Hani herkes
hanım köylüdür derler ya teyzemin oğlu Mahmut Bektaşoğlu da, Tarsus’tan evlenince oraya
yerleşip oralı oldu. Mahmut ile ilkokulu birlikte okuduk, birlikte ulaştık
ergen yaşlara, yani akrabalık dışında yaşıtım ve de arkadaşım… Bazen ortak
acılarımızı paylaşırken bir araya gelip yüz yüze görüşsek de, uzun yıllardan
beri uzak yaşıyoruz onunla. Fakat aklımıza estikçe, özledikçe, bayramlarda, acı-tatlı
günlerde de telefonla konuşur, dertleşiriz.
Bu kez de, emekli bir öğretmen olan eşinin “öğretmenler
gününü” kutlamak için çaldırdım telefonunu. Zili henüz iki kez çalmıştı ki kapattı
telefonunu. “Bi’şey mi oldu” diye düşünüp, birden telaşlandım ve tam da yeniden
arıyordum ki, bu kez o aradı ve “telefon
kontörü çokluğu” nedeniyle kapatmış olduğunu söyledi, gülümsedim.
Aradan uzun bir zaman geçmişti son görüşmemizin,
belki ondan belki de kontör bolluğu nedeniyle epeyce uzattık konuşmayı. Arkadaşlık,
akrabalık gereği olan konuşmaları bitirip, günlük olaylara, memleket
meselelerine de şöyle bir değindik… Fakat konuşmamızda hoşuma giden asıl bölüm;
coğrafyamızda/dünyamızda, sırasını şaşıran mevsimler ve iklimler üzerine
olandı. İstanbul’un havasından suyundan başlayıp Çukurova’ya, Tarsus’a getirerek
konuyu ben açmış, yaşadıklarımı bildik sözlerle anlatıp, onun düşündüklerini
sormuştum.
Hani “laf lafı açar derler ya” benimki de öyle oldu ve Mahmut’a, dünyanın en
ünlü fizikçisi olarak anılan İngiliz bilim insanı Stephen Hawking’in; o
günlerde haber olan; “İnsanoğlunun sonunun yakın olduğu ve dünyanın 1000 yıl bile ömrünün kalmadığı” şeklinde özetlenebilecek sözlerini hatırlatıverdim.
Mahmut biraz
duraksadı, sakince ve azıcık da olsa yıllardır kaldığı Çukurova’nın o hoş aksanı
ile tane tane “yo yo!.. öyle değil, öyle değil” dedi. Ve: “Hani bazen köyümüzün dağlarında,
yaylalarında, derelerinde gördüğümüz taş üzerinde iz bırakmış veya o taşlara
yapışık olan deniz kabuğuna benzer şeyler görürdük ya… ” anımsatmasından
sonra da bana şu soruyu sordu: Bu dağlar,
bu yaylalar neredeee, deniz nerede?! Fakat
benim cevabımı beklemeden “Demek ki
oralar da bir zamanlar suların altında imiş…” Diye cevapladı kendi
sorusunu…
Sonra asıl
konuya geri dönerek şu çıkarımda bulundu:
“Dünyamızın yüzeyi belki binlerce, belki yüzbinlerce kez depremlerle, tufanlarla,
yangınlarla altüst olmuş, canlıları yok olmuştur. Fakat her defasında yenilenerek,
belki biraz şekil değiştirerek yeniden, yeniden var olmuşlar. Belki 1000 yıl
sonra da böyle bir süreç yaşanabilir, fakat yaşam, başka canlılar veya başka
türlerle devam edecek ve yaşam hep olacak… ”
***
Günlerce Mahmut’un bu söylediklerinin etkisinde
kaldım. Ve bu sözler bana 19 yaşında iken Toroslar’ın tepesindeki Köseçobanlı
Köyünde ki öğretmenliğimde yaşadığım o güzel anımı bir anımsattı.
Evet, 19 yaşında, henüz çocukluktan tam
kurtulmamış, seyrek sakallı, saçları
dökülmemiş 1. 2. 3. Sınıfları birlikte okutan bir öğretmenim. Evim tek göz bir
oda, gece yatılı bir misafirim var. Misafirim; gündüz sınıfıma girip beni
denetlemiş olan İlköğretim Müfettişi Ali Kubilay. Müfettiş Beyin o gün mide
rahatsızlığı biraz azmıştı ve geceyi muhtarın evinde geçirmek istiyordu. Ben evime
davet ettiğimde ise gülümseyerek; “Ben
hasta bir adamım çocuk, sen bana bakamazsın.” demişti. Fakat ben ısrar
etmiş, evimde kalmasını istemiştim. Çünkü O bana çok iyi rehberlik yapmış, sınıfımda
hem benimle, hem de öğrencilerimle çok güzel diyaloglar kurmuş değerli insandı.
Dağ başındaki köyümde ve kendi evimde onunla daha çok bir arada olmak, sohbet
etmek istiyordum. Sanırım o da beni anlamış, haklı bulmuş ki, bekâr evimin
misafiri olmuştu. Çok güzel bir sohbet ortamı yaratmıştık. İşte o sohbet sırasında
bana (belki de, heyecanlı ve “sloganlarla” konuşmama karşı bir ders verircesine),
Nazım Hikmet’ in aşağıdaki Rubai’sinin anlamını sormuştu:
“Bu bahçe, bu nemli
toprak, bu yasemin kokusu, bu mehtaplı gece
pırıldamakta
devâmedecek ben basıp gidince de,
çünkü o ben gelmeden,
ben geldikten sonra da bana bağlı olmadan vardı
ve bende bu aslın
sureti çıktı sadece...”
Bu rubai bana ilk önce basit gibi güründü, fakat
zaman geçtikçe kendi sözlerimi ve açıklamalarımı beğenmeyip hafiften terlemeye,
titremeye, kızarıp, bozarmaya, kem küm etmeye başlamıştım. O büyük insan, durumumu
anlamış ve bana o rubai’yi anlayıp anlatabilmem için bazı kitaplar okumam gerektiğini
hissettirmişti. Beni üzmeyecek şekilde rehberlikte bulunmuş ve istekte bulunmam
üzerine de kumam için bazı kitapların isimlerini sıralamıştı. Ve eğer bu
kitapları okursam, görüşlerimi mektupla kendisine yazmamı da istemişti.
Hemen ilk aybaşında Mersin’deki Dostlar Kitapevi’ne
gitmiş, ağırlıklı olarak felsefe, tarih ve sosyoloji alanına giren o 9 kitabı
alıp notlar tutarak yaz tatili sonuna kadar okumuştum. Sonra da bu rubaiden
anladıklarımı yazdığım mektubu sevgili rehberime göndermiştim.
***
Size yukarıda anlata geldiklerimle, o rubaideki
diyalektik döngüyü anlayıp, anlatabilecek duruma gelmek için aylarca ciltler
dolusu kitap okuduğumu söylemiştim. Oysa bazı olanaksızlıklar
nedeniyle ancak ortaokulu bitirebilmiş olan bizim Mahmut, aynı diyalektik
döngüyü; o dakikalara sığan telefon görüşmemizde bir çırpıda anlatıvermişti.
Ve işte o Mahmut, dünyanın ünlü fizikçisi Stephen
Hawking’e karşı çıkıyordu!…
İşte özeti:
Stephen Hawking, insanoğlu ve dünyaya ömür biçiyorken.
Mahmut, sonsuzluk diyor.
İşte özeti:
Stephen Hawking, insanoğlu ve dünyaya ömür biçiyorken.
Mahmut, sonsuzluk diyor.