Köseçobanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Köseçobanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Haziran 2017 Cuma

Yavuzselimliler Buluşmasına Giderken

Yıl 2017, gelenekselleşmiş okul buluşmamız için yine düştük yollara. Bu kez otobüste değiliz, yaylaları, ovaları, dağları, tünelleri, pınarları geçip,  yol üstü lokantalarda mola da vermiyoruz. Ama bu kez hem yayları, hem ovaları, hem denizleri, hem de doğası tahrip olmuş, ruhsuz, çirkin beton yığını sivri kulelerle donanmış şehirleri, kartopu olmuş bulutların aralığında kuşbakışı görerek, güneş ışınlarının bulutlarla buluşunca oluşturduğu  kristal şöleni izleyerek, uçarak ve 65 dakika içinde ineceğiz Çukurova’ya… 

Hemen anımsadım 1968'i. Bingöl ve Erzurum'da büyümüş, 18 yaşında öğretmen olmuş ve de henüz deniz görmemiştim. İlk görev yerime gitmek için çok uzun, zor, yorucu yollardan; yaylaları, dağları, ovaları, serin suları aşa aşa, asfaltların eridiği bir ağustos sıcağında susamış, bitkin, şaşkın olarak inmiştim Çukurova’ya… 

Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim, rakım da, ritim de çok yüksek…

Nasıl olmasın ki?!... Varacağım yer Çukurova. Bu Çukurova ki; nice inanca, dine, dile ve kültüre beşik-barınak-mezar olmuş, kutsal ve bitek bir toprak. Bu topraklar ki; Mehmet Kemal, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney gibi nice insanlık zenginlerinin, öyküleri, romanları ve filmlerinde; ırgatların, marabaların, yarıcıların, ağaların, Memetlerin, Hatçelerin öfkesi, sesi, çığlığı olmuş, "karıncanın su içtiği" yerler... Yani hem açları, hem tokları, hem mazlumu, hem zalimi, hem de zulüm görmüş insanların çokça olduğu bir coğrafyadır burası.

Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim...

Nasıl olmasın ki?!... İlk kez Hatay- İskenderun'a  gidip misafir olacağız Saniye Apaydın ve Hüseyin Apaydın dostlarımıza. Öykülerde, romanlarda okuduğumuz şimdilerde de savaşların ve "Musa Dağ'da 40 gün"  benzeri çokça acıların yaşandığı bu insanlık müzesi şehirleri göreceğiz.
 
Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim... 

Nasıl olmasın ki?!.. 1962 den beri Yavuz Selim İlköğretmen Okulu’nda; birlikte ağlayıp, birlikte güldüğüm, sevinci, üzüntüyü üleştiğim, öğretmenlerim, arkadaşlarım, kardeşlerim ve öğrencilerimle  üç gün boyunca Mersin-Erdemli'de birlikte olacağız. Bu “bir öğretmen, bir öğrenci, bir veli…”nin hikâyesi...  İşte şimdi ben bu güzel çekim gücünün yüksek basıncı altındayım. 

Eğer bir kişiye üzerinde, “Bir öğretmen, bir öğrenci, bir veli…”  yazılı ve üç nokta ile sonlanmış (ya da sonlanmamış) bir kartı gösterir ve ondan bu cümleyi tamamlamasını isterseniz (ki tanıma tekniği olarak buna "projektif yansıtma" derler) :

Soruyu sorduğunuz hemen herkesin bu üç noktalı bölümü, toplumsal/yaşamsal bir konu/olayla sonlandırdığını... “Bir öğretmen, bir öğrenci, bir veli…” öyküsünü kurgularken de, o birlerden birisi ile kendisini özdeştirerek konunun öznesi yaptığını, kendi iç dünyasından yansımalarla dillendirdiğine tanık olursunuz.

Ve işte o zaman, bu üç noktalı cümlede sıralanan birlerin, sanıldığı gibi  sadece üç kişi olmadığı, o birlerin birleşerek bütün toplumu oluşturduğunu anlarsınız.

Yıllardır olduğu gibi bu yıl da “hem öğretmen, hem öğrenci, hem veli…” olarak katılacağız mezun olduğumuz okulun buluşmasına; özleyerek, isteyerek, coşkuyla... Aslında bu grubumuzun benzeşmeyen, örtüşmeyen pek çok inanç-görüş-anlayış-yaşayış farklılıkları, değişik kimlikli olanları da var. Tek kimlikli olmak, onunla yetinmek garipliktir, yoksulluktur, yalnızlıktır. Pek çok kimliğe sahip olmak ise, insan olmak ve en büyük zenginliktir. Bizi bir arada tutan ortak paydamız; Her insana sevgi-saygıyı esas alan 'Yavuzselimli' olmaklılığımız. İçinde bazı yokluk ve yoksunluklar olsa da yaşanmışlıklarımız...   Bu da, güzel günler geçirmek için yeter bizlere.  Örnek olsun herkese!..

Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim...

Nasıl olmasın ki?!... 12 yaşında Bingöl’ün bir köyünden çıkıp Erzurum- Ilıca'da 6 yıl parasız yatılı okuyup 18 yaşında, Gülnar’ın (Torosların tepesindeki Bardat yaylasında) Köseçobanlı Köyü'ne öğretmen olarak giden beni hatırladım. O ben ki;  buranın Ağustos sıcağı ve deniz ile ilk kez tanışmış, Mersin-Silifke-Gülnar yolculuğunda o muhteşem  narenciye bahçelerini, her mevsim başka renklere bürünen, denizle uyumlu bakir doğayı görmüş... Denizden esen rüzgârın her mevsim taşıdığı değişik kokuları ve çağrıştırdığı aromaları hissetmiş, yaşamış...    

Acaba şimdi rant sağlamak için neler, neler olmuş?! 

Belki gitmeyeceğiz ama eğer olur da, Erdemli ve Kızkalesi'ni geçip varacak olursak Silifke'ye... Rüzgârı, güneşi, yeşili, suyu en bol olan bu bölgede nükleer enerjiye yönelmek!... Akkuyu Nükleer Santrali inşaatı ve sonrasında, yaşanacak olası doğa katliamları, insanların çekeceği acıları düşünmek oldukça üzüyor, yoruyor insanı...

Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim...

Nasıl olmasın ki?!.. Dönüş öncesi iki günü Adana'ya ayırdık... Orada da, hasta olan çok sevdiğim akrabam, arkadaşım bilge dostum Mahmut'u, Tuncay'yı Gaye'yi ve sevgili torunları Deniz'i ve Ada'yı göreceğiz...

İşte ben şu an tüm bu yaşanmışlıklar ve beklentilerin kıskacındayım.


NOT:Çukurova gezisi ve okul buluşmamız hakkındaki anılarım devam edecek.  


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

2 Aralık 2016 Cuma

Mahmut, Stephen Hawking’e karşı çıkıyor!

Hani herkes hanım köylüdür derler ya teyzemin oğlu Mahmut Bektaşoğlu da, Tarsus’tan evlenince oraya yerleşip oralı oldu. Mahmut ile ilkokulu birlikte okuduk, birlikte ulaştık ergen yaşlara, yani akrabalık dışında yaşıtım ve de arkadaşım… Bazen ortak acılarımızı paylaşırken bir araya gelip yüz yüze görüşsek de, uzun yıllardan beri uzak yaşıyoruz onunla. Fakat aklımıza estikçe, özledikçe, bayramlarda, acı-tatlı günlerde de telefonla konuşur, dertleşiriz.
Bu kez de, emekli bir öğretmen olan eşinin “öğretmenler gününü” kutlamak için çaldırdım telefonunu. Zili henüz iki kez çalmıştı ki kapattı telefonunu. “Bi’şey mi oldu” diye düşünüp, birden telaşlandım ve tam da yeniden arıyordum ki, bu kez o aradı ve “telefon kontörü çokluğu” nedeniyle kapatmış olduğunu söyledi, gülümsedim.
Aradan uzun bir zaman geçmişti son görüşmemizin, belki ondan belki de kontör bolluğu nedeniyle epeyce uzattık konuşmayı. Arkadaşlık, akrabalık gereği olan konuşmaları bitirip, günlük olaylara, memleket meselelerine de şöyle bir değindik… Fakat konuşmamızda hoşuma giden asıl bölüm; coğrafyamızda/dünyamızda, sırasını şaşıran mevsimler ve iklimler üzerine olandı. İstanbul’un havasından suyundan başlayıp Çukurova’ya, Tarsus’a getirerek konuyu ben açmış, yaşadıklarımı bildik sözlerle anlatıp, onun düşündüklerini sormuştum.
Hani “laf lafı açar derler ya”  benimki de öyle oldu ve Mahmut’a, dünyanın en ünlü fizikçisi olarak anılan İngiliz bilim insanı Stephen Hawking’in; o günlerde haber olan; “İnsanoğlunun sonunun yakın olduğu ve dünyanın 1000 yıl bile ömrünün kalmadığı” şeklinde özetlenebilecek sözlerini hatırlatıverdim.
Mahmut biraz duraksadı, sakince ve azıcık da olsa yıllardır kaldığı Çukurova’nın o hoş aksanı ile tane tane “yo yo!.. öyle değil, öyle değil” dedi. Ve: “Hani bazen köyümüzün dağlarında, yaylalarında, derelerinde gördüğümüz taş üzerinde iz bırakmış veya o taşlara yapışık olan deniz kabuğuna benzer şeyler görürdük ya… ” anımsatmasından sonra da bana şu soruyu sordu: Bu dağlar, bu yaylalar neredeee, deniz nerede?!   Fakat benim cevabımı beklemeden “Demek ki oralar da bir zamanlar suların altında imiş…” Diye cevapladı kendi sorusunu…
Sonra asıl konuya geri dönerek şu çıkarımda bulundu:
“Dünyamızın yüzeyi belki binlerce, belki yüzbinlerce kez depremlerle, tufanlarla, yangınlarla altüst olmuş, canlıları yok olmuştur. Fakat her defasında yenilenerek, belki biraz şekil değiştirerek yeniden, yeniden var olmuşlar. Belki 1000 yıl sonra da böyle bir süreç yaşanabilir, fakat yaşam, başka canlılar veya başka türlerle devam edecek ve yaşam hep olacak… ”
 ***
Günlerce Mahmut’un bu söylediklerinin etkisinde kaldım. Ve bu sözler bana 19 yaşında iken Toroslar’ın tepesindeki Köseçobanlı Köyünde ki öğretmenliğimde yaşadığım o güzel anımı bir anımsattı.
Evet, 19 yaşında, henüz çocukluktan tam kurtulmamış, seyrek sakallı,  saçları dökülmemiş 1. 2. 3. Sınıfları birlikte okutan bir öğretmenim. Evim tek göz bir oda, gece yatılı bir misafirim var. Misafirim; gündüz sınıfıma girip beni denetlemiş olan İlköğretim Müfettişi Ali Kubilay. Müfettiş Beyin o gün mide rahatsızlığı biraz azmıştı ve geceyi muhtarın evinde geçirmek istiyordu. Ben evime davet ettiğimde ise gülümseyerek; “Ben hasta bir adamım çocuk, sen bana bakamazsın.” demişti. Fakat ben ısrar etmiş, evimde kalmasını istemiştim. Çünkü O bana çok iyi rehberlik yapmış, sınıfımda hem benimle, hem de öğrencilerimle çok güzel diyaloglar kurmuş değerli insandı. Dağ başındaki köyümde ve kendi evimde onunla daha çok bir arada olmak, sohbet etmek istiyordum. Sanırım o da beni anlamış, haklı bulmuş ki, bekâr evimin misafiri olmuştu. Çok güzel bir sohbet ortamı yaratmıştık. İşte o sohbet sırasında bana (belki de, heyecanlı ve “sloganlarla” konuşmama karşı bir ders verircesine), Nazım Hikmet’ in aşağıdaki Rubai’sinin anlamını sormuştu:
“Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
pırıldamakta devâmedecek ben basıp gidince de,
çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
ve bende bu aslın sureti çıktı sadece...”
Bu rubai bana ilk önce basit gibi güründü, fakat zaman geçtikçe kendi sözlerimi ve açıklamalarımı beğenmeyip hafiften terlemeye, titremeye, kızarıp, bozarmaya, kem küm etmeye başlamıştım. O büyük insan, durumumu anlamış ve bana o rubai’yi anlayıp anlatabilmem için bazı kitaplar okumam gerektiğini hissettirmişti. Beni üzmeyecek şekilde rehberlikte bulunmuş ve istekte bulunmam üzerine de kumam için bazı kitapların isimlerini sıralamıştı. Ve eğer bu kitapları okursam, görüşlerimi mektupla kendisine yazmamı da istemişti.
Hemen ilk aybaşında Mersin’deki Dostlar Kitapevi’ne gitmiş, ağırlıklı olarak felsefe, tarih ve sosyoloji alanına giren o 9 kitabı alıp notlar tutarak yaz tatili sonuna kadar okumuştum. Sonra da bu rubaiden anladıklarımı yazdığım mektubu sevgili rehberime göndermiştim.
***
Size yukarıda anlata geldiklerimle, o rubaideki diyalektik döngüyü anlayıp, anlatabilecek duruma gelmek için aylarca ciltler dolusu kitap okuduğumu söylemiştim. Oysa bazı olanaksızlıklar nedeniyle ancak ortaokulu bitirebilmiş olan bizim Mahmut, aynı diyalektik döngüyü; o dakikalara sığan telefon görüşmemizde bir çırpıda anlatıvermişti.
Ve işte o Mahmut, dünyanın ünlü fizikçisi Stephen Hawking’e karşı çıkıyordu!…

İşte özeti:

Stephen Hawking, insanoğlu ve dünyaya ömür biçiyorken.

Mahmut, sonsuzluk diyor.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız