laik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
laik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Ağustos 2020 Pazar

ERDOĞAN ŞENEL'in ANISINA...



Erdoğan Şenel
ile tanış olmamızı sosyal medyada paylaştığımız yazı ve görseller sağladı. Sonraları yaptığımız telefon görüşmeleri ise bu süreci daha da geliştirip, pekiştirdi. Böylece yüz yüze tanış olmasak da; yazı, görsel ve ses dalgalarımız bizim dost olmamızı sağlamıştı.

İkimiz de yüz yüze görüşüp dostluğumuza boyut kazandırmayı ve derinleştirmeyi çok istiyorduk. Ve Erdoğan arkadaş, bunun için bir çözüm bulmuştu: Yakın zamanda kızları için İstanbul'a gelecekti. Biz de o günlerde buluşup konuşacaktık. Bu çözüm için sevinmiş ve o günü beklemeye başlamıştım.

Erdoğan Şenel & eşi Ferayi                              E. Şenel- Banu ve Cansu 
 











Erdoğan Şenel, sigara içenlerde sıklıkla görülen bir koah hastasıydı. Bu yüzden sık sık hastaneye gider, gelir, yatar ve oradaki anılarını ve doktoruyla kurduğu diyalogları yazılarında bizlere anlatırdı. Bir konuşmamızda: Sigara?!... sözcüğünü  duyunca cümlemi tamamlama fırsatı vermeden: "Keşke hiç içmeseydim" demişti.  (Bilirsiniz, keşke demek olup bitenler için "ah" çekmektir, çözümsüzlüktür.) Denizli'de durumu ağırlaşınca acil olarak İstanbul-Gaziosmanpaşa'da bir hastanenin yoğun bakım ünitesine getirilmişti.

Ben bu üzücü haberi Erdoğan'ın  öğretmen olan kız kardeşi (sosyal medyada arkadaşım) Nevin Sen'in paylaşımından öğrendim. Hemen Erdoğan'ı aradım, telefonu kapalıydı, Nevin Hanımdan iletişim kurabilecek bir telefon rica ettim ve aldım. 

Haziranın son haftası ve kavuran sıcaklarının olduğu günlerdeydik, Erdoğan'ı ziyaret etmek için Kadıköy'den yola çıktım ve tarif edilen durakta telefonla ulaştığım kızı bana, ziyaret saatinin bittiğini söyleyince geri dönmüştüm. Ve ertesi gün daha erken yola çıkıp bu kez de ziyaret saatinden 45 dakika önce varmıştım hastaneye...

Uzun ve penceresiz bir koridor. Burası; her gün gelerek tanış olmuş, yüzleri asık, bakışları donuk, sevdiklerinin çektiği acılara çare bulamamış hasta yakınlarıyla doluydu. Bu hemdert olmuşlar, aralarında fısıldaşıp, kesik kesik hıçkırık besleyen sohbetler etseler de hepsinin gözü kulağı karşı kapıdaydı. O kapıdan çıkıp bilgilendirme yapacak doktoru bekliyorlardı. Doktor, ismini söylediği her hasta yakınına hastalarının son durumunu kısaca anlatıp, görüşme için onları yoğun bakım ünitesine yönlendiriyordu. 

Bu sohbetleri sessizce dinlerken ben de karşı kapıda olup bitenlere odaklanmıştım.  "Erdoğan Şenel!.." çağrısı üzerine hareketlenen üç kadının yanına hemen varıp kendimi tanıttım (onlar da beni bekliyormuş) ve birlikte doktorun yanına gittik. Doktor; "hastamızın durumu dünkü gibi stabil" dedi ve bizi içeriye yönlendirdi. Böylece, Erdoğan arkadaşımı hastanede hiç yalnız bırakmayan eşi Ferayi Hanım ve iki kızı Banu ve Cansu ile de tanış oldum.  

Biz yüz yüze görüşme yapmayı düşlerken, nasıl bir ortamda karşılaştık!...

Erdoğan'ın yoğun bakım ünitesine bağlı olduğu bir hastane odasında, ilk yüz yüze görüşmemizi yapmamız içimi acıtmıştı. 

Erdoğan, beni tanıdı, konuşmak istedi fakat konuşamadı, sıkıntısı vardı, dudakları duygularını  dillendiremiyordu. Oysa onun o çok sevdiğim Ege yöresiyle konuşmasını duymayı ne çok isterdim. Olmadı. Benim de boğazım düğümlendi konuşamadım. Ona sadece  "Merhaba ben Emin" diyebildim ve tokalaştık. Ve uzun uzun gözlerimizle konuşup anlaştık. Böylece uzun sürecek diye düşündüğümüz görüşmemiz sadece 5-6 dakika sürdü...

***

İkimiz de, birbirine uzak, birbirini az tanıyan iki coğrafyanın insanlarıydık. Fakat ortak noktalarımız oldukça fazlaydı. İkimiz de dünyayı sarsan 68 öğretisiyle beslenen, 78'li yıllarda halkımız ve ülke sorunlarıyla kucaklaşmıştık. Hemen hemen aynı yıllarda: O, sendikası DİSK’in bir temsilcisi olarak, coğrafyamızdaki Varto'ya gitmiş, orada insanlarımızı, dilimizi, kültürümüzü tanımıştı, Ben ise benzer bir tanışıklığı TÖS üyesi bir öğretmen olarak İçel-Gülnar’da Torosların tepesindeki yoksul bir Yörük köyünde çalışarak yaşamıştım. O yıllardaki bu yaşanmışlıklarımız, bizim insana ve dünyaya bakışımızı benzer kılmıştı. Sanırım bu durum, bizim uzaktan uzağa iki dost olmamızı sağlamıştı.  

Milliyet Blog ve Radikal Blog’da çıkan yazılarımızı okumamız tanışıklığımıza neden olmuştu. Radikal gazetesinin kapanması ile blog yazarları üvey evlat sayılıp emekleri olan yazıları erişilmez kılınmıştı. Bazı mağdurlarla birlikte, Facebook’taki: “Radikal Gazetesi Blog Yazarları” grubunu oluşturduk. Bu sanal ortamda, bir sitede bir araya gelmek konusunu tartıştık ve http://www.radikalyazar.com/ ismiyle bir site kuruldu. Gönüllü arkadaşların amatörce kurmuş olduğu bu site de tüm iyi niyetlere karşın uzun ömürlü olamadı. Böylece sosyal medyada kurulan tanışıklık ve birliktelik de son buldu. E.Şenel ise kendi blogu
http://erdogansenel.blogspot.com/'de yazmaya başladı.

Bu süreçlerden geçerek Erdoğan Şenel ile tanışıklığımız ve dostluğumuz artarak devam ediyordu. Karşılıklı olarak birbirimizin yazılarını okuyor, olumlu- olumsuz eleştirilerin olduğu yorumlar paylaşıyorduk. Bununla da yetinmeyip telefon konuşmalarıyla eleştirilerimizi daha özel, daha da derinlikli kılmaya başladık.

 Erdoğan Şenel çok sevdiği bir fotoğraf 

Erdoğan Şenel, demokratik-laik cumhuriyetin savunucusu ve özgürlükçü bir aydınlanmacı olarak; insan haklarına, doğaya ve çevreye çok duyarlı bir insandı.

O, antik bir maya ile oluşan Ege kültürünü içselleştirmiş bir anlatıcı olarak, yörenin şivesiyle çok sayıda öykü yazmış, nice gerçek ve sanal kişilikleri okurlarına tanıtmıştır.

O, halkın alacağı bilime dayalı sorgulayıcı bir eğitim sonunda; sömürü, zulüm ve her kötülüğün yok olacağını inanmıştı. Bu anlayışı da onu, kısa zamanda ülkemizin çehresini değiştiren Köy Enstitülerine tutkun biri yapmıştı. Ve Köy Enstitüleri
anlayışını uygulamaya koyan ilk adımın da Millet Mektepleri olduğuna inanıyordu.    

Erdoğan Şenel ile beni dost kılan ortak anlayışlarımızı şöyle özetleyebilirim: 
Eşitlikçi bir anlayışla; yaşam hakkı, inanç, dil, yaşam tarzı, eğitim, özgürlük, hukuk ve demokrasinin her insanın,'insan hakları' olduğu ...
Toplumsal farklılıkların her ülke için birer zenginlik olduğu...
Toplumsal sorunları çözmenin ancak çoğulcu ve eşitlikçi yöntemler gerektirdiğini... 
Tekçi ve ulusalcı anlayışların; barış yerine kutuplaşma, düşmanlık, çatışma ve savaşlar doğurduğunu..
Düşmanlık-çatışma-savaş ikliminin hedef şaşırtma amacıyla yaratıldığını,  böylesi  bir iklimin de halkımıza değil, sadece emperyalist silah tüccarları ve onlar adına sömüren, zulüm eden işbirlikçilere yaradığı... v.b " 

Dostluğumuzu geliştiren telefon konuşmalarımızdan kesitler:

Eğitimciler yazım kuralları konusunda  "hassas" olurlar ya benim de bazen sevgili Erdoğan'ı eleştirdiğim olurdu. Sanırım telefonla ilk konuşmamız böyle bir eleştiri ile başlamıştı. O da: "Amaaan, Emin arkadaş ben bu konuyu çok önemsemiyorum" demişti.   

Belki de haklıydı, çünkü  eğer bir sanatçının; özgün  anlatımı ve etkinlikleri izleyicisi-okuyucusu-dinleyicisi tarafından anlaşılıp, alkışlanıyor ve kabul görüyorsa... (ki, o öyle bir yazardı.). O zaman benim eleştirim anlamını yitirmez mi? 

Ama yine de beğeni ve eleştiri ağırlıklı olarak uzun telefon konuşmaları yapmaya devam etmişti. Üzerinde anlaşıp, uzlaşamadığımız bir konu olduğunda da: O, bana:  “Sen hem bir Kürtsün, hem de biraz daha soldasın” der, ben de ona; “Sen hem bir Türksün, hem de biraz daha sağdasın ” diyerek şakalaşır, gülüşür, tatlıya bağlardık. 

Telefonda uzun uzun konuştuğumuz başka bir gündü, ben, o alınmasın diye, ön alıcı birkaç söz söyledikten sonra, son yazısındaki bazı imla hatalarını söylemek istedim. 

O, sözümü tamamlamamı beklemeden bir kahkaha attı ve tatlı şivesiyle: “Emin arkadaş bak!... Ben bu yöremin şivesi ve imlasıyla konuşmayı-yazmayı çok seviyorum. Sen ise Türkçeyi sonradan öğrendiğin için bazı imla kurallarını benden daha iyi biliyorsun. Durum bu…”  demişti. 

Ben de; “Erdoğan arkadaş, bak ben daha anadilim Kürtçenin alfabesini bile tam olarak bilmiyorum. Bu nedenle de bazen Kürtçe yazılmış bir paragrafı okuyup-anlayabilmek için saatlerce düşünüyor/uğraşıyorum.” demiştim. 

Söz sırası Erdoğan'da idi, o da: “Emin arkadaş, vallahi bu ayıp da sana yeter!...” demişti. 

Haklı söze. ne denir ki?!..

İşte bu halkını seven, üretici, sevecen insanı 4 Temmuz 2018 günü  kaybetmiştik. 

Dilerim ki bu güzel insan gittiği yerde de öyküler yazsın-anlatsın ve dostluklar kursun,."Koahsız" günler yaşasın.

Işıklar içinde uyusun...👏👏🙏🙏



Diğer yazılarım içintıklayınız

13 Temmuz 2018 Cuma

Prof. Dr. Ziya Selçuk


1979 yılında İlköğretim Müfettişi iken ailevi nedenlerle görevimi bırakıp Eğitim Uzman Yardımcısı olarak İstanbul Rehberlik Araştırma Merkezine atanmıştım. Bu merkezler, Demirel Hükümetleri döneminden başlayarak solcu olanların sürgün edildiği kurumlar olmuştu, fakat ben isteğimle gelmiştim. 

Bu kuruma gelmekle belki maaşımda önemli bir düşüş olmuştu, fakat öyle değişik bir ortama gelmiştim ki burada; insana-çocuğa-eğitime dolayısıyla dünyaya bakışım değişmeye başlamıştı. Bu güzel ortamı, kurum yönetimi ve çalışanların “rehberlik anlayışı” içinde kurmuş oldukları işbirliği sağlamıştı. Bu nedenle ortam bana çok iyi gelmiş, hiç sıkıntı çekmeden alışmış ve hem mesleki, hem insani güzel dostluklar kurmuştum. 

O yıllarda ülkemizde karabasan gibi çöken bir korku iklimi vardı. İnsanlar güvensiz ve huzursuzdu ve her gün ölümle biten çatışmalar oluyordu. Bunun üstüne bir de 12 Eylül faşist askeri cuntasının baskıları eklenince… O yılları dahada zor yıllar yapmıştı. Ancak bizler, kurumumuzda var olan “rehberlik anlayışı” nedeniyle, ülkeyi saran bu korkutucu ve baskıcı havadan çok etkilenmemiştik.

12 Eylül faşist askeri darbesi sonrasında artık kurumumuza sürgünler değil; pedagoji, psikoloji ve halk eğitimi bölümlerini yeni bitirmiş çok sayıda genç, "Eğitim Uzman Yardımcısı” atanıyordu. Peş peşe atanan bu gençlerin çoğu kadın, üçü de erkekti ( ki, bunlardan sağ görüşlü olan iki erkek sonraları alanlarında profesör oldu.). Bizler, kurumumuzu şenlendiren bu gençleri coşkuyla karşılamış, benimsemiş, sevmiş ve kaynaşmıştık. 

İşte bu gençlerden biri de bu günkü Milli Eğitim Bakanımız Sayın Ziya Selçuk idi… Ziya Bey ile aynı odada iki yıl kadar çalıştık. Çokça sohbetimiz ve arkadaşlığımız oldu. 

Ziya Bey de çoğumuz gibi yoksul bir ailenin çocuğuydu. Ve O; hepimizden daha genç, hepimizden daha uzun boyluydu. Çok okur, felsefeyi, araştırmayı, planlı çalışmayı çok severdi. Ayrıca şiirler yazar, karikatürler çizer, “Fono” dan İngilizceyi öğrenir, azimli, esprili, iyi dinleyen, az ve güzel konuşan, fanatik olmayan sağ görüşlü bir kişiydi. 

Bu özellikleri ona bir farklılık kazandırıyor ve kurumda sevilmesini sağlıyordu. Kim bilir belki o da üniversite yıllarında kendisine öğretilen “solcular kötü insanlardır” anlayışını, bizleri tanıdıkça terk etmeye başlamıştı.
Kurumumuzdan askerlik nedeniyle ayrılan Ziya Bey'in askerlik  sonrasında akademik çalışmalara başladığını duyduk. Kısa zamanda da ülke çapında fark yaratan bir eğitimci olarak, sesini duyurmaya başladı...  


***

Ve Ziya Selçuk Talim Terbiye Kurulu Başkanlığına atandı. Kısa zamanda gündem yaratan pek çok işler yaptı. Öncelikle  eğitimi "öğrenci odaklı rehberlik anlayışı" ile tanıştırıp onunla yol almak istedi ve bu çabaları ile de ilgi odağı oldu…

O zaman kendisini kutlamak için gönderdiğim bir mesajda: "Siz Türkiye için bir şanssınız" demiştim. Fakat ne yazık ki Türkiye bu şansını çok fazla kullanamadı...

Sayın Ziya Selçuk şimdi ise Milli Eğitim Bakanı... 

Ziya Beyle tanıştığımız yıllardaki ülke şartlarını yukarıda özetlerken; “O yıllar çok zor yıllardı. Ancak bizler kurumumuzda var olan “rehberlik anlayışı” nedeniyle, ülkeyi saran bu korkutucu ve baskıcı havadan çok etkilenmemiştik." Demiştim. Bu cümleyi bilerek tasarlayarak yazdım.

Çünkü ülkemiz bugün de o yıllar benzeri bir iklim içinde zor günler yaşıyor.

Milli Eğitim Bakanlığı büyük bir kurum ya da büyük yuvadır. Bu yuvanın; okulları, müfredatı, öğrencileri, öğretmenleri, yöneticileri, çalışanları ve velileri hep birlikte, ortaçağ benzeri anlayışlar nedeniyle zor günler yaşıyor. 

Anaokulundan üniversiteye kadar tüm eğitim sistemi, diyanet ile dini vakıfların yörüngesine sokulmuş ve imam hatip anlayışı egemen kılınmıştır. Bunun doğal sonucu olarak da eğitimde “rehberlik anlayışı” da yok olmuş, eğitim sistemimiz bilim dışı bir yörüngeye oturtulmuş durumda… Gelecek nesillerimiz tehdit altında...

16 yıllık AKP iktidarı  6 kez bakan değişikliği yaptı ve her yeni bakan sistemde sil baştan değişikliklere uğrattı. Her dönem ve her adımda karar veren tek belirleyici de şimdiki Sayın Cumhurbaşkanı olmuştur. Umalım ve dileyelim ki şimdi yaşanan kaosu görmüş ve bilimsel yoldan çözümler bulması için de Milli Eğitim Bakanlığına Sayın Ziya Selçuk’u getirmiş olsunlar.

(Bilindiği gibi Talim Terbiye Kurulu Başkanı iken önemli adımlar atmış, sorunları giderip düzeltmeye çalışmışken, zamanın bakanı H. Çelik ile anlaşamayınca görevini bırakmıştı.)

Ziya Bey eğitimde çoklu zeka kuramını etkili kullanmak isterdi. Dilerim ki toplumda da çoğulcu anlayışın egemen olmasına katkılar sunar. Eğer kendisine politik kaygılardan uzak özgür bir çalışma ortamı sağlanırsa bunun ülkemiz eğitimi için bir şans olacağını düşünüyorum. 

Ziya Bey her bakana nasip olmayan büyük bir kamuoyu desteği kazandı. Unutmasın ki, herkesin ondan isteği; eğitimi bilim  rehberliğinde, demokratik, laik bir yörüngeye oturtması ve kurumda yaşanır bir iklim yaratmasıdır.

Bilimsel yöntemlerle çalışacağını ya da çalışmak isteyeceğini düşündüğümüz Prof. Dr. Ziya Selçuk’un uzun süreli çalışması, acaba kabul görecek mi?

Artık bekleyip göreceğiz.

Sayın Selçuk'u yeni görevi için en içten duygularımla kutluyor, başarılar diliyorum.

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

6 Temmuz 2018 Cuma

Bugün konumuz CHP…

Bugün konumuz CHP CHP; hem sosyal demokrat, hem muhafazakâr, hem İslamcı, hem milliyetçi,  hem de laik bir karışım… Sağa tutunup, sol olmak ister gibi zıtlıklar içinde, bir kimlik karmaşası yaşıyor CHP. Ve bu haliyle de ülke yönetimine talip oluyor. (Aslında bu haliyle bile, şimdiki iktidardan daha fazla hak ediyor ya...)

Ülke yönetimine gelebilmek için bir partinin öncelikle, içinde bulunduğu kimlik karmaşasından kurtulması, hedeflerini/ilkelerini belirlemesi, ülke sorunlarına çözüm getirecek uygulamaları ve öncellikler sıralamasını yapması gerekir. Dilerseniz biz de öncelik sırasını eğitim konusuna verelim ve CHP’nin eğitim konusundaki duruşuna bakalım:

Bugün ülkemizde anaokulundan üniversiteye kadar tüm sistem; diyanet ile dini vakıfların yörüngesine sokulmuş ve imam hatip anlayışına terk edilmiştir.  Zaten okulların önemli bir bölümü de resmen imam hatip yapılmış durumda.

Peki, siz CHP'nin; diyanetin denetiminde, dini vakıfların yörüngesinde ve ortaçağ anlayışı içindeki imam hatip yaygınlaşmasına karşı çıktığını hiç duydunuz mu?

Hayır, duymadınız.

Peki, CHP ne yaptı?

Onlar oy beklentileri için, gerçekleri söylemediler: İmam hatipleri biz kurduk, hiç kapatır mıyız!?..., diyerek  Biz sizden daha dindarız” yarışına girdiler.

Oysa sosyal demokrat bir anlayış (demokrasi ve laikliği savunduğu için) halka; iktidar olduğunda, inanç gereği ihtiyaç duyulan imam-hatip ve okul sayısını belirleyip ihtiyaç fazlası olan okulları laik ve bilimsel eğitimin hizmetine sunacağını hiç çekinmeden açıklamalıydı.

Çünkü bugünkü eğitim uygulamaları, sadece günümüze değil gelecek nesillerimize de kötü bir mirastır. Şimdi artık bu mirasın olası zararlarını azaltmak için birlik olup, önlem almak zamanı. Bu, ülkemiz ve çocuklarımızın geleceği için bir zorunluluktur.  İşte tüm bu yaşamsal ve bilimsel gerçeklere rağmen beklenen açıklamayı yapmadılar, yapamadılar…

***

24 Haziran seçiminin, partiler içinde artçı sarsıntılara neden olacağı öngörüsü vardı, öyle de oldu. “İkbal” beklentileri için iç çatışmalar başladı… Ve ilk sırayı yine CHP aldı…

En hızlı çıkışı da; “Barışmak-Büyümek-Bölüşmek…” Diyerek yola çıkan ve epeyce destek bulan Muharrem İnce yaptı. Ve sanki Cumhurbaşkanı olamadım, bari parti başkanı olayım dedi. Oysa o Muharrem İnce, günlerce milyonların karşısına çıkıp; Kılıçdaroğlu’na rakip olmayacağım!...” diye söz vermişti.

Bu duygu yüküyle İnce, Kılıçdaroğlu ile yediği ailelere özel yemek sonrasında kendisine uzatılan mikrofona; Kendisine onursal başkanlık teklif ettim... Ben imza toplamayacağım, ama hayır derse örgüt kendisi çözecektir bu işi” dedi. (Aslında İnce bu sözleriyle, genel başkanı Kılıçdaroğlu’nu halka ve parti delegelerine şikâyet ediyordu…)

(Ne dil ama!.. Sizce bu bir tehdit değil mi?)

Böylece hem kısa süre içinde oluşmuş İnce albenisi, hem de kitlelerde yaşatılan umutlar, coşkular birden bire güneş görmüş kardan adam misali ince ince ermeye başladı…

Ben bunları yazarken sanki üst üste yenilgiler almış CHP yönetimini savunuyormuşum diye bir duyguya kapıldım ve birden bire kendimi kötü hissettim.

Ama hemen, pek çok olumsuzlukları olsa da, olumluluklarını unutmamak, hakkını vermek gerektiğini düşündüm. Çünkü; “Adalet Yürüyüşü” ve (HDP’siz kısıtlı, sınırlı da olsa)  “Millet İttifakı” gerçekleştiren kişidir Kılıçdaroğlu…   

Kuşku yok ki CHP yönetim yenilgileriyle yüzleşmeli, özeleştiride bulunarak ülke gerçeklerine göre kendisini güncellenmeli, değişmeli, yenileşmeli… Hatta İnce’yi çağırıp da gel sen başımıza geç diyebilmeliydi.

Olmadı… Belki olacaktı da, aceleci davrandı İnce… O, milyonlara söz veren kişi, egosuna yenildi ve meydan okudu… İnce ince eridiğinin farkına varmadan.

Tam da bireysel çıkışlardan uzaklaşmak, birlikte kaybedilen seçim sonuçlarını tartışıp, gelecek için ne yapmalı, nasıl yapmalı arayışına girmek, tek adam düzenine karşı safları sıkılaştırmak gerektiği bir zamanda… Ortaya çıkıp, “ben adayım” demek, ne halka, ne partiye ne de Sayın İnce’ye bir kazanım sağlamadı.  

Yazık oldu!...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız