2 Aralık 2016 Cuma

Mahmut, Stephen Hawking’e karşı çıkıyor!

Hani herkes hanım köylüdür derler ya teyzemin oğlu Mahmut Bektaşoğlu da, Tarsus’tan evlenince oraya yerleşip oralı oldu. Mahmut ile ilkokulu birlikte okuduk, birlikte ulaştık ergen yaşlara, yani akrabalık dışında yaşıtım ve de arkadaşım… Bazen ortak acılarımızı paylaşırken bir araya gelip yüz yüze görüşsek de, uzun yıllardan beri uzak yaşıyoruz onunla. Fakat aklımıza estikçe, özledikçe, bayramlarda, acı-tatlı günlerde de telefonla konuşur, dertleşiriz.
Bu kez de, emekli bir öğretmen olan eşinin “öğretmenler gününü” kutlamak için çaldırdım telefonunu. Zili henüz iki kez çalmıştı ki kapattı telefonunu. “Bi’şey mi oldu” diye düşünüp, birden telaşlandım ve tam da yeniden arıyordum ki, bu kez o aradı ve “telefon kontörü çokluğu” nedeniyle kapatmış olduğunu söyledi, gülümsedim.
Aradan uzun bir zaman geçmişti son görüşmemizin, belki ondan belki de kontör bolluğu nedeniyle epeyce uzattık konuşmayı. Arkadaşlık, akrabalık gereği olan konuşmaları bitirip, günlük olaylara, memleket meselelerine de şöyle bir değindik… Fakat konuşmamızda hoşuma giden asıl bölüm; coğrafyamızda/dünyamızda, sırasını şaşıran mevsimler ve iklimler üzerine olandı. İstanbul’un havasından suyundan başlayıp Çukurova’ya, Tarsus’a getirerek konuyu ben açmış, yaşadıklarımı bildik sözlerle anlatıp, onun düşündüklerini sormuştum.
Hani “laf lafı açar derler ya”  benimki de öyle oldu ve Mahmut’a, dünyanın en ünlü fizikçisi olarak anılan İngiliz bilim insanı Stephen Hawking’in; o günlerde haber olan; “İnsanoğlunun sonunun yakın olduğu ve dünyanın 1000 yıl bile ömrünün kalmadığı” şeklinde özetlenebilecek sözlerini hatırlatıverdim.
Mahmut biraz duraksadı, sakince ve azıcık da olsa yıllardır kaldığı Çukurova’nın o hoş aksanı ile tane tane “yo yo!.. öyle değil, öyle değil” dedi. Ve: “Hani bazen köyümüzün dağlarında, yaylalarında, derelerinde gördüğümüz taş üzerinde iz bırakmış veya o taşlara yapışık olan deniz kabuğuna benzer şeyler görürdük ya… ” anımsatmasından sonra da bana şu soruyu sordu: Bu dağlar, bu yaylalar neredeee, deniz nerede?!   Fakat benim cevabımı beklemeden “Demek ki oralar da bir zamanlar suların altında imiş…” Diye cevapladı kendi sorusunu…
Sonra asıl konuya geri dönerek şu çıkarımda bulundu:
“Dünyamızın yüzeyi belki binlerce, belki yüzbinlerce kez depremlerle, tufanlarla, yangınlarla altüst olmuş, canlıları yok olmuştur. Fakat her defasında yenilenerek, belki biraz şekil değiştirerek yeniden, yeniden var olmuşlar. Belki 1000 yıl sonra da böyle bir süreç yaşanabilir, fakat yaşam, başka canlılar veya başka türlerle devam edecek ve yaşam hep olacak… ”
 ***
Günlerce Mahmut’un bu söylediklerinin etkisinde kaldım. Ve bu sözler bana 19 yaşında iken Toroslar’ın tepesindeki Köseçobanlı Köyünde ki öğretmenliğimde yaşadığım o güzel anımı bir anımsattı.
Evet, 19 yaşında, henüz çocukluktan tam kurtulmamış, seyrek sakallı,  saçları dökülmemiş 1. 2. 3. Sınıfları birlikte okutan bir öğretmenim. Evim tek göz bir oda, gece yatılı bir misafirim var. Misafirim; gündüz sınıfıma girip beni denetlemiş olan İlköğretim Müfettişi Ali Kubilay. Müfettiş Beyin o gün mide rahatsızlığı biraz azmıştı ve geceyi muhtarın evinde geçirmek istiyordu. Ben evime davet ettiğimde ise gülümseyerek; “Ben hasta bir adamım çocuk, sen bana bakamazsın.” demişti. Fakat ben ısrar etmiş, evimde kalmasını istemiştim. Çünkü O bana çok iyi rehberlik yapmış, sınıfımda hem benimle, hem de öğrencilerimle çok güzel diyaloglar kurmuş değerli insandı. Dağ başındaki köyümde ve kendi evimde onunla daha çok bir arada olmak, sohbet etmek istiyordum. Sanırım o da beni anlamış, haklı bulmuş ki, bekâr evimin misafiri olmuştu. Çok güzel bir sohbet ortamı yaratmıştık. İşte o sohbet sırasında bana (belki de, heyecanlı ve “sloganlarla” konuşmama karşı bir ders verircesine), Nazım Hikmet’ in aşağıdaki Rubai’sinin anlamını sormuştu:
“Bu bahçe, bu nemli toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
pırıldamakta devâmedecek ben basıp gidince de,
çünkü o ben gelmeden, ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
ve bende bu aslın sureti çıktı sadece...”
Bu rubai bana ilk önce basit gibi güründü, fakat zaman geçtikçe kendi sözlerimi ve açıklamalarımı beğenmeyip hafiften terlemeye, titremeye, kızarıp, bozarmaya, kem küm etmeye başlamıştım. O büyük insan, durumumu anlamış ve bana o rubai’yi anlayıp anlatabilmem için bazı kitaplar okumam gerektiğini hissettirmişti. Beni üzmeyecek şekilde rehberlikte bulunmuş ve istekte bulunmam üzerine de kumam için bazı kitapların isimlerini sıralamıştı. Ve eğer bu kitapları okursam, görüşlerimi mektupla kendisine yazmamı da istemişti.
Hemen ilk aybaşında Mersin’deki Dostlar Kitapevi’ne gitmiş, ağırlıklı olarak felsefe, tarih ve sosyoloji alanına giren o 9 kitabı alıp notlar tutarak yaz tatili sonuna kadar okumuştum. Sonra da bu rubaiden anladıklarımı yazdığım mektubu sevgili rehberime göndermiştim.
***
Size yukarıda anlata geldiklerimle, o rubaideki diyalektik döngüyü anlayıp, anlatabilecek duruma gelmek için aylarca ciltler dolusu kitap okuduğumu söylemiştim. Oysa bazı olanaksızlıklar nedeniyle ancak ortaokulu bitirebilmiş olan bizim Mahmut, aynı diyalektik döngüyü; o dakikalara sığan telefon görüşmemizde bir çırpıda anlatıvermişti.
Ve işte o Mahmut, dünyanın ünlü fizikçisi Stephen Hawking’e karşı çıkıyordu!…

İşte özeti:

Stephen Hawking, insanoğlu ve dünyaya ömür biçiyorken.

Mahmut, sonsuzluk diyor.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

1 yorum:

  1. Bilge insan olmak için bir okul bitirmek gerekmiyor ki hocam. Dogayı incelemek doğayla iç içe olmak yeterli oluyor. Siz de çok güzel yansıtmışsınız. Kaleminize sağlık.

    YanıtlaSil