İskenderun’dan başlayan otobüs yolculuğumuz Adana otogarında sadece yolcu indirip, yolcu almak için kısa bir beklemeden sonra sorunsuz olarak Mersin otogarında son buldu.
Erdemli’nin Ayaş Beldesi’ndeki buluşma yerimize gitmek için Silifke midibüsüne binmemiz gerekiyordu, öyle de yaptık. Şoförümüz, bir-iki yolcu alabilmek için tıpkı korku filmlerindeki gibi telaşlı ve akrobatik hareketlerle duraklara dalıp, çıkıyor, her an bir kazaya sebep olacak şekilde başka hatlardaki minibüslerle yarışıyordu. Diğer yolcuların homurdanmaları onların da benim gibi gerginlik yaşadıklarını, “yüreklerinin ağızlarına geldiğini” gösteriyordu. Şoför, bazı büyük duraklarda torpido gözüne sakladığı küçük bir kâğıt parçasını çıkarıp, oradaki “değnekçiye” imzalatıyor ve hemen miktarını bilemediğim metal paraları “haraç” olarak vererek yola devam ediyordu...
Erdemli'ye kadar devam eden bu korkulu yarış, bende büyük bir gerginlik yaratmış olacak ki; 1968-1971’li yıllarda görüp hayran kaldığım bu coğrafyada görüp, yaşadıklarımı anımsayıp, günümüzle kıyaslama fırsatı bile vermemişti bana.
İşte böyle bir psikoloji içinde iken, adeta ohhh!.. diyerek varmıştık buluşacağımız otelin kapısına…
İşte böyle bir psikoloji içinde iken, adeta ohhh!.. diyerek varmıştık buluşacağımız otelin kapısına…
O koşuşturmalı ve korkulu yolculukta fırsat bulamamıştım, bari şimdi geçmişi
anımsayıp günümüze gelmek; kıyaslamak, düşünmek, düşündürmek istiyorum kısaca. Siz
de bana: “Sen okul buluşmasına gelmişsin, şimdi
ne işin var geçmişte…” demeyin lütfen…
O yıllarda; Mersin’den Erdemli’ye doğru yol alırken; solumuzda kocaman bir deniz, büyük büyük narenciye bahçeleri, sağımızda ise bahçelerin kenarlarına dizili küçük küçük şirin köy evleri, mahalleleri vardı.
O yıllarda; Mersin’den Erdemli’ye doğru yol alırken; solumuzda kocaman bir deniz, büyük büyük narenciye bahçeleri, sağımızda ise bahçelerin kenarlarına dizili küçük küçük şirin köy evleri, mahalleleri vardı.
Mevsimine, gününe göre, deniz dalgalarının; bazen huzur veren şıpırtılarını ve bazen çığlığa dönüşen
iniltili sesini duyardınız. Rüzgâr, deniz dalgalarında yıkanır, nemi ve yosun kokusunu alarak, bahçelerdeki yeşillikleri,
dalları, yaprakları, çiçekleri bazen okşar, bazen de sarsarak oralardan size;
limon-portakal-mandalina-turunç-muzlardan aldığı karışımın hoş kokularını sunardı.
Peki, şimdi?!...
Mersin’den Erdemli’ye kadar, Erdemli Çamlığı, Orman Kampı ve ODTÜ Kampüsü dışında
hiç yeşil kalmış mı? Kale ya da hapishane duvarı gibi dizilmiş yüksek yüksek
apartmanların, uzaklara attığı, görünmez kıldığı denizi görebiliyor
musunuz? Peki, "limonun başkenti” denen yerdeki limon bahçeleri nerede? … Evet,
ancak üç nokta ile noktalanır bu tür cevabı zor sorular.
***
Gelenekselleşmiş okul buluşmamızın bu yılki düzenleyicisi Mürüvvet
Demirtaş daha doğrusu Nermin-Mürüvvet-Mehlika üçlüsü… Üçkardeş el
ele verip, çok çalışmış, çokça yorulmuşlar… Tek amaçları ise, buluşmaya
gelen bizleri rahat ettirmek…
Mürüvvet Demirtaş arkadaşımız; Erdemli'de bulunan bir özel okulun müdürü,
ayrımsız olarak herkese güler yüzle hitap ettiği ve de güzel konuştuğu için hemen hemen her
okul buluşmamızın değişmez sunucusudur kendileri. Otele giriş yapan hemen
herkes gibi bizi de ışıldayan gözler ve güler yüzle karşıladı. Kuşkusuz onun da
kendine özgü bir dünya görüşü var. Ama O,
'herkesin görüşü ve inanışı kendi özelidir'
diyenlerden… O, bir “Yavuzselimlili” olarak, “İNSAN” olmayı esas alan
birisi…
Şimdi gel de günlük politikaya dokunma bakalım: Bugünlerde birbirine tahammülü
olmayan kutuplara bölünmüş Türkiye'mizde, böylesi kişilere ne de çok ihtiyacımız
var?...
***
Öğretmen, abi, abla, kardeş, arkadaş, eş ve
torunlarımızın (4 nesil) bir arada olduğu bu buluşmada:
Birinci gün: Bu günümüz öğretmen ve arkadaşlarımızı arayıp bulma, özlem giderip,
kucaklaşmalarla geçti. Bazen, karşınıza “Tanıdın
mı?” diye çıkarılan birine bakar, “Tabi ama...” der, kekelersiniz, bazen de, çaktırmadan göğüslere
asılı tanıtım kartlarına bakıp anımsamaya çalışır, belleğinizi zorlar ve
başaramayınca da üzülürsünüz. Kolay değil, görüşmeyeli belki 50, belki daha fazla yıl olmuş, onu unutup silmişsiniz... Ama şimdi bir de o çocuk yıllar içinde
anımsarsanız onu, 70’ine yaklaşmış bir çocuk olursunuz...
İkinci gün: Organizatör
Mürüvvet arkadaşımız, bizi planlanan yerlere taşıyacak olan taşıtların geç gelmesi yüzünden
sıkıntılı anlar yaşadı. Fakat gecikmeli de olsa geldiler, bizi önce otelimize
3 km uzaklıkta ve Ayaş Beldesi’nin yaslandığı tepedeki “Kanlı divane” antik kentine götürdüler.
“Kanlı
divane”; M.Ö:2. ile M.S:7. yüzyıllar arasında yaşamın devam ettiği bir yer olarak bilinir. Merkezindeki obruk (çöküntü) alanı ise; suçluların aslanlara yem olduğu yer... Alanın duvarında bir kaya mezarı ile çeşitli figürler bulunmaktadır. Obruğu çevresinde de; bina enkazları, yüzyıllara direnerek ayakta
kalmış muhteşem oymalarla süslenmiş kapı girişleri, taş duvarları, Zeytin İşleme Atölyesi, Kilise,
anıtmezar ve lahitleri görürsünüz.
Şöyle bir bakınır, düşünür sonra da; bu
toprak, bu deniz, bu tarla, bu bahçe ve bu anıtları gereği gibi koruyamamanın mahcubiyeti
içinde yanaklarınız alevlenir, üzülürsünüz… Buraları binlerce yıl
öncesinden miras bırakanları hayal ederek; inancına, töresine, kimler olduğuna bakmadan saygı duyarsınız.
Bu güzel ören yeri ziyareti sonrasında; meşhur Erdemli
Çamlığı’ndaki piknik alanında dostlarla sohbet edip, peynirli dürümleri iştahla yedik, aşırı klorlu su ile yapılmış ayranları içemedik... Akşam yemeği
sonrasında da söyleşi ve Silifke ekibi gösterileri…
Üçüncü gün: Dünkü
ören yerinden sonra bu gün de tarihe yolculuk var. Bu kez Tarsus’a… Eşim Dilek Toprak’la birlikte park yerinde bulunan (rast
gele) bir midibüsün ön sırasına oturduk, içeride hiç kimse yoktu, sonra da kafilenin en
neşeli taşıtı haline geldi bizimkisi. Sınıf arkadaşım Vahdettin
Kurt’un assolist olduğu Oltulular grubunun alkışçısı, sessizce, içten
içe söyleyeni olmuştuk. Gidiş ve dönüş yolunda sanki çocuk olduk, durmaksızın şarkı-türkü söyleyip, neşeli, güzel bir yolculuk geçirdik.
Çukurova’nın
tarihi başkenti Tarsus
Tarsus’ta St.
Pier Kilisesi kalıntıları üzerine yapılmış olan Ulu Camii’nin avlusunda;
Hazreti Adem'in oğlu Hz. Şit peygamber ile Lokman Hekim'in temsili
mezarları ve Halife Memnu'nun mezarı bulunmaktadır. Yakınında da; Tarsus'a
gelmesiyle, bölgedeki kıtlığın son bulduğu, bolluk ve bereketli yılların
başladığı söylenen Hz. Danyal’ın (MÖ 4-5. yy.) mezarı kabul edilip halen
kazı çalışmaları devam eden bir alan... ( Bu bilgileri bize, bir tur rehberi gibi
anlatan cami imamı verdi). Tarsus Şelalesi’ni gezip Belediye aş
evinde “kavurma-pilav” yedik… Sonra da Hıristiyan ile Müslümanlarca
kutsal kabul edilen Eshabı Kehf (Yedi Uyurlar) Mağarası’na doğru yola
çıktık, kapısına tam varmıştık ki, aniden ve şiddetli bir sağanak yağmura yakalandık,
ıslandık, üşüdük ve Yedi Uyurlar Mağarası’na hızlıca girip
çıktık. Zamanımız sınırlı olduğu için Çukurova’nın tarihi başkenti Tarsus’un
pek çok yerini gezemeden noktaladık gezimizi.
Otelimiz; bol ve temiz olan yiyecek listesine (final gecemiz için) bir duble de
içki eklemişti, isteyen içti isteyen paylaştı... Öğretmen ve bazı arkadaşlarımız
ortak yaşanmışlıklarımızı dillendirerek duygulu anlar yaşatırken, horon, bar ve solo türkülerle de coşkulu anlar yaşadık.
Nermin-Mürüvvet-Mehlika üçlüsü, son gecemizde sürpriz yaparak bir ilke imza attılar: “Palandöken Aydınlığı Yavuz Selim Öğretmen Okulu” isimli bir 50. yıl dergisi çıkarmışlar, böylece
bazı anılarımızı yazılı hale getirerek kalıcı kılmışlar. Ve bu dergiyi tüm katılanlara
ücretsiz dağıtma inceliğini gösterdiler…
Yarın grubumuzun ayrılık günü... O gece, seneye Trabzon’da buluşalım kararı alındı, fotoğraflar çekildi ve güzel
dileklerin sıralandığı vedalaşmalar yapıldı. Yani, yarını beklemeden ayrılığı
geceden başlatıverdik…