hukuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hukuk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Temmuz 2022 Cuma

Bu Ne Yaman Çelişkidir Bu


Balzac: "Acılar sonsuz oluyor, sevinçlerin ise bir sınırı var!" derken,

Hasan Hüseyin Korkmazgil:
"Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe"
diyor.

Her iki tanımlama da tam bize göre değil mi?

Çünkü ülkemizde karadelikler çoğalmış, çelişkiler kördüğüm olmuş, insanlarımız aç, işsiz, mutsuz, coşkusuz, sevinçsiz acılar içinde. 

Çünkü ülkemizde, kuvvetler ayrılığı, yani güçlerin birlikteliği, yani hukukun üstünlüğü, yani demokrasi yok olmuş. 

Çünkü, tüm yetkiler tek kişide toplanmış!  

İşte, demokrasi ve hukuku yok eden çokça örnekten sadece üçü

BİR: 
20 yıllık iktidarın tek adamı Erdoğan'ın bir huyu da kendisinden yana olmayan hemen herkesi: "terörist, casus, ajan" ilan etmesidir. Birkaç yıl önce hapiste tutuklu olan bir papaz ve bir gazeteci vardı, bunları ekran ve meydanlarda: "terörist, casus, ajan" sıfatlarıyla tanıtıp, asla serbest bırakmayacaklarını söylemişti. 

Ancak bu kişiler pazarlık ve ricalar sonunda; hızlandırılmış mahkeme kararlarıyla gizlice ve hızlıca ülke dışına çıkarılmıştı. 

Yani önce pazarlık, peşi sıra bu "terörist, casus, ajan" yaftaları mahkeme kararıyla kalkmış ve bir aklanma sağlanmıştı.

İKİ 
20 yıllık iktidarın İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanının atışması:

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 14 Mart 2018 günü yani 4 yıl 4 ay önce: “Okul çevresinde uyuşturucu satıcısı görürseniz ayaklarını kırın, suçu bana atın” demişti, ancak bununla yetinmemiş olacak ki.

26 Ekim 2021 günü kadın muhtarlar toplantısında da tekrarladı:

“Efendim şurada metruk bina var burada metruk bina var. Ama mahkeme kararı var yıkamıyoruz. 'Ya arkadaş sen gece yık, mahkeme kararı bizim arkamızdan gelsin.' ... Vatandaş geliyor diyor ki muhtara 'Bu binayı ne yapacaksın.' Muhtar 'mahkeme kararı var yıkamayız' diyor. Ben de diyorum ki gece yarısı dozer gelsin yıksın kim yıktı biz nereden bilelim ya!" demişti.

Süleyman Soylu'nun bu gibi söylemlerinden rahatsız olan
 Adalet Bakanı Abdulhamit Gül de iki hafta sonra (08 Kasım 2021) bu konuşmaya cevaben: ''Değerli arkadaşlar bizim rehberimiz hukuktur, bizim rotamız hukuktur, bizim kılavuzumuz hukuktur. Biz yapalım hukuk arkadan gelsin değil hukuk önden yürüsün biz ona göre kendimizi ayarlayalım anlayışıdır hukuk devleti" dedi,

ÜÇ: 
29 Ocak 2022 günü, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül'ün 'görevden af talebi', Cumhurbaşkanının 'tensipleriyle' kabul edildi. 

Soylu ise halen İçişleri Bakanı!

Özetle: "Siz yıkın hukuku sonradan gelir" diyen kişi işbaşında, "Bizim kılavuzumuz hukuktur" diyenin ise görevi son buldu. 

İşte bizim ülkemizde egemen anlayış bu!

Oysa, çokça demokratik eksikliği bulunan Anayasa md. 2'de: 'Türkiye demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.' -hükmü vardır ve yönetimler bu Anayasayı esas aldıkça meşru sayılırlar. 

Fakat bizde hukuk değil iktidardaki tek kişinin gücü esastır.  

Bu ne yaman çelişkidir, bu! 

***

Anayasası on yıllarca askıya alınmış ülkemizde sıkıyönetimler, olağanüstü haller ilan edilerek halk baskı altına alınmış ve oluşan korku iklimi günümüze dek devam etmiştir.

Fakat baskıların hedefinde olan ve 'öteki' sayılan kimlikler her zaman daha katmerli baskılar görmüş, daha ağır bedel ödemişlerdir.

Şöyle ki:

Kürtlerin anadilleri, kültürleri, coğrafyaları, tarihleri, seçme-seçilme hakları yok sayılmış, sudan bahanelerle seçilmiş milletvekillerinden bazıları ve belediye başkanlarının hemen hepsi görevden alınarak tutuklanmış, belediye meclisleri ile üyeleri işlevsiz ve etkisiz bırakılmıştır.

Alevi inançları, Cemevleri, kültürleri yok sayılmış, onlara etkin kamu görevi verilmemiş, evleri işaretlenmiş, çocuklarına "zorunlu din dersi" verilmiştir.

Peki, bu zulüm ve baskılara direnen, susmayan, yazıp, çizen, haklarını arayan aydınlara ne oldu?

-İşkence tezgahlarından sağ kurtulanların binlercesi hapiste, bir kısmı da yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. 

Ve şimdiki gündemimiz de başka ülkelere sığınmışlar! 

Hukuk tanımaz egemenler, güçsüz olana hem vurur hem de bağırırlar. Yani hem suçlu hem de güçlüdürler...

Fakat bunlar, baş edemedikleri güçlülerle karşılaşırsa; "terörist, casus, ajan" ilan ettiklerini, aklayıp-paklayıp teslim edecek kadar da çaresiz ve suspus olabiliyorlar...

Bu ne yaman çelişkidir bu! 

Suriye ve Irak'ın içişlerine karışmaktan vazgeçmeyen bu anlayış sahipleri şimdi de bir fırsat bulmuşken, NATO'nun dünyaya saldığı korku üzerinden dünya hukukuna ayar vermek istiyorlar.

Kendi ülkesindeki hukuksuzluğu 'hukuk' sayanlar, başka ülkelerden de aynı anlayışla 'hukuk' bekliyorlar. "İsveç ve Finlandiya bize, bizim terörist dediğimiz bilmem kaç kişiyi teslim edecekmiş! 

Sanki komşularından birkaç kilo bakliyat istiyorlar!

***

Ülkenin demokrasi yoksunu olması, 20 yıllık iktidarın eseri olsa da bu iktidarla ilk fırsatta uzlaşan cılız muhalefetin payını da hiç unutmamak gerekir. 

Çünkü muhalefet açıkça ortaya çıkıp, 'öteki' ilan edilerek hedef alınmış olan Kürtler, Aleviler ve diğer kimliklerin değerlerine, saygı duyduğunu, iktidar olduklarında, tüm demokratik insan haklarını tanıyacaklarını söyleme cesareti gösteremiyor. 

Eğer buna itirazınız varsa lütfen şunları da düşününüz:

Siz, İYİ Parti öğretisini odak yaparak 'altılı masa'da buluşmuş olanların, bu masada olmayan, fakat mevcut yönetime karşı birlikteliği savunan ve 'öteki' sayılan milyonların oylarını alan HDP'ye el uzatıp ' aramıza siz de geliniz' dediklerini hiç duydunuz mu? 

Peki bu masada: Kürtlerin anadil eğitimi, kayyumlar, siyasi tutuklular, Alevilik, Cemevleri, zorunlu din dersleri, diyanete teslim edilen eğitim gibi gibi önemli konularda varılan bir karar, yapılan bir açıklama var mı? 

Yok!...

Ama bu 'altılı muhalefet', iktidarı, NATO heveslisi ülkelerle neden daha sıkı pazarlık yapmadınız, niçin daha fazla haklar(!) istemediniz diye sık sık sorgulayıp eleştirebiliyor!   

Demek ki; bu 'altılı muhalefet', demokratik olmayan bu hukuksuz düzene karşı değilmiş, onlar, sadece iktidar olmak istiyormuş, onların iktidarında da acılar azalmayacak, sevinçler çoğalmayacak, düzen aynen sürecek. 

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 
       
   

26 Kasım 2021 Cuma

Yurttaş ve Devlet


Henüz 12 yaşında idim parasız yatılı okumak için köyden ayrıldığımda. Beni ve arkadaşlarımı büyük şehirlere götüren bu uzun yolculuğu, birkaç yıl otobüs koltuğu yerine, branda beziyle sarılmış bir kamyon kasasındaki sedire ilişerek (
kış gelince, bu kasanın orta yerine konan bir odun sobası çıtır çıtır yanardı.) çokça toz, gürültü ve sarsıntı içinde yapmıştık. 

İki yıl önce ihtilal olmuş, Yassı Ada Duruşmaları başlamıştı. 

O yıllarda köyümüzde sadece birkaç radyo vardı, akşam olunca bu radyolu evlerde toplanan komşular, Vatan! Millet! Devlet sözcüklerinin sıkça geçtiği haberleri, Türkçe bilenlerin çevirisi ile Kürtçe dinlerdi. 

Köyden daha büyük bir yerleşim yeri görmeyen 6-7 yaşlarındaki kardeşim Leyla da bu haber saatlerini çok sever ve ilgiyle dinlermiş. Radyodan sıkça tekrarlanan Vatan ve Millet sözcüklerinin anlamlarını az çok bilebilse de Devlet nedir, kimdir bilmiyormuş. Bunu hiç kimseye sormamış, beni beklemiş! Tabii ki, abisi olan ben, ne de olsa büyük şehirler görmüş biriyim ya! 

İşte bu duygular içindeki kardeşim Leyla köye geldiğim ilk gün bana:

"Abi sen devleti hiç gördün mü?" -diye sormuştu. 

Hiç unutamadığım bu soruya ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum.

Fakat ömrüm boyunca bu soruya hep cevap aradım diyebilirim.   

***

Bilmek, bir şeyi içselleştirerek anlamak, uygulama yapacak beceriye sahip olacak kadar öğrenmiş olmaktır. Bilen kişi, yeterli donanıma sahip olmak için her zaman yeni bilgilere açlığı olan kişidir. 'Bilir-bilgiç' olmak ise cahilliğin yaşam kaynağıdır, onlar yenilenen öğrenmeyi ret eder, her şeyi bildiğini sanır ve bu bilgilerle yetinirler.

Günlük yaşamda herkes bir koşuşturma içinde, eğer bu kişilere; "Bu koşuşturma ve uğraşlarınızın amacı nedir?" diye soracak olursanız, hemen hepsinin: "Yaşamak için!" dediğini duyarsınız. Fakat, eğer daha farklı cevaplar duymak isterseniz o zaman da: "Nasıl bir yaşam?" -diye sormanız yeterlidir. Çünkü bu sorunuza, binbir farklı cevap alabilirsiniz. 

Buradan hareketle bir genelleme yaparsak; tüm canlılar gibi her insan için öncelikli amacın yaşamak olduğu kesinlik kazanır. Bu amacına ulaşmak isteyen insanoğlu, pek çok farklı yol, yöntem ve aracı kullanıp yaşamını sürdürürken, tek başına değil de birlikte yaşaması gerektiği gerçeğiyle karşılaşır. Ve bu farkındalık sonunda, tüm farklılıkları bir arada yaşatacak olan bir iklim arayışı başlar. İşte bu ortak iklimi oluşturacak olan lider, kurum ve nesnelerin tümüne DEVLET adı verilir. Demek ki devlet, insanlık tarihiyle yaşıttır ve bir canlı organizma gibi değişim, dönüşüm ve başkalaşıma açıktır.

Devlet, görevini iki şekilde yapar; ya kendisini toplumsal yaşamın öznesi sayarak toplumu buyruklarla, ya da halkı özne kendisini de nesne olarak görerek demokrasi ile yönetir. 

Şimdi bazı olasılıklardan yola çıkarak biraz konuşalım istiyorum:

Bir ülkenin vatandaşları hakları için sokaklarda yürürken ya da gösteri yaparken, onlar için güvenli bir ortam sağlamakla görevli resmi-sivil bazı devlet  görevlileri; acımasız şiddet kullanarak ve baskı yaparak engel oluyorlarsa... Ve bu engelci güçlere, Niçin? sorusu sorulunca da onlar:  

"Ben devletim! İstediğimi yaparım!" -diyebiliyorsa...

Sonra da bu hak hukuk bilmeyen güçler, istediklerini yapıp suç işleyince, bunlar hakkında usulen başlatılan işlemler de "cezasızlık" veya "zaman aşımı" olarak sonuçlanırsa... 

Ve eğer bu ülkenin yurttaşları da bu eylem ve söylemlere karşı: 

"Biz halkız, devlet bizden aldığı güçle var oldu, devletin asıl görevi, bizi  korumak, bize hizmet etmektir." demek yerine korkup, siner ve susarsa... 

Böyle devletler her zaman buyurgandır, her zaman: "Biz ne söylersek o doğrudur ne yaparsak o tamamdır." anlayışıyla yol alır ve güçlerini hep egemen bir azınlıktan yana kullanırlar. 

Böyle devletlerde çoğunluğu yoksul olan büyük halk kitlesi önemsenmez, onlar her ne yaparsa: yalan, yanlış, günah, yasak, suç sayılır. 

Bu nedenle böyle ülkelerin geçmişinden bugüne kadar olagelen tüm toplumsal derin yaralarında devletin izleri ile karşılaşırsınız. 

Bir parantez açacak olursak: (Ülkemizde bugüne kadar 17. 547 -On yedi bin beş yüz kırk yedi- kişi 'faili meçhul' şekilde yok edilmiş. Cumartesi Anneleri tam 870 haftadır bunların faillerini, mezar ve kemiklerini arıyor, soruyor, fakat devletten bir cevap alamıyor.)  

Bu derin yaralar incelendiğinde hemen hepsinde devletin, önleme ve koruma görevini gereğince yapmadığı görülür. 

Tabii ki dünyada sadece halk karşıtı devletler yoktur. 

Bazı devletler ise; sorgulayan, eleştiren, denetleyen, özgür yurttaşların oylarıyla, çoğulcu, demokratik, laik, sosyal hukuk ilkelerine uygun olarak oluşur.  

Bu devletlerde; ortak insani değerler ve eşit yurttaşlık esastır. İnanç, mezhep, tarikat, dil, ırk sınıflandırmalar yapılmaz. Diyanet ve zorunlu din dersleri de yoktur.   

Bu devletler; kutsal sayılmaz, sadece yaşanacak bir ortam oluşturmak için hizmet eder, korur ve güvenlik sağlarlar. Devletin tüm çalışmaları şeffaftır, sorgulanıp, denetlenir.

Bu devletlerde hukuk işler, tüm suç kaynakları araştırılır ve kurutulur, kimseye cezasızlık uygulanmaz, tüm suçlular cezasını çeker. 

Böyle devletlerde, doğa ve ülke kaynakları halkın yararına kullanılır ve korunur, çetelere teslim edilmez. 

Kısacası, özgür mutlu yaşamak için çıkar savaşlarının son bulması, barışın dal budak vermesi gerekir.


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

21 Mayıs 2021 Cuma

“Uyumayacaksın!”


Şiir okumayı, dinlemeyi ve sonra imgeleri üzerinde düşünmeyi çok severim. İşte, Melih Cevdet Anday'ın beni çok etkileyen bir şiiri: 

Telgrafhane

Uyumayacaksın

Memleketinin hali

Seni seslerle uyandıracak

Oturup yazacaksın

Çünkü sen artık o sen değilsin

Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin

Durmadan sesler alacak

Sesler vereceksin... -diye devam eder.


Anday, bu şiiri 1952 yılında yazmış. O yıllarda insanlar arası iletişimi, iletken tellerdeki elektriğin elektromanyetik sinyalleri "tik-tak ve alo, alo" sesleriyle sağlardı. Bizleri, dünyanın her noktasıyla zaman-sınır-sırasız, sesli-görüntülü-belgeli olarak buluşturan, bazen de uykusuz bırakan dijital internet çok yeni. 

***   

3 Kasım 1996 günü akşam üstü saatleri, Balıkesir-Bursa arasındaki Susurluk ilçesinde, kimilerinin "Susurluk Kazası" kimileri de "Susurluk Skandalı" dediği bir trafik kazası oldu. 

DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak'a ait siyah mercedesin yolcuları, toplandıkları tatil beldesinden çıkmış, İstanbul'a dönüyorlardı. Çok hızla yol alırken birdenbire yakıt istasyonundan yakıt alıp ana yola çıkmakta olan bir kamyonla çarpışırlar. Sedat Bucak yaralı olarak kurtulmuş, diğer üç kişi ise ölmüştü.  

Araçtaki oturma düzeni şöyleydi: 

Direksiyonda: İstanbul Polis Okulunun Müdürü Hüseyin Kocadağ...

Hemen yanında: siyaset ve feodalite temsilcisi Sedat Bucak...

Önceliklilerin oturduğu arka koltukta ise 'Mehmet Özbay' kimliği olan bir kişi ile sevgilisi vardı. Bu kişiye ait 'silah taşıma belgesi', dönemin en etkili isimlerinden biri olan İçişleri Bakanı Mehmet Ağar'ın imzasını taşıyordu. 

Aracın bagajı bir cephanelikti: Özel Harekât Daire Başkanlığı envanterine kayıtlı iken "kaybolduğu" söylenen suikast silahları ve mühimmat vardı. Ayrıca, bagajda olduğu halde "kaybolan" belgeler dolusu bir çanta...   

Sonra, Mehmet Özbay kimlikli kişinin; karanlık ve çok kirli eylemleriyle ün almış bu nedenle de kırmızı bültenle aranan Abdullah Çatlı olduğu ortaya çıkmıştı.  

Abdullah Çatlı, 1978'de Ankara Bahçelievler'de 7 TİP'li öğrenci ve Doç. Dr. Bedrettin Cömert'in katledilmesi olaylarının firari sanığı iken yurt dışına kaçmış, orada da uyuşturucu ticareti nedeniyle birçok kez tutuklanmıştı. 1990'da İsviçre'deki bir cezaevinden firar etmiş, kırmızı bültenle aranan biriydi. 

Bu kaza sanki kirlilikleri ortaya çıkarmak için kurgulanmış bir senaryo idi.

Çünkü, devlet zırhı içinde güçlenip pek çok faili meçhul katliam yapan bir odak vardı. Bu odak vatandaşın-kamunun kaynaklarına el koyup korku salardı. Görünmez olduğu için derin devlet adını alan bu odak her zaman kirli, karanlık ve gizli kalmıştı. 

İşte bu trafik kazası sonunda 'Pandora'nın Kutusu' açılmıştı. Böylece; gizli-saklı-kirli siyaset-polis-mafya ilişkileri apaçık ortaya çıkmıştı.

Kamuoyu bu olayla sarsılıp büyük bir tepki göstererek kaza ile ortaya çıkan devlet-siyaset-mafya ilişkilerinin ortaya çıkarılması için "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" ismi ile bir sivil toplum eylemi başlattı. 

Ülke çapında büyük bir destek alan bu ışık kapatma eylemi tencere, tava, ıslık ve protesto sesleri eşliğinde büyük bir katımla günlerce sürmüştü. 

Bu eylem sonunda:

Başbakanı Erbakan: "Gulu, Gulu Dansı" dedi.Mecliste komisyonlar kuruldu. Üç tane 'Susurluk Raporu' hazırlandı.  

Ayhan Çarkın, faili meçhul cinayetlerin özel harekât polisleri tarafından Mehmet Ağar ve İbrahim Şahin'in talimatıyla "devletin bilgisi dâhilinde" işlendiğini açıkladı. Savcılık, Mehmet Ağar, İbrahim Şahin, Korkut Eken, Yeşil Kod adlı Mahmut Yıldırım ve özel harekât polislerinin arasında olduğu 19 kişi hakkında 18 faili meçhul cinayetten dava açıldı. 

İçişleri Bakanı Mehmet Ağar istifa etti ve hakkında ‘cürüm işlemek için silahlı teşekkül oluşturmak’ suçundan 5 yıl hapis cezası verildi.

Ama, Susurluk, Yeşil, Jitem katliam dosyaları kirlerinden aklanmadan sırları ile birlikte karanlık raflarda yerini aldı. 

Erbakan'ın haksız "Gulu, Gulu Dansı" benzetmesi haklı çıktı!    

***

Aradan 26 yıl geçti. Gökyüzünü yine kapkara bulutlar sarmış. Bulutlar arası hedefsiz şimşekler çarpışırken, yeryüzünü yıldırımlar hedef almış durumda. 

Organize Suç Lideri Çakıcı 'af' ile hapisten çıkınca, o bilindik 'yaşlı kurtlar': Çakıcı-Ağar-Alan-Eken toplandı ve paylaşım paydaşlarını  'fotoğraf' ile duyurdular. Bu karede yer bulamayan Organize Suç Lideri Turancı Sedat Peker 'dönüş sözü' alarak yurtdışına çıkmıştı.

'Söz' tutulmayınca 'racona' uyan Peker, 'Bir tripot, bir kamera” eşliğinde; gülerek, suçlayarak, tehdit ederek, faillerin bütün kirliliklerini tanık, belge, yer, zaman sıralamasıyla ortaya döküp, meydan okudu. Hem de eğer söyledikleri gerçek çıkmazsa, parmak ve bilek kesme sözü bile verdi.  

Hedefinde: Soylu, Ağar, Ağar'ın 'Bodrum Hatırası' fotoğrafı, Pelikancılar, medya patronları ve yalaka gazeteciler var. 

*

Orta yerde ülkenin gerçekleri:

Ülkemiz dünyada yapayalnız kalmış.

Maliye, Ticaret, İçişleri Bakanları hakkında çokça söylenti var.

Esnaf kepenk kapatmış, ticaret durmuş, iflas-intiharlar artmış. 

Kolimbiya Savunma Bakanı, İzmir Limanına gidecek olan 4.900 kg. kokain yakalandığını söylemiş. Bizimkiler, 'Kime?!' diye soramaz olmuş.

Adalet, Hukuk, Yasama, Yargıya işlev kazandıran kuvvetler ayrılığı tek elde toplanınca: Meclis, yargıç-savcılar işlevsiz, akademi ve medya konuşamaz olmuş. 

Yoksulluk-Yolsuzluk-Yasakları yok etme sözleri unutulmuştur. '3Y'; ihale yasaları ve kapitülasyon benzeri taahhütler imzalanarak 'resmileşmiş' daha kalıcı olarak sisteme eklenmiştir.

*

Mahsuni Şerif, yıllar önce olup bitenleri sıralayıp faillere: Yuh! Yuh! -çekerken, halkına da: Uykuda mısın? Uyan! Uyan! -demişti. 

Evet, "öğrenilmiş çaresizlik" gereği bizler; 26 yıl önce sivil toplumun büyük bir katılımla yaptığı: "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık" benzeri bir eylemi bile yapmıyoruz. 

Sadece bakınıp-yakınıp-umutla bekliyoruz! 

İşte, memleketin hali! Şimdi gel de uyu. 


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

4 Ağustos 2017 Cuma

Anne ve Babalara Mektup



Sevgili anne ve babalar; 
Ben uzun yıllar çalışıp emekli olmuş eğitimci bir dedeyim. Biliyorsunuz okullarımıza babalardan daha çok anneler geliyor, eğitim bilimi, bu durumun devem etmemesi gerektiği söylüyor. Çünkü çocuğun hem anneye hem de babaya çok ihtiyacı var.

İşte gördüğünüz gibi sizinle ortak konumuz çocuklarımız... 

Bu nedenle size; zarfsız ve pulsuz bir mektupla seslenmek istiyorum.

Sizlerle; okul bahçelerinde, koridorlarda, törenlerde, etkinliklerde, okul aile birliği toplantılarında, okul aile birliği çalışmalarında görüşüp tanışırız. 

Sizler, her zaman okullarımızı koruyan ve kollayanlar oldunuz.  Devletin üstlenip yapmadığı, eksik bıraktığı işleri üstlenip tamamladınız.

Okullarımızın bazen faturalarını ödediniz, bazen de aksayan okul hizmetlerini yapacak elaman bulup maaşlarını ödediniz. Hatta belki, "o elemanları niçin sigorta ettirmediniz" diye sorgulananız da olmuştur… 

Okullarımıza daha iyi şartlar sunmak için toplantılar, kampanyalar, kermesler yaptınız.  Böylece,  öğrencilere, öğretmenlere ve okul yönetimlerine büyük destek oldunuz.  

Benim bu sıraladıklarım yapılanların sadece birkaçı... Kısacası, sizler teşekkürü hak eden saygıdeğer pek çok işler yaptınız.
-Peki, siz tüm bu işleri niçin yaptınız?

-Siz söylemeden önce ben söyleyeyim “en değerli varlıklarınız” çocuklarınız için, değil mi?

Sizler isterdiniz ki; çocuklarınız sağlıklı, güvenli, başarılı birer birey olsun ve bu dileklerinize ulaşmaya engel olacak tüm etmenler ortadan kalksın. 

Ama şimdi sizin istemediğiniz bir ortam oluştu ve engeller çoğaldı. 

Bu mektubu da, okullara hizmet, para,  pul istemek için yazmıyorum. En değerli varlıklarımız çocuklarımız tehlikede, onu haber vermek için yazıyorum.

Sevgili anne ve babalar; 
Yetişkinlere belli bir hayat tarzı dayatmaya çalışan iktidar, bu konuda henüz tam başarılı olamadı. Ama şimdi, tarikatlar, vakıflar ve derneklerle el ele verip; bilinçli, planlı, programlı olarak okullarımıza, çocuklarımıza, geleceğimize yöneldiler…

Öğretim konularındaki (müfredat) değişiklikleriyle, çocuklarımızı bilimsel anlayıştan uzaklaştırmak ve ülkemizi çağdaş dünyanın dışına atmak istiyorlar.

Çocuklarımızı; soru sormaz, yorum yapmaz, sorgulamaz duruma getirip, özgüvensiz ve bağımlı kişiler yapmak istiyorlar. Çünkü kendi gelecekleri (ikballeri) için gerekli olan nesli, bilimsel yolla değil de, inanç sistemi dayatmasıyla yetiştirmek istiyorlar. Çünkü ancak bu eğitimle; karşı çıkmayan, hak aramayan insan yetişeceğini biliyorlar. 

Sevgili anne ve babalar;
Bir yıl önce hep birlikte yaşadık o kapkaranlık 15 Temmuz kalkışmasını. Oradaki insanlık dışı eylemleri, acımasızlıkları ve katledilen canları... 

Anlaşılan bazıları tüm bu yaşananlardan hiç ders çıkarmadı ki, şimdi aynı yöntemi kullanarak saldırmaya başladılar okullarımıza, çocuklarımıza geleceğimize… Ne çabuk unuttular bir yıl önce yaşananları!..

Bari siz yaşananları unutmayınız sevgili anne ve babalar: 

Bu kalkışmanın odağındaki virüs, toplumsal yaşamımıza ne zaman, nasıl ve hangi yöntemlerle girdi? Nasıl semirerek gelişti ve sarmaladı her yanı? Bunları hepimiz (az/çok) duyup öğrenmedik mi?

-Evet gördük, duyduk, öğrendik:

Onlar da; tarikatlar, vakıflar, dernekler yönetiminde, örgün ve yaygın eğitim kurumlarına sızdılar.

Yalan söyleyip, riyakârlık ve yolsuzluk yaptılar. Çaldıkları sorularla, sınav kazandırıp, işlere (öğretmen, polis, yargıç, general…) yerleştirdiler.

Özetle; sormayan, yorum yapmayan, robot gibi isteneni yapan ve kendilerine minnetle bağlı kulları böyle yetiştirdiler.

Tabi tüm bunları tek başlarına yapmadılar. Büyük ortakları olan yol arkadaşları; “alnı secdeye değiyor”  diye onları; makam, mevki, yetki sahibi kıldı ve tüm istediklerini de verdi...

Peki sonra…:

İşte onlardı 15 Temmuz’da tankları sivil halkın üstüne sürenler, onlardı meclisi bombalayanlar.  Onlardı, aklı, mantığı, vicdanı ve beyinleri kiralananlar. Onlardı, onlar…

Bir daha o karanlık günleri yaşamamak için size sesleniyorum. Sevgili anne ve babalar:
Bakınız, Eylül yaklaştı, okullar açılacak, zaman çok az ve çocuklarımız tehlike altında… 
 

En değerli varlıklarımız olan çocuklarımız ve ülkemizin geleceği için; 
  • Bilimsel yoldan çıkışı sağlayan ve inanç sistemi dayatan, öğretim konularındaki (müfredat) değişiklikler hemen durdurulmalıdır. 
  • Zorunlu din dersi uygulaması sonlandırılmalıdır. (Dinde zorlama olmaz!) 
  • Demokrasi, laiklik, hak, hukuk ve adalet düşmanı gerici anlayışın şahlanışı durdurulmalıdır.
Bu ve benzer demokratik taleplerimizle; okul-aile birliklerinde, STK’larda, gönül verdiğiniz partilerde, arkadaş günlerinde, sokakta, çarşıda her alanda, her ortamda el ele tutuşup, bir araya gelmeli, çareler aramalıyız.

Çünkü çocuklarımız da ülkemiz de çok değerli…
Çünkü çocuklarımız ve geleceğimiz tehlikede…

Saygılarımla... 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

3 Mart 2017 Cuma

Bilinmezleri bilinir kılanlar ile bilinmezden güç alanlar


(Savaş olmasın Barış olsun diyeBu Suça Ortak Olmayacağız! bildirisini imzaladığı için, kendisine tüm kapıların kapatılmasına dayanamayıp, yaşamını sonlandıran bilim insanı:
 Mehmet Fatih Traş’ a saygı ile…)  


Eğer insan yavrularının doğum öncesinde içinde bulundukları farklı şartları saymaz, sadece dünyaya çıplak ve korunacak halde gelişlerine bakarsak, hepsinin görüntüsel bir ‘eşitlik’ içinde olduğunu görebiliriz. Ama bu göreceli bir eşitlik ve sadece o an içindir. Çünkü ağlayarak ve çığlıklar atıp  geldikleri dünyaya, o andan başlayarak; kimine yokluk, kimine de varlık içinde bir yaşam sunacaktır.

Bu eşitsizliği ana-baba-ataların bireysel farklılıkları, özel yetileri kısmen belirlese de, asıl nedenin, emek sömürüsü sonucu oluşan artı değerin, hakça paylaşamamasından kaynaklandığı unutulmamalıdır.

Artı değerin sağladığı güçle güçlenenler, kurulu sömürü düzenlerini sürekli kılmak için her çareye başvururlar. (Savaşlar da bu anlayışın sonucudur.). Düzenlerini daha çok geliştirip kalıcı kılmak için de, İnanç Sitemi'ni kontrol altında tutmak zorundadırlar.

İnanç sistemini kontrol etmeyi de, amaçlarına uygun olarak düzenlenmiş eğitim sistemi ile sağlayabilir.   Böyle bir eğitim sisteminde insanlar; ezbere dayalı bilgilerle donanır, soru sormaz, yorum yapmaz, özgünlükleri olmayan tek tip olarak yetiştirilir. Bunlar; haklarını aramayan, sadece verilenlerle yetinen, boyun eğip hizmet eden, özgüvensiz kişilerdir. 

Bu insanlar; yaşadıkları tüm sıkıntı ve olumsuzlukları,  sadece fıtrat ve kader bağlamında değerlendiren kolaycı bir savunma mekanizmasına sahiptirler.  Böyle  yetişen kişilerde, her insanda olması gereken ve sorunlarla mücadeleyi sağlayan “başa çıkma gücü” körelmesi vardır. Bu da onları, öğrenilmiş çaresizlik içinde,  boyun eğen bireyler yapar.

Zaten güç sahibi egemenler de, böylesi insanlar istemiyor muydu?

***

Egemen güçler, güçlerini; karanlıkta kalan bilinmezlikler üzerine kurdukları için, bilimin sağladığı aydınlığı sevmezler. Çünkü aydınlık, onların emek ve inanç sömürülerine ışık tutar. Onlar için asıl korkutucu olan da budur.

Bundandır ki zaman zaman (belki de her zaman), filozoflar ya da bilge kişiler; Vicdan, Erdem, Etik, Hak-Hukuk-Adalet-Demokrasi dediklerinde “şeytanın avukatı”  sayılmış… Kimisinin derisi yüzülmüş, kimi yakılmış, kiminin giyotinle başı kesilmiş veya idam edilmiş, kimileri de alınıp götürüldükten sonra bir daha dönmemiş; kuytularda, zindanlarda, mahzenlerde işkencelerde yok edilmiş... 

Bilgin ne zaman konuşmuş, bilim ne zaman bilinir kılmışsa bilinmezleri… İşte o zaman başlamış, bu bilinmezden beslenip güç devşiren odakların paniklemeleri...

İşte o zaman başlamış olup, halen devam etmekte olan; büyük acılar ve kıyımlar yaşatan inanç, din ve mezhep savaşları…

Tarihi kalıt (miras) olan mabet, meydan ve yerleşkelerde bulunan; yontu, resim, yazı, alet ve paralardan anlıyoruz ki, insanlar tarih boyunca yaşamak ve kazanmak için savaşmış... Karşılaştıkları bilinmezliklerin, yaşattıkları korku ve sevinçleri anlamlandırmak için de: ne/niçin/neden/nasıl diye çokça sorular sorup, sürekli olarak arayışta bulunduklarını anlıyoruz.

İnsanoğlu bu bilinmezlikler için hep kendince nedenler aramış, bulmuş, sıralamış. Korkutan, ürküten güçler ve başa çıkılmaz bilinmezliklerle karşılaşınca da, onları kutsayıp, tapınmış. Bilinmezlik, korku, acı ve ıstıraplar sürüp gittikçe de, insanlar için sığınacak birer liman olmuş inançları ve tapınakları…

İşte böyle doğmuş doğa güçlerine tapan Paganizm… Tanrılar ve Tanrıçaların bolca olduğu Çok Tanrılı Dinler… Ve “İbrahim’i Dinler” olarak bilinen Tek Tanrılı Dinler

Her insanın kendine özel olarak kutsal kıldığı, bunlara dokunulunca da,  incinip canının yandığı; inançları ve değerleri vardır. Herkesin bu inanç ve değerlerine saygı duymanın da bir “erdem” olduğunu unutmamak gerekir.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız