EminToprak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
EminToprak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

15 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (5)

Yayladaki İlk Günlerimiz
Köyden çoluk-çocuk ve hayvanlarını alıp yaylaya çıkanların, ilk üç-dört hafta içinde çözülmesi gereken çokça işleri ve sorunları olurdu.

Bu zorlukları annelerimiz önceliklerine göre sıralar, onlara kısa zamanda çözüm bulmaya çalışırdı. Tabii ki annelerin çok olan işlerine bunların da eklenmesi onları çok çok yorardı. 

Bu zor günlerde annelere en büyük desteği yeniyetmeler ve gençler verirdi. Köyde henüz ot biçme zamanı gelmediğinden, gençler ilk bir-bir buçuk ay boyunca daha çok yaylada olurlardı. Köye sadece yaşlılara yardım etmek, onlara yayla işi yiyecek-içecek ulaştırmak için ve acil durumlarda giderlerdi.

Yayladaki iş ve sorunları şöyle sıralayabiliriz:
·        6 yaş öncesi çocuklar ve bu yılki yavru hayvanları yeni çevreye alıştırma…
·        Komşularımızla, koyun ve keçilerimizi birleştirip "bugün kim çoban" listesi hazırlama ve uygulama…
·        Günün yarısı olduğunda sahipleri ve yavrularına süt vermeye gelecek olan keçi, koyun ve inekleri karşılama, yavrularla buluşturma...
·        Sütü değerlendirme, yemek hazırlama, hayvan barınakları ve ev temizliği...  
·        (Büyükbaş hayvanlar; geçen yıllardan deneyimli oldukları için pek fazla sorun yaratmazdı. Onlar, boğa ve öküzler koruyuculuğu ile özgürce dağa giderler, yavrusu olan inekler öğlen eve döner, sütünün çoğunu sahibine, kalanını da yavrusuna verir ve yeniden beslenip süt biriktirmek için dağdaki arkadaşlarına katılır ve karanlık olmadan da dönerlerdi. Bunun için de bu grup öncelikler listesinde çok fazla yer almazdı.)
·       Ve çok önemli bir konu da 7-10 yaşında olup, ailede bir emekçi olacak olan çocukları eğitmekti. Onların; buzağı, oğlak ve kuzuları otlatan iyi birer “şivan” (çoban) olması için kural ve yöntemleri öğrenmeleri, bu "işin" sorumluluklarını kavramaları gerekirdi.

Karik-Berxik-Golik û Zarok 

Karik-Berxik-Golik û Zarok” Türkçesi: Oğlak-Kuzu-Buzağı ve Çocuk... Eğer bir genelleme yapacak olursak, bu dörtlünün her birisi birer çocuk…

Nisan sonu Mayıs başında yavrular, anne sütüne ek olarak yeşilliklerle de beslenmeye başlar, çocukların da okulları tatil olurdu. İşte o zaman biz de bir "şivan" olur bu yavrularla çocuk çocuğa buluşurduk. Onlar hem oyun arkadaşımız hem de koruduklarımız idi. Bu coşkulu anlar bana/bize  unutulmaz anılar yaşatmış olacak ki, ta bugünlerde de konuşabiliyoruz.

Önümüze katıp götürdüğümüz yavrular yayla ovasına girer girmez büyük bir coşkuya kapılır, kimi çığlık çığlığa zikzaklar çize çize koşar, kimi uçarcasına zıplar, havada taklalar atardı. Kuşkusuz çocuksu duygulara kapılarak bu coşkuya biz de katılırdık, fakat bir de yoğun olarak “acaba?!..” korkuları yaşardık.

Çünkü biz bir “şivan” (çoban) idik, görev tanımlamamızda; bu yavruları ovada otlatıp doyurmak, olası tehlikelerden korumak, kaybetmemek ve onların anneleri ile buluşturmadan eve getirmek vardı.

Bir süre sonra yavruların coşkusu beslenme telaşına dönerdi, bizler de o anı değerlendirerek kenger toplar, akan sütün kuruyup sakız olmasını bekler ve bize toplayabilirsin denen mantarlardan toplayıp boynumuza asılı azık torbasına koyardık. Unutmadan söylemem gerek, yavrular ovada otlarken bir iki hafta içinde o nazik burunları yaralarla kaplanır, bazen kanar bu da bizi çok üzerdi. 

Koskocaman yayla ovasının ortasında şerit gibi incecik akan dere, bazı yerde gölet olup yeşil kurbağa ile yavru balıklara mesken olurdu. Fazla derin olmayan bu göletler Temmuz sıcağında bizim için yüzme havuzu olurdu. Ovada birkaç söğüt ağacı dışında başka ağaç yoktu. Yüksekte uçan kartallar, çevredeki dağlar arasında avcı uçuşu yapardı. Bizden biraz uzakta ise o gün işi olmayan at, eşek ve yavruları otlar, uzak diyardan gelip eski yuvalarını yenilemekle meşgul leylekler o bilindik melodiye uygun olarak gagalarını çarpıştırırlardı. 
Tanaş'ın Hikayesi

Annemin “Tanaş” adını verdiği bir ineği vardı. “Tanaş”, asabiydi ve biz ondan korkardık, o da bize pek yüz vermez kendisine yaklaştırmazdı. Annemin yıllar boyunca pek çok ineği olmuştu, fakat o en çok “Tanaş”ı sevdiğini söylerdi. Bu nedenle de yıllarca onun soyunu sürdürmek istemişti. Çünkü onun sütü biraz bol, yavruları erkek olursa çok güçlü bir öküz, dişi olursa da annesi benzeri bir inek olurdu. 

Fakat annemin hiçbir inek için Tanaş kadar üzülüp ağlamadığını söyleyebilirim. Tanaş asabi olduğu kadar korkusuz bir inekti, eğer yavrusu sütten kesilmişse o doymadan dağdan inmez, karanlık olunca da orada yatar uyurdu (Tanaş’ı aramaya çıktığımız o günlerde annemin; ağıtlar eşliğinde gözyaşı dökmesini ve “Tanaş, Tanaş, Tanaşşşş!..” diye seslenmesini hiç unutamadım.). 

Kimi gün onu bir kuytuda bulur, sevinç içinde alıp evimize dönerdik. Kimi gün ise bulamaz, üzüntü içinde eve dönerdik... Ve sabah çok erken kalkar, kartal uçuşlarını izlerdik. Çünkü kurtların öldürdüğü hayvanların etinden kartallar da pay alırdı, uçuş noktaları da bize kara haberi verirdi. Biz de acele ile ve korku içinde oralara giderdik. Özet: Bu Tanaş”, hem çok sevilen, hem de çok üzen bir inekti...     

Tanaş'ın bana özel capcanlı bir anısı da şöyle:  Ben yayla ovasının Haftariç köyü yaylasına yakın bir yerde 9-10 yaşlarında bir “şivanım” önümde doydu doyacak küçük bir yavru sürüsü var. Birden bire bir bağırtı duydum, “Tanaş’ın yavrusu golik ”, sesin annesine ait olduğunu anladı, hemen cevabi sesler çıkarıp koşmaya başladı ve kısa zamanda buluştular. Tanaş, önce yavrusunu selam verircesine yaladı ve sonra da haydi emmeye başla der gibi bir pozisyon aldı (alıntılanan temsili fotoğraf gibi): 

Bu buluşmaya engel olmaya çalışırsam Tanaş'ın, sivri uçlu, yarım ay boynuzlarına hedef olacaktım. Bu düşünce ile onlara yaklaşmıyordum. Mutlu buluşma anında yavrunun ağzına aldığı memeyi istekle emişi, o hazla annesine tos vuruşu ve kuyruk sallayışını izleyip, ağlıyordum.

Annem haberi almış, yanımıza varmıştı bile. Ona, kekeleyen kesik kesik hıçkırıkla olanları anlattım. Annem, gözyaşlarımı sildi, saçlarımı okşadı ve “Tışt nabi” (olur böyle şeyler) diyerek uzun uzun öptü.

Gözyaşlarım dursa bile üzüntüm henüz bitmemişti, çünkü Tanaş sütünü önce sahibi olan anneme değil de yavrusuna vermişti. Bu da bana görevini yapamamış olan birisinin mahcubiyetini yaşatmıştı.  

Eğer olay bugün olmuş olsaydı; “ O, kendisine ait sütü emmekle olması gerekeni yaptı” der, sevinirdim. 

Ama o gün ne  çok ağlamıştım!... Ne çok… 
   
Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.


Diğer yazılarım: tıklayınız


16 Aralık 2016 Cuma

Teröre karşın yine de (gene de) BARIŞ

Yurdumuzun farklı yerlerinde 2015 Haziran’dan bu yana, 17 bombalı saldırı yapıldı, bu saldırılarda 372 kişi yaşamını yitirirken, 1837 kişi de yaralandı. Beşiktaş Stadının yakınında patlatılan çifte bombalı saldırı da son katliam... Hem de “Dünya İnsan Hakları Günü”nde terör; hakların en önemlisi olan yaşama hakkını aldı 44 candan, 150 kişi de yaralı…

Terörü yapanlara, destekleyenlere ve ortam hazırlayanlara lanet olsun…

Tüm katliamlarda olduğu gibi bunda da ekran ve meydanlarda halkın karşısına çıkan, başbakan, hükümet sözcüsü, içişleri bakanı ve diğer tüm etkili yetkililer benzer şekilde; “bu eylemler onların son çırpınışları- sebep olanlara en ağır cezalar verilecek - sonuna kadar gidilecek…”  vb sözler söylediler. Özetle terörü savaş ile bitireceklerini belirtiler eski demeçler gibi… Sonuçta büyük acılarla yürekler yanıyor, ocaklar sönüyor, yine de terör bitmiyor, bitmiyor…

Haklı olarak böylesi günlerde acılı insanlar kendi yanlarında; acılarını hissedip paylaşacak, öfkelerini anlayacak ve destek olacak dost insanlar (bunlar yönetici ve politikacılar da olabilir) isterler. Yönetici ve politikacıların da bu acılıların yanında olması istenen bir insani bir durumdur. Haklı olarak duyguların şaha kalktığı, öfkelerin arttığı böylesi acılı günlerde; yönetici ve politikacılara düşen görev öfkeleri giderici, hukuk ve adaleti sağlayıcı önlemler almaktır. Başka bir anlatımla yönetici ve politikacıların esas görevi; böylesi olaylara neden olan iklimi değiştirmek, tekrarlamaması için çareler aramak, yasalar çıkarıp, uygulamak ve erkler (yasama-yargı-yürütme) arasında işbirliğini sağlamaktır. Böylece, yaşanan acılara ve kıyımlara neden olanları kolluk kuvvetleri arar, bulur, yakalar ve adalete teslim eder. Yargıçlar da onları yargılar hak ettikleri cezayı verir. Kuvvetler ayrılığı dedikleri şey de budur işte…

Kontrolsüz güç güç değildir

Gelin görün ki, tüm etkili yetkililerimiz terörü savaşla yok etmek fikrinde birleşmiş.  İçişleri Bakanı Soylu “Devletin kılıcı uzundur hesap soracağız. Bunu yapanlardan intikam alınacak” yetinmedi  “milletin canını yakanları yakacağız" dedi.

İntikam=Kan davası=Töre cinayeti= kabile, aşiret, cemaat anlayışı, yani insan haklarına dayanmayan hukukun olmadığı anlayış olarak tanımlanabilir. Basit bir örneklendirme yaparsak intikam çağrısı yapmak; öfkeyi yatıştırmak yerine büyütmek, şiddete, şiddetle karşılık verip ödeşmektir(!). Oysa eğer yargı, hukuka uygun olarak cezalandırırsa bu canileri, bu da intikam değil olması gerekendir.  
Devlet eğer ‘hukuk devleti’ ise, intikam ile hareket edemez, etmemeli.

Çünkü şiddeti, şiddetle bitirmeye çalışmanın sonu yine şiddettir.
Çünkü intikam almak, terörün yaptığı kıyımları, ölümleri bitirmez.
Çünkü terörü ancak demokratik bir ortamda, hukuk ve barış bitirir.
Çünkü barış; öfkeyi, kini, nefreti  bitirir ve "barış iklimi" fidanları; yeşertir, büyütür.
Çünkü insanı insan kılan yüce bir değerdir BARIŞ…

Taşıtlara lastik üreten bir firma reklamında: ”kontrolsüz güç güç değildir”  der. Çok anlam barındıran bu kısa cümle, günümüzde herkesin parolası ve rehberi olmalı.
Devletlerin gücü, hukuk ve adaletin dışına çıkılmamalı…
  
Sürekli gerginlik ve sürekli güvenlikçi anlayışa dayanan bir güç anlayışı; çağdaş devlete ait olamaz. Çağdaş devlet anlayışında temel güç; insanın temel haklarına dayanan hukukun gücüdür.

***

Nice çığlık içinde, bir babanın çığlığı

Herkes korku içinde, ölüm dolaşıyor her yerde, evde, okulda, sokakta, maçta, çarşıda, pazarda… Herkes suskun, herkes çaresiz böyle bir iklimde…

Nice çığlık içine karışmış bir babanın çığlığı vardı, siz de duydunuz mu?

19 yaşındaki tıp fakültesi öğrencisi Berkay Akbaş’ın babası Salim Akbaş idi bu çığlığın sahibi; “Terör sadece lanetlemeyle bitseydi. Yıllardır lanetliyoruz. Yarın çiçek bırakırlar. Başka bir şey yapmazlar. Ben istemiyorum oğlum şehit olsun. Oğlum katledildi.” dedi ve aslında bu altı kısa cümle; sadece tribünler oynayıp, nutuk çeken ve yıllardır bu sorunu çözmeyenlerden hesap soruyordu…

Belki şimdi şehitlik istemediği için bu acılı babayı ‘şucu, bucu’ diye yaftalayanlar olacaktır (olmamalı). Böylece Cumartesi Anneleri gibi acılarını ortaklaştıran, birbirine destek olan pek çok anne grubu arasına Salim Akbaş da bir baba olarak katıldı. Çocuğunu koruyamamış, yaşatamamış ve onun geri gelmeyeceğini bilen bir baba olarak; bari diğer çocuklar güvende yaşasın istiyor, şehitlik istemiyor.

Devletin görevi şehitler istemek, şehitliğe özendirmek değildir/olmamalı. Devlet de tıpkı anne-babalar gibi; çocukların/insanların kahpe tuzaklarla, kurşunlarla, bombalarla yok olmasını istemez/istememeli.  Sizce de insanların güven içinde yaşayıp, üretici, yaratıcı bireyler olmasını istemek daha mantıklı değil mi?

Zaten var olmanın en önemli amacı yaşamak değil mi, neden ölümü seçelim ki?

***

Dünya böylesi sorunları nasıl çözmüş

Şimdi bunları okuyup bana, öfke içinde soru soracaklar olduğunu hissediyorum. Hatta o kişilerin dişlerini sıkıp (vereceğim cevabı da beklemeden kızarak); “Peki, nasıl son bulacak bu terör?!..” diye sormak istediklerini de …

Bu soruya verilecek cevap çok basit, çünkü sadece bizim ülkemizin değil dünyanın pek çok ülkesinin de yaşadığı veya yaşamağa devam ettiği bir sorunudur terör.   Pek çok ülke bu sorunlara barış ile kalıcı çözüm bulmuşsa... Örnek mi istediniz? İşte, iç savaşlarını barış ile taçlandıran İngiltere ve İspanya…

Günümüzde de Kolombiya var. 26 Eylül 2016 günü Kolombiya’da; 52 yılda 220 bin kişinin ölümüne sebep olan kanlı iç savaşı durdurmak için taraflar anlaşmaya varmışlardı. Bu anlaşmayı halkın onayına sundular ve % 50.24 hayır oyuyla karşılaştılar. Devlet Başkanı Santos barış için kararlı duruşunu sürdürerek; “Vazgeçmeyeceğim, başkanlığımın son gününe kadar barış için uğraşacağım.” dedi ve insanların ölümüne neden olan iç savaşı engelledi. Başkan Santos’un halkoylaması sonucuna uymaması; belki onun politik kayıplarına neden olacaktır. Fakat barış olduğunda; kimse katledilmeyecek ve insanlar güven içinde olunca herkes kazanacak…

Yetmez mi?

İnsanların yaşamasını esas alan barış; oylarla yok edilmeyecek kadar değerli ve insanı insan kılan yüce bir değerdir.


Değerlerle oynanmalı. Değerler oylanmamalı… 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız