırlar. Böylece genleri ve kültürlerince belirlenmiş yaşam tarzlarına uygun bir yaşam sürerler.

İnsanlar dışındaki canlıları bitkiler ve hayvanlar olarak ayırırsak, bitkilerin yavrularına nasıl bir eğitim verdiklerini pek bilmesek de, hayvanların yavrularını "yaygın eğitim"den geçirdiklerini biliyoruz.  İnsanlar ise yavruları için; hem yaygın ve örgün eğitime, hem işe, hem de adalete ihtiyaç duyarlar. İnsanlara özgü bu istekler ancak işbirliğine dayalı bir toplumsal yaşam içinde mümkündür. 

Sadece çıkarlarını düşünen politikacılar için, iktidarda uzun yıllar kalmanın biricik yolu, kendilerine biat edip sorgulamayacak cahiller olduğunu iyi bilirler. Aydınlığa düşman bu anlayışlar, cahil yetiştiren kurumlara ve çağ dışı olmuş ezberci eğitimi çok önemserken, insan hakkı olan iş ve adaleti de, sadece kendi kıstaslarına uygun olanlara vermek isterler. 

İktidar olmanın gücünü her alanda kullanır, hamasi vatan-millet nutuklar söyler, şiirler okur, öncelikle de aydınlık kurumları ve kadrolarını hedef alırlar. Bu kurumları işlevsiz, itibarsız kılarak kapatır, kadrolarını da etkisiz bırakıp yıldırmak için; tehdit eder, sürgün eder, görevden uzaklaştırırlar.

Ülkemizde de böylesi durumlar yaşandı ve yaşanıyor.: 

Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940 yılında açıldı, 1946 yılından başlayarak hedef alındı ve 1954 yılında kapatıldılar.  Hem de başardıklarıyla, dünya eğitim tarihinde örnek kuruluş olmuşken... 

Köy Enstitüsü felsefesi, halkı ve demokrasiyi çok önemsediğinden; eğitim, sanat, tarım ve sağlık alanlarına öncelik verir. Bu anlayışla yetişen kadrolar; hurafe, cehalet, bağnazlık, sıtma-tifo-trahom-veba-verem, kara saban ile savaşmaya başlaryıp, ağalık düzenine  korku salarken, bazı Köy Enstitülüler de sanat-edebiyat-bilim insanları olarak dünyaya açılmıştı. İşte tam da bu anlayış yaygınlaşıp, Anadolu’ya ışık saçmaya başlamışken… 

Öğretmen okulları mesleğini içselleştiren çevresini, öğrencisini tanıyan onlara rehber olan öğretmenler yetiştirirken…

Fen ve Anadolu Liseleri, ülkenin geleceği için önemli gençler yetiştirmeye başlamışken... 

İlköğretim okulları ve Orta öğretim okulları çağdaş dünyaya ayak uydurmaya çalışırlarken…

Her kurum işlevine uygun bilimsel donatıya sahip olmaya çalışırken; karşılarına bilimi, aydınlığı, demokrasiyi, laikliği sevmeyen, halk düşmanı karanlık sesler ve güçler çıkmıştır. Böylece bu güzel kurumlar; söylenen yalanlarla, yaratılan algılarla yıpratılarak kapatılmış veya işlevsiz bırakılmışlardır. 

Günümüz iktidarı da düşlerini gerçekleştirmek için Orta Çağ'a yelken açtı... Bu amaçla bütün okullarda; Sünni diyanetin yönetiminde, dinci olan, tarikat, vakıf ve derneklerin yörüngesinde imam hatip anlayışını egemen kıldılar. Ayrıca halkın karşı çıkmasına rağmen, kentin ve mahallenin en gözde, en merkezi okullarına imam hatip tabelalarını astılar.

Ve kısmen başarılı da oldular....

***
Ancak; 

Konya İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün şehirdeki dinci vakıflarla düzenlediği “gençlik ve inanç” konulu çalıştayda aşağıdaki tespitler yapılmış:
  • Öğrencilerin anlatılan dini bilgilerdeki tutarsızlıklar nedeniyle deizme kaydığı,
  • Din dersi öğretmeninin öğrencisine uygun rol model olamadığı,
  • Çocukların sorularının ya yanıtsız kaldığı ya da bastırıldığı,
  • MEB’in ders materyallerinin çocuklar değil yetişkinlere uygun ve yetersiz olduğu...

AKP iktidarı metal yorgunluğu içinde olduğunu ilan etmişti. Bilindiği gibi “metal yorgunluğu” metali işlevsiz bırakıyor. AKP artık iktidar yorgunu ve güç zehirlenmesi yaşıyor.

Bu yorgunluğu gidermek için ne girmiş olduklarını ilan ettikleri “Afrin operasyonu”, ne havuz yetmediği için Doğan Medya’yı alarak göle çevirme istekleri, ne de sanatçı geçinenlere şarkılı türkülü savaş güzellemeleri yaptırmaları buna çare olacak.

Bakın maliye bakanı ve ekonomiden sorumlu bakanları da “ kendi topuklarına sıkmaya” başlamışlar. 

AKP iktidarının en çok destek aldığı iki grup var: 

1. Kadınlar; yıllardan beridir kadınları eve kapatıp yaşam sahnesinden silmek istiyorlardı. Bunu kabul etmeyenlere de TBMM Başkanı gerekli işareti verdi... 

2. Küçük esnaf; her tarafa diktikleri AVM’lerin küçük esnaf iflaslarına neden olacağı hep söylenirdi. Ancak Esnaf Konfederasyonun verileri çok üzücü: Çünkü  2017'nin ilk iki ayında 19.859, 2018'nin  ilk iki ayında 20.308 ve 2014-2018 yılları arasında da toplam: 430.275 esnaf iflas etmiş. 

İstekleri hemen gerçekleşti: 9 Boğaziçili öğrenci tutuklandı...

Bu gelişmeler olurken; nasılsa göl maya tutmuyorbunlar er-geç bitecek diye beklememeliyiz. Çünkü ülkemiz adım adım karanlığa gidiyor. Geleceğimiz tehdit altında iken korkak, ürkek, dışlayıcı, küçük grupçu tavırlar göstermeden, herkes için güvenli ve demokratik bir gelecek ortak paydasında buluşmamız gerekir. 

İşte o zaman hep birlikte; 

Artık bunlar iflah olmaz, silkeleyin düşecekler!…, diyebiliriz...



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

23 Şubat 2018 Cuma

Bütün okullar "ikna odası"...

Bize bol bol ziya kucakla getir; düşmek, etrafı görmemektendir. Tevfik Fikret
  
Günümüzde bilim, teknoloji ve iletişim sistemleri uzakları yakın kılarak, dünyayı adeta küçük bir köye dönüştürmüştür. Tanışların bol olduğu böyle bir dünyada birey ve gruplar; özgünlüklerini koruyarak, eşdeğerli, özgür, barış içinde yaşamak isterler. 

Birlikteliği kolay kılmak için de bazı değerlere sahip olmaları gerekir. İnsanlık değerlerini, özgün değerler ve ortak değerler olarak iki bölüme ayırabiliriz.

Özgün değerler; bio-psiko-sosyal alanlardan kaynaklanan bireye ve ait olduğu gruba ait olan kısmi benzerlikler ve farklılıklardır. Örnek olarak; dil, ırk, din, inanç, kültür, gelenek gibi yerli, milli benzerlikleri ve bireysel farklılıkları sayabiliriz. 

Günümüz dünyası öylesine harmanlamış ki, hiçbir ülkede %100 olarak sadece özgün değerlere sahip insanlar göremezsiniz. Böylesi bir durum ancak olsa olsa başkalarınca henüz görülmemiş olan ilkel kabilelerde olabilir. Ki orada da mutlaka bireysel farklılıklar vardır.

Özetle “yerli ve milli olmak”; emperyalist güç ve işbirlikçilerinin sömürü düzenlerini sürdürmek için, düşünemeyen, yorum yapmayan, sadece itaat eden taraftar bulma amaçlı yapay bir algı, politik bir tuzak proje, bir gelecek ütopyasıdır.
*
Ortak değerler; Özgürlük, barış, demokrasi, laiklik, eşdeğerlilik, hak, hukuk, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk, insan onuru, dayanışma… Tüm insanlığa özgü üstün/erdem olan ortak değerlerdir. Yargıcın, doktorun, öğretmenin, yöneticinin vb. işini yaparken farklı inanç ve anlayışlara saygı duyması, kararı ayrım yapmadan vermesi/uygulamasıdır.

Görüldüğü gibi “ortak değerler” ne yerli, ne milli, ne de belli bir inanç sistemine aittir. Bunlar, herkesi kucaklayan insaniyet mirasıdır.

O halde; insanlık ve çevrenin geleceğini, insaniyet değerlerine uygun olarak eğitilmiş nesiller belirler.

O halde; eğitim sorunları da sadece bir ülke veya belli bir coğrafyanın sorunu değil, tüm dünyayı ilgilendir.

***
Ülkemizin çok önemli eğitim sorunları var. 

Peki, acaba sorunlara çözüm bulmakla görevli iktidar ne yapıyor? MEB'de neler oluyor?

Kuşku yok ki,“28 Şubat” anlayışının “başörtüsü” ve "ikna odası" uygulamaları, AKP'nin doğuşunu sağladı. Çünkü onlar "mağduru" çok ustaca oynadılar ve aldıkları önemli destekle de iktidar oldular.  

Büyük öfke ve kinleri vardı. İlk hedefleri de; okullar, çocuklar, gençler ve öğretmenlerdi.  “28 Şubat” anlayışı benzeri uygulamaları bu kez onlar kullanıp ülkenin yarısını "öteki" ilan ettiler.. Müfredatlar imam hatip anlayışına uyarlandı.

Artık anaokulundan üniversiteye tüm okullar Diyanet'in şemsiyesi altında ve vakıf, tarikat, derneklerin danışmanlığında; dindar ve kindar nesiller yetiştirmekle meşguller... Güncel sloganları “yerli ve milli olmak”. Yani; farklılıklar yok, sadece bir coğrafya,  sadece bir inanç, sadece bir tarikat ve sadece bir ırk var!...

Sonuç olarak: 16 yıllık iktidar; ülke sorunlarına çözüm bulamadığı gibi, Eğitim alanında, her gün, dünü aratacak yepyeni daha büyük sorunlar üretmeye devam etti/ediyor. AKP, ülkemizin tüm okullarını birer "ikna odası"na çevirdi. 

***
Sosyal medyada bir eğitimci herkese aşağıdaki soruyu sormuştu:

“Diyanet İşleri Başkanlığı, okullarda teşkilatlanmaya ilişkin (gençlik çalışmaları yönergesi) hazırlamış. Bu nasıl bir teşkilatlanma??”

Ben de bu soruya neden olan Diyanet İşleri Başkanlığı “Gençlik Çalışmaları Yönergesi"ni arayıp buldum. İşte bu yönergenin hedefleri:

“Okullarda yürütülecek gençlik hizmetleri
MADDE 11- (1) Üniversite, lise ve ortaokul düzeyinde gerçekleştirilecek gençlik çalışmaları aşağıdaki ilkeler çerçevesinde yürütülür.
a) Çalışmalar, okul idarecileri ve öğretmenler ile etkin bir işbirliği halinde gerçekleştirilir.
b) Gençlik çalışmalarının yaygınlaştırılabilmesi ve daha etkin hale getirilmesi amacıyla okullara göre planlamalar yapılır.
c) Okulların yoğun olduğu mahallerde gençlik çalışmalarının yürütülebileceği, gençler için cazibe merkezi olacak Diyanet Gençlik Çalışmaları Merkezleri ve okuma salonları açılmasına veya gençlik merkezi vb. mekânların kullanılmasına yönelik çalışmalar yapılır.
ç) Okullar periyodik aralıklarla ziyaret edilir. Okul ziyaretlerinde sadece konferans tarzı etkinliklerle yetinilmez. Düzenli ve sistematik programlar aracılığıyla gençlerle iletişime geçebilmenin imkânı oluşturulur.
d) Okullarda Diyanet çalışmalarını koordine etmek amacıyla genç gönüllüler arasından temsilciler belirlenir.
e) Okul temsilcileri ve sınıf temsilcileri ile periyodik değerlendirme toplantıları gerçekleştirilir.”

***
Şimdi ben saygıdeğer okurlarıma birkaç soru soracağım, isterlerse onlar da çevrelerine sorsunlar. 
Acaba bu çağda; 
Kim, çocuklarının bilimden uzaklaşmasını ister?

Kim, yakın çevre ve uzaklardaki insanların; düşünce, anlayış, inanç, milliyet farklılıkları nedeniyle  çocuklarınca yok saymasını, düşman görülmesini ister?

Kim, çocuklarının sadece yerli, milli, dindar ve kindar bir eğitim alarak yetiştirmesini ister?

(İşte bugün böyle nesiller yetiştirmek istiyorlar.  Onun için hedeflerinde okullar, çocuklar, gençler var.)  

Peki, yukarıdaki yönergenin "hizmetleri" size kimin örgütlenme tarzını hatırlatıyor?!...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

14 Ekim 2016 Cuma

Okullar ve Çocuklarımız Nereye Savruluyor?!..


AKP, iktidarının ilk yıllarında; “iki adım ileri bir adım geri” taktiğini izler ve kamuoyu tepkisinden çekinirdi. Şimdilerde ise, bu ürkekliği geçti, çok atak…  
  • Diyanet ve Vakıfların gölgesinde, imam hatip sistemine uyarlanmış 4+4+4 sistemine geçildi. Böylece 2004 yılındaki İmam hatipli 97.489 öğrenci sayısını günümüzde 1.201.500’ye (%1232) çıkardılar. 
  •  Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) oybirliği ile “öğrencilerin bir gerekçe göstermeden Din ve Ahlak Bilgisi derslerine girmeme haklarının verilmesine”. Kararını almıştı. Hükümetin bu karara uyma zorunluluğu olduğu halde, kararı yok sayma direnişini sürdürüyor. Böylece bir inanç dayatmasında bulunarak, “laiklik” ilkesini de fiilen sonlandırmış durumdalar. 
  • Karma eğitimi (kızlı erkekli eğitim)  tamamen ortadan kaldırmak üzereler. 
  •  Kız çocukların okula devam yüzdeliğini önemli ölçüde düşürdüler. 
  •  3 yılda bir yapılan “Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı”(PISA) araştırmalarında Türkiye’yi son sıralarda sabitlediler. 
  •  
Bunlar da yetmedi. Şimdi de en büyük projeleri, ülkemizin en gözde okulları olan Anadolu Liseleri’ni Proje Okulları haline getirmek: 
Önceki yıllarda bu okulların yönetimlerini değiştirmişlerdi,  şimdi de sınavla gelen öğretmenlerini almaya başladılar. Ve uygun ortam (!) yaratarak bu okullara “mülakat” ile öğrenci almanın arayışı/hesabı içindeler.
Yetmedi; Kabataş Erkek Lisesi Müdür Yardımcısı Şakir Voyvot’un “Bütün okullarımızın imam hatip lisesi gibi olması zamanı geldi…” Dediği 6 dakika 20 saniyelik konuşmasında; okullarda namaz kıldırmada yeterli olamadıkları için dernek ve vakıfları yardıma çağırdığı, taktik, plan ve amaçlarını anlattığı ortaya çıktı. Dilerseniz konuşmayı, ortamı içinde izleyip, dinleyelim: https://www.youtube.com/watch?v=7K4d97Wl5vA
Yetmedi; Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez bir parti başkanı özgüveniyle: “Toplumsal huzur ve birliğin temin edilmesi adına Başkanlık yasal yetki ve sorumlulukları genişletilmeli ve tahkim edilmelidir.” , “Camilere bağlı gençlik kolları oluşturulmalı; il ve ilçelerde gençlik rehberi adıyla yeterli kadrolar ihdas edilmeli ve bu rehberler aracılığıyla Diyanet İşleri Başkanlığı ideal bir gençliğin yetiştirilmesinde gerekli desteği vermelidir….” Gibi isteklerde bulundu. Kime özeniyorsa il-ilçelerde Camilere bağlı gençlik kolları ve gençlik rehberi arayışında!… Peki ne yapacak bunlar?!  
Bir de, belki unutunuz hatırlatmak isterim: İlim Yayma Vakfı’nın kurucusu olduğu, Sabahattin Zaim Üniversitesi Rektör Yardımcısı Prof. Dr. Bülent Arı: “Bizde de şimdi okuma oranı arttıkça beni afakanlar basıyor. Ben daha çok cahil ve okumamış, tahsilsiz kesimin ferasetine güveniyorum bu ülkede… Ülkeyi ayakta tutacak olanlar okumamış, hatta ilkokul bile okumamış olanlardır… Okumuşlardan korkuyorum, pratikte en tehlikeli kesim üniversite mezunlarıdır.”  Demişti.
Görüldüğü gibi, cehaleti kutsuyor ve geleceklerinin teminatı olacak cahil bir nesil istiyorlar. Herhalde, böyle bir neslin yetişmesi için de; geometrik hızla geliştirilen İmam-Hatip ikliminin uygun olabileceğini düşünüyor ve umuyorlar.
Sonuç: Orta yerde korku dolu bir sessizlik var… Sadece canı yanan bazı öğrenci, bazı öğretmen, bazı veli, bazı yazarçizerlerin, karşı çıkışları ve çığlıkları var. Büyük çoğunluk yılgın, sinik, şaşkın…

 ***
Bu iklimde özgüven yitimine uğrayan insanlar:
İktidarın iç-dış politikası çok etkili oldu. Birden bire hem içeride, hem de dışarıda savaş ortamına sürüklendik. İnsanlar önlerini göremez oldu, özgüven yitimine uğradılar…
Sizler de belki tanığı olmuş, belki konu komşunuzdan, belki de haberlerden duyup öğrenmişsinizdir: Bu iklimde yaşamanın zorlaştığını anlayan ana-babalar; anaokulundan, üniversiteye kadar her çağdaki çocuklarının geleceği için çok yoğun endişe duymaya başladılar.
Bu nedenle velilerden; çok varlıklı olanlar, çocuklarını alıp başka ülkelere göçtü, varlıklılar, ülke içinde güvenli gördükleri özel okullara verdi çocuklarını, gücü yetmeyenler ise düzenin akıntısına kapılmış kara kara düşünmekte ve çocukları mevcut devlet okulunda… Bunların hangisine kızabilir, hangisini eleştirebilirsiniz ki? Hepsi haklı!… Önce can diyor, her üç grup ana-baba da. Çünkü herkesin en değerli varlığı çocukları…
Bilirsiniz, okuyup başarılı meslek sahibi veya akademisyen olmuş tüm kişilerin geleceğe dair pek çok hayali, pek çok projesi vardır. Ülkeyi refaha kavuşturacak ve geliştirecek olan da bu hayal ve projelerin gerçekleşmesidir. Fakat bu beyinlerin, bazıları iktidarca işsiz bırakıldıklarından, bazıları da gelecekleri için endişe duyduklarından, ülkeden kaçmanın yollarını arıyor.
Artık onlara güven vermiyor, bu kara-sarı-sıcak iklim.
Tıpkı 1930’lu yıllarda Faşist Hitler’in zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınmış Yahudi asıllı bilim adamları gibi…
Şimdi de tarihten bir sayfayı anımsatalım:
Albert Einstein, “Yahudi Halklarının Sağlığının Korunması Vakfı” Onursal Başkanı olarak 17 Eylül 1933 günü yazdığı mektupla, T. C. Başbakanlığından; Nazi zulmünden kaçan Yahudi akademisyenlerin Türkiye’de mesleklerini icra edebilecekleri bir kuruma yerleştirilmeleri rica edilmektedir
Başbakan İsmet İnönü’nün bu mektuba olumsuz yanıt verdiği, fakat Atatürk’ün devreye  girerekk 190 Profesörün üniversitelerimizde ders vermeye başladıkları…: http://www.serenti.org/einsteinin-mektubu/
Bu bilim adamlarının, Cumhuriyet’in  yeni kurulduğu yıllarda, ülkemizin geleceğine yön verecek çok büyük katkılar sağladıkları bilinmektedir.
İşte bugün de bazı zenginlerimiz ve pek çok bilim insanımız kendi geleceklerini güvende göremedikleri için, tıpkı o zulmünden kaçıp Türkiye’ye sığınmış bilim insanları gibi gidiyorlar ve gidecekleri ülkelerin bilim-teknoloji ve sanayilerine katkı sunacaklar.
Bu durum ülkemizdeki; eğitime, ekonomiye, sanayiye, teknoloji ve bilimsel alanlardaki tüm gelişmelere büyük zararlar verecek ve çok önemli psiko-sosyal kırılmalar yaşanmasına neden olacaktır.
***

Özetle:
Anayasa dedikleri sadece raflarda bir kitap, Demokrasiden eser yok. Yasama; etkisiz, işlevsiz ve yetkisiz, … Yargı ve Eğitim sistemi çökmüş durumda…
Ülkenin bunca çözüm arayan ağır gündemi varken, bakın yine gündem değişti:
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Putin ile görüşmesini “Devlet Başkanları olarak konuştuk” diye özetledi. Başbakan Binali Yıldırım da Türkiye, fiili durumu hukuki duruma dönüştürmek mecburiyetindedir.  Dedi, yani; faili hukuk içine çekmek yerine, fiilen ilan edilmiş bir Başkanlık için anayasal çözüm arıyor.
Yeni gündemimiz: B A Ş K A N L I K !..
Haydi, tartışın bakalım…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız