16 Aralık 2016 Cuma

Teröre karşın yine de (gene de) BARIŞ

Yurdumuzun farklı yerlerinde 2015 Haziran’dan bu yana, 17 bombalı saldırı yapıldı, bu saldırılarda 372 kişi yaşamını yitirirken, 1837 kişi de yaralandı. Beşiktaş Stadının yakınında patlatılan çifte bombalı saldırı da son katliam... Hem de “Dünya İnsan Hakları Günü”nde terör; hakların en önemlisi olan yaşama hakkını aldı 44 candan, 150 kişi de yaralı…

Terörü yapanlara, destekleyenlere ve ortam hazırlayanlara lanet olsun…

Tüm katliamlarda olduğu gibi bunda da ekran ve meydanlarda halkın karşısına çıkan, başbakan, hükümet sözcüsü, içişleri bakanı ve diğer tüm etkili yetkililer benzer şekilde; “bu eylemler onların son çırpınışları- sebep olanlara en ağır cezalar verilecek - sonuna kadar gidilecek…”  vb sözler söylediler. Özetle terörü savaş ile bitireceklerini belirtiler eski demeçler gibi… Sonuçta büyük acılarla yürekler yanıyor, ocaklar sönüyor, yine de terör bitmiyor, bitmiyor…

Haklı olarak böylesi günlerde acılı insanlar kendi yanlarında; acılarını hissedip paylaşacak, öfkelerini anlayacak ve destek olacak dost insanlar (bunlar yönetici ve politikacılar da olabilir) isterler. Yönetici ve politikacıların da bu acılıların yanında olması istenen bir insani bir durumdur. Haklı olarak duyguların şaha kalktığı, öfkelerin arttığı böylesi acılı günlerde; yönetici ve politikacılara düşen görev öfkeleri giderici, hukuk ve adaleti sağlayıcı önlemler almaktır. Başka bir anlatımla yönetici ve politikacıların esas görevi; böylesi olaylara neden olan iklimi değiştirmek, tekrarlamaması için çareler aramak, yasalar çıkarıp, uygulamak ve erkler (yasama-yargı-yürütme) arasında işbirliğini sağlamaktır. Böylece, yaşanan acılara ve kıyımlara neden olanları kolluk kuvvetleri arar, bulur, yakalar ve adalete teslim eder. Yargıçlar da onları yargılar hak ettikleri cezayı verir. Kuvvetler ayrılığı dedikleri şey de budur işte…

Kontrolsüz güç güç değildir

Gelin görün ki, tüm etkili yetkililerimiz terörü savaşla yok etmek fikrinde birleşmiş.  İçişleri Bakanı Soylu “Devletin kılıcı uzundur hesap soracağız. Bunu yapanlardan intikam alınacak” yetinmedi  “milletin canını yakanları yakacağız" dedi.

İntikam=Kan davası=Töre cinayeti= kabile, aşiret, cemaat anlayışı, yani insan haklarına dayanmayan hukukun olmadığı anlayış olarak tanımlanabilir. Basit bir örneklendirme yaparsak intikam çağrısı yapmak; öfkeyi yatıştırmak yerine büyütmek, şiddete, şiddetle karşılık verip ödeşmektir(!). Oysa eğer yargı, hukuka uygun olarak cezalandırırsa bu canileri, bu da intikam değil olması gerekendir.  
Devlet eğer ‘hukuk devleti’ ise, intikam ile hareket edemez, etmemeli.

Çünkü şiddeti, şiddetle bitirmeye çalışmanın sonu yine şiddettir.
Çünkü intikam almak, terörün yaptığı kıyımları, ölümleri bitirmez.
Çünkü terörü ancak demokratik bir ortamda, hukuk ve barış bitirir.
Çünkü barış; öfkeyi, kini, nefreti  bitirir ve "barış iklimi" fidanları; yeşertir, büyütür.
Çünkü insanı insan kılan yüce bir değerdir BARIŞ…

Taşıtlara lastik üreten bir firma reklamında: ”kontrolsüz güç güç değildir”  der. Çok anlam barındıran bu kısa cümle, günümüzde herkesin parolası ve rehberi olmalı.
Devletlerin gücü, hukuk ve adaletin dışına çıkılmamalı…
  
Sürekli gerginlik ve sürekli güvenlikçi anlayışa dayanan bir güç anlayışı; çağdaş devlete ait olamaz. Çağdaş devlet anlayışında temel güç; insanın temel haklarına dayanan hukukun gücüdür.

***

Nice çığlık içinde, bir babanın çığlığı

Herkes korku içinde, ölüm dolaşıyor her yerde, evde, okulda, sokakta, maçta, çarşıda, pazarda… Herkes suskun, herkes çaresiz böyle bir iklimde…

Nice çığlık içine karışmış bir babanın çığlığı vardı, siz de duydunuz mu?

19 yaşındaki tıp fakültesi öğrencisi Berkay Akbaş’ın babası Salim Akbaş idi bu çığlığın sahibi; “Terör sadece lanetlemeyle bitseydi. Yıllardır lanetliyoruz. Yarın çiçek bırakırlar. Başka bir şey yapmazlar. Ben istemiyorum oğlum şehit olsun. Oğlum katledildi.” dedi ve aslında bu altı kısa cümle; sadece tribünler oynayıp, nutuk çeken ve yıllardır bu sorunu çözmeyenlerden hesap soruyordu…

Belki şimdi şehitlik istemediği için bu acılı babayı ‘şucu, bucu’ diye yaftalayanlar olacaktır (olmamalı). Böylece Cumartesi Anneleri gibi acılarını ortaklaştıran, birbirine destek olan pek çok anne grubu arasına Salim Akbaş da bir baba olarak katıldı. Çocuğunu koruyamamış, yaşatamamış ve onun geri gelmeyeceğini bilen bir baba olarak; bari diğer çocuklar güvende yaşasın istiyor, şehitlik istemiyor.

Devletin görevi şehitler istemek, şehitliğe özendirmek değildir/olmamalı. Devlet de tıpkı anne-babalar gibi; çocukların/insanların kahpe tuzaklarla, kurşunlarla, bombalarla yok olmasını istemez/istememeli.  Sizce de insanların güven içinde yaşayıp, üretici, yaratıcı bireyler olmasını istemek daha mantıklı değil mi?

Zaten var olmanın en önemli amacı yaşamak değil mi, neden ölümü seçelim ki?

***

Dünya böylesi sorunları nasıl çözmüş

Şimdi bunları okuyup bana, öfke içinde soru soracaklar olduğunu hissediyorum. Hatta o kişilerin dişlerini sıkıp (vereceğim cevabı da beklemeden kızarak); “Peki, nasıl son bulacak bu terör?!..” diye sormak istediklerini de …

Bu soruya verilecek cevap çok basit, çünkü sadece bizim ülkemizin değil dünyanın pek çok ülkesinin de yaşadığı veya yaşamağa devam ettiği bir sorunudur terör.   Pek çok ülke bu sorunlara barış ile kalıcı çözüm bulmuşsa... Örnek mi istediniz? İşte, iç savaşlarını barış ile taçlandıran İngiltere ve İspanya…

Günümüzde de Kolombiya var. 26 Eylül 2016 günü Kolombiya’da; 52 yılda 220 bin kişinin ölümüne sebep olan kanlı iç savaşı durdurmak için taraflar anlaşmaya varmışlardı. Bu anlaşmayı halkın onayına sundular ve % 50.24 hayır oyuyla karşılaştılar. Devlet Başkanı Santos barış için kararlı duruşunu sürdürerek; “Vazgeçmeyeceğim, başkanlığımın son gününe kadar barış için uğraşacağım.” dedi ve insanların ölümüne neden olan iç savaşı engelledi. Başkan Santos’un halkoylaması sonucuna uymaması; belki onun politik kayıplarına neden olacaktır. Fakat barış olduğunda; kimse katledilmeyecek ve insanlar güven içinde olunca herkes kazanacak…

Yetmez mi?

İnsanların yaşamasını esas alan barış; oylarla yok edilmeyecek kadar değerli ve insanı insan kılan yüce bir değerdir.


Değerlerle oynanmalı. Değerler oylanmamalı… 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

9 Aralık 2016 Cuma

“PISA Sonuçları Yok Hükmünde Tanımıyoruz!..”




Bizleri çok üzen bir haber:
Görsel ve yazılı medyanın hafta içinde duyurduğu bir haber hemen hemen herkesi üzdü. Bu haber yukarıdaki görselle özetlenen 2015 yılı PISA sınav sonuçlarıyla ilgiliydi.

Haberin detaylarına girmeden önce bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyorum.

OECD (Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü) 1961 yılında kurulan ve 20 Kurucusu arasında Türkiye’nin de bulunduğu uluslararası bir kuruluş olup şimdiki üye sayısı 35’tir.
 
PISA (Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı) ise, OECD’in eğitim alanındaki bir projesidir.

Üye ülkeler ve gelişmekte olan ülkelerde OECD’in amaç ve ilkeleri:
  • Halkın yaşam standartının iyileştirilmesi,/İşsizliğin ortadan kaldırılması,/ Sosyal ve ekonomik gelişmenin desteklenmesi, /Uluslararası ticaretinin geliştirilmesi… 
  •  OECD'ye üye veya üyelik talebinde bulunan ülkeler için şu üç ilke vazgeçilmezdir: Demokrasi,/İnsan hakları,/Yurttaş özgürlüğüne bağlılık.)

PISA Projesi nedir ve neyi ölçmektedir? (1)

PISA Projesi, 2000 yılında başlamış (ülkemizin ilk kez 2003 yılında katılmış) olup, katılımcıları OECD tarafından tesadüfi (seçkisiz) yöntemle belirlenen, örgün eğitime devam eden 15 yaş grubundaki öğrencilerdir. Bu uygulama üç yılda bir yinelenen bir araştırma projesidir. Öğrencilere, çoktan seçmeli, karmaşık çoktan seçmeli, açık uçlu, kapalı uçlu gibi değişik sorular sorulmaktadır.

PISA Projesi ile öğrencilerin; Matematik okuryazarlığı, Fen Bilimleri okuryazarlığı, Okuma Becerileri, kendileri hakkındaki görüşleri, öğrenme biçimleri, okul ortamları ve aileleri ile ilgili veriler toplanıp değerlendirilir.

Bu sonuçlar, eğitim-öğretim programlarının geliştirilmesinde karşılaşılan eksiklerin giderilmesinde ve eğitim alanında yapılan araştırmalara kaynak olarak kullanılır.
 
***

2015’te yapılan PISA sınavlarına Türkiye ile birlikte 72 ülkeden öğrenciler katılmış ve değerlendirilen sınav sonuçlarına göre öğrencilerimiz:
  • Matematik okuryazarlığı 49.,
  • Fen Bilimleri okuryazarlığı 52.,
  • Okuma Becerileri 50.  Olmuşlardır.
Ayrıca bu sonuçlara göre ülkemiz, öğrenci devamsızlığı sıralamasında 6., okul kaynaklarını dağıtmada, sorumluluk paylaşımında okul yöneticileri ile yerel yöneticilere sorumluluk vermemekle ( ulusal çaptaki yöneticilere bırakarak) sonuncu sıralarda yer almıştır.

(Ezberci eğitimin iflası anlamına gelen çok çarpıcı ve bir sonuç da: “ders çalışma süresi arttıkça başarının düştüğü” olmuştur.)

Bu sonuçlara göre ülkemiz sınav ortalamasının oldukça altında yer almış ve 2012 yılı sınav sonuçlarına oranla önemli düşüş yaşamıştır. Doğal olarak bu durum, büyük üzüntü nedeni olsa da, ders çıkarılması ve önlem alınmasını gerektiren bir sonuçtur.   


Çok üzüntü verici değil mi? Geleceğimizin teminatı olan çocuklarımız; okuduklarını anlamıyor, anlatamıyor ve de fen-matematik okuryazarı değillermiş. Böyle yetişen nesiller de; özgür düşünemez, makine yapan makinayı yapamaz, bilişim ve yazılım sektöründe başarı kazanamaz...   
 

***

Orta Çağa özenen “yerli ve milli eğitim sistemi”

Çünkü yıllardan beri ülkemizi yöneten anlayış, düşünmeyi sağlayan, felsefe, sosyoloji, mantık, psikoloji gibi bilim ve derslerine uzak durmuş, eğitim sistemini adeta yap-boza çevirmiştir. Böylece; düşünemeyen, soru sormayan, yorum yapmayan ezberci eğitimle, dindar bir nesil yetiştirmeyi seçmiştir. Çok kısa olarak örneklersek;  
“İlköğretim, ilköğrenim kurumlarında verilir; öğrenim çağında bulunan kız ve erkek çocuklar için mecburi, Devlet okullarında parasızdır.” ilkesi adeta yok edilerek, köy okulları kapatılmış, fakir halk çocukları okulsuz kaldıkları için ya devamsız, ya da dinci vakıf ve derneklerin insaflarına bırakılarak, güvensiz ve tuzaklarla dolu bir yaşama terk edilmişlerdir. 4+4+4 sistemine geçilerek tüm okullar İmam-Hatip felsefesine uyumlu kılınmış. Geleceğin bilimsel güvencesi olan Fen Liseleri ve Anadolu Liseleri “Proje Okulu” safsatası ile sıradanlaştırılmıştır.  İki yıl önce toplanan 19. Milli Eğitim Şurasında İlkokul 1, 2. ve 3. sınıflara da din kültürü ve ahlak bilgisi dersinin konulması ve ortaokulda hafızlık eğitimi kararları alınarak uygulamaya konması... Böylece;


Gerisin geri çağlar gidip, Orta Çağ’ın Yerli ve milli eğitim sisteminin kurulması...

Eğer yetkililere bu uygulamalar ve PISA sınav sonuçları hakkındaki düşüncelerini soracak olursanız, onlar adeta tribünlere seslenircesine:

Medreselerin kapanması, alfabenin değiştirilmesi sonunda, Millet Mektepleri ve Hasan Ali Yücel-İsmail Hakkı Tonguç’un köylüyü uyandıran Köy Enstitüleri-Yüksek Köy Enstitüleri projeleri ile halkın; sağlık, modern tarım, el sanatları, güzel sanatlar ve  klasiklerle tanıştırmaları, böylece okur-yazar-düşünür kılındığı dönemin karanlıklarından (!) söze başlayacaklardır.  Kendilerinden önce kapatılan Öğretmen Okulları/  Eğitim Enstitülerini ise es geçeceklerdir.

Belki de üst akıl'a mal edecekleri bu PİSA projesi işinde, de bazı proje döndüğünü ima edebilir, yerli ve milli olmayan sistemlere veryansın edecekler. Ve de muhtemelen dalga geçercesine şöyle diyeceklerdir:

“Çocuk hakları varmış, öğrenci merkezli eğitimmiş, öğretmen rehber olarak yöneltip, yönlendirecekmiş,  çocuk karar verecekmiş, çocuk hayır demesini bilecekmiş, yaparak-yaşayarak-sorarak-sorgulayarak-içselleştirerek öğrenecekmiş, kızlı erkekli oturacak, oynayacaklarmış…” deyip “mış”ları, “miş”leri sıralarlar ve:

“Çocuk bunlar ya hu, çocuk! Yok, hayır diyecekmiş de, eğitim çocuk merkezli olacaksa öğretmene ne gerek var!... Bizim yavrular gözlerini kapatarak 7 şer, 9 ar sayabiliyor,  Çarpım tablosunu ezbere biliyor. Dualar ezberleyip hatim indiriyor ya onların çocukları bunları yapabiliyor mu?

Baktılar bu söylemler de etkili olmuyor bu kez Eyy diye başlayıp;  

“PISA Sonuçları Yok Hükmündedir Tanımıyoruz!..”  

Derler, diyebilirler.

Peki, siz bu sözlere kanacak mısınız?


(1) (Bu bilgiler: http://pisa.meb.gov.tr/?page_id=18 sayfasından derlenmiştir.)



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

2 Aralık 2016 Cuma

Mahmut, Stephen Hawking’e karşı çıkıyor!

Hani herkes hanım köylüdür derler ya teyzemin oğlu Mahmut Bektaşoğlu da, Tarsus’tan evlenince oraya yerleşip oralı oldu. Mahmut ile ilkokulu birlikte okuduk, birlikte ulaştık ergen yaşlara, yani akrabalık dışında yaşıtım ve de arkadaşım… Bazen ortak acılarımızı paylaşırken bir araya gelip yüz yüze görüşsek de, uzun yıllardan beri uzak yaşıyoruz onunla. Fakat aklımıza estikçe, özledikçe, bayramlarda, acı-tatlı günlerde de telefonla konuşur, dertleşiriz.
Bu kez de, emekli bir öğretmen olan eşinin “öğretmenler gününü” kutlamak için çaldırdım telefonunu. Zili henüz iki kez çalmıştı ki kapattı telefonunu. “Bi’şey mi oldu” diye düşünüp, birden telaşlandım ve tam da yeniden arıyordum ki, bu kez o aradı ve “telefon kontörü çokluğu” nedeniyle kapatmış olduğunu söyledi, gülümsedim.
Aradan uzun bir zaman geçmişti son görüşmemizin, belki ondan belki de kontör bolluğu nedeniyle epeyce uzattık konuşmayı. Arkadaşlık, akrabalık gereği olan konuşmaları bitirip, günlük olaylara, memleket meselelerine de şöyle bir değindik… Fakat konuşmamızda hoşuma giden asıl bölüm; coğrafyamızda/dünyamızda, sırasını şaşıran mevsimler ve iklimler üzerine olandı. İstanbul’un havasından suyundan başlayıp Çukurova’ya, Tarsus’a getirerek konuyu ben açmış, yaşadıklarımı bildik sözlerle anlatıp, onun düşündüklerini sormuştum.
Hani “laf lafı açar derler ya”  benimki de öyle oldu ve Mahmut’a, dünyanın en ünlü fizikçisi olarak anılan İngiliz bilim insanı Stephen Hawking’in; o günlerde haber olan; “İnsanoğlunun sonunun yakın olduğu ve dünyanın 1000 yıl bile ömrünün kalmadığı” şeklinde özetlenebilecek sözlerini hatırlatıverdim.
Mahmut biraz duraksadı, sakince ve azıcık da olsa yıllardır kaldığı Çukurova’nın o hoş aksanı ile tane tane “yo yo!.. öyle değil, öyle değil” dedi. Ve: “Hani bazen köyümüzün dağlarında, yaylalarında, derelerinde gördüğümüz taş üzerinde iz bırakmış veya o taşlara yapışık olan deniz kabuğuna benzer şeyler görürdük ya… ” anımsatmasından sonra da bana şu soruyu sordu: Bu dağlar, bu yaylalar neredeee, deniz nerede?!   Fakat benim cevabımı beklemeden “Demek ki oralar da bir zamanlar suların altında imiş…” Diye cevapladı kendi sorusunu…
Sonra asıl konuya geri dönerek şu çıkarımda bulundu:
“Dünyamızın yüzeyi belki binlerce, belki yüzbinlerce kez depremlerle, tufanlarla, yangınlarla altüst olmuş, canlıları yok olmuştur. Fakat her defasında yenilenerek, belki biraz şekil değiştirerek yeniden, yeniden var olmuşlar. Belki 1000 yıl sonra da böyle bir süreç yaşanabilir, fakat yaşam, başka canlılar veya başka türlerle devam edecek ve yaşam hep olacak… ”
 ***
Günlerce Mahmut’un bu söylediklerinin etkisinde kaldım. Ve bu sözler bana 19 yaşında iken Toroslar’ın tepesindeki Köseçobanlı Köyünde ki öğretmenliğimde yaşadığım o güzel anımı bir anımsattı.
Evet, 19 yaşında, henüz çocukluktan tam kurtulmamış, seyrek sakallı,  saçları dökülmemiş 1. 2. 3. Sınıfları birlikte okutan bir öğretmenim. Evim tek göz bir oda, gece yatılı bir misafirim var. Misafirim; gündüz sınıfıma girip beni denetlemiş olan İlköğretim Müfettişi Ali Kubilay. Müfettiş Beyin o gün mide rahatsızlığı biraz azmıştı ve geceyi muhtarın evinde geçirmek istiyordu. Ben evime davet ettiğimde ise gülümseyerek; “Ben hasta bir adamım çocuk, sen bana bakamazsın.” demişti. Fakat ben ısrar etmiş, evimde kalmasını istemiştim. Çünkü O bana çok iyi rehberlik yapmış, sınıfımda hem benimle, hem de öğrencilerimle çok güzel diyaloglar kurmuş değerli insandı. Dağ başındaki köyümde ve kendi evimde onunla daha çok bir arada olmak, sohbet etmek istiyordum. Sanırım o da beni anlamış, haklı bulmuş ki, bekâr evimin misafiri olmuştu. Çok güzel bir sohbet ortamı yaratmıştık. İşte o sohbet sırasında bana (belki de, heyecanlı ve “sloganlarla” konuşmama karşı bir ders verircesine), Nazım Hikmet’ in aşağıdaki Rubai’sinin anlamını sormuştu:
“Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
pırıldamakta devâmedecek ben basıp gidince de,
çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
ve bende bu aslın sureti çıktı sadece...”
Bu rubai bana ilk önce basit gibi güründü, fakat zaman geçtikçe kendi sözlerimi ve açıklamalarımı beğenmeyip hafiften terlemeye, titremeye, kızarıp, bozarmaya, kem küm etmeye başlamıştım. O büyük insan, durumumu anlamış ve bana o rubai’yi anlayıp anlatabilmem için bazı kitaplar okumam gerektiğini hissettirmişti. Beni üzmeyecek şekilde rehberlikte bulunmuş ve istekte bulunmam üzerine de kumam için bazı kitapların isimlerini sıralamıştı. Ve eğer bu kitapları okursam, görüşlerimi mektupla kendisine yazmamı da istemişti.
Hemen ilk aybaşında Mersin’deki Dostlar Kitapevi’ne gitmiş, ağırlıklı olarak felsefe, tarih ve sosyoloji alanına giren o 9 kitabı alıp notlar tutarak yaz tatili sonuna kadar okumuştum. Sonra da bu rubaiden anladıklarımı yazdığım mektubu sevgili rehberime göndermiştim.
***
Size yukarıda anlata geldiklerimle, o rubaideki diyalektik döngüyü anlayıp, anlatabilecek duruma gelmek için aylarca ciltler dolusu kitap okuduğumu söylemiştim. Oysa bazı olanaksızlıklar nedeniyle ancak ortaokulu bitirebilmiş olan bizim Mahmut, aynı diyalektik döngüyü; o dakikalara sığan telefon görüşmemizde bir çırpıda anlatıvermişti.
Ve işte o Mahmut, dünyanın ünlü fizikçisi Stephen Hawking’e karşı çıkıyordu!…

İşte özeti:

Stephen Hawking, insanoğlu ve dünyaya ömür biçiyorken.

Mahmut, sonsuzluk diyor.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız