İnsan Hakları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İnsan Hakları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2017 Cuma

“Kol kırılır yen içinde kalır” sessizliği...


Atalarımız komşularla iyi geçinmenin bir erdem olduğuna inanmış olacaklar ki bize;  “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” - ”Komşunu iki inekli iste ki, kendin bir inekli olasın”- "Komşunun iti komşuya ürümez”- “Ev alma komşu al”-“Komşuda pişer bize de düşer” gibi özdeyişleri miras bırakmışlar.

Bu güzel kültürel mirasımıza rağmen, yıllardan beri ülkemizi çevreleyen tüm komşularımızla kavgalı olup, sorunlar yaşıyoruz. Ama nedense, Acaba, komşularımızın hepsi kötü de, sadece biz mi iyiyiz?”  sorusunu kendimize sorma cesaretimiz olmadı. İşte bu bilinmezliğe ayna tutamadığımız ve “biz” tutkusuna yenik düştüğümüz için hepimiz; “Kol kırılır yen içinde kalır” sessizliği içindeyiz.

Henüz çokça zaman geçmedi, hepimiz hatırlarız o yılları: Daha bugünkü iktidar güç zehirlenmesine de uğramamıştı. İşte o yıllarda “Komşularla Sıfır Sorun” sloganıyla yola çıkan iktidar, yeni bir dış politika belirlemek istemişti. Bu amaçla da:
  • Dünya çapında İran’a uygulanan tecrit politikasına karşı durulmuş… 
  • Ermenistan’a sıcak dostluk mesajları gönderilmiş…
  • Kıbrıs için yeni bir sayfa açılmış, 
  • AB ile sıcak temaslar kurulmuş…      Muhalefetin başarılı çabaları ve iktidar partisinden sağduyu sahibi bazı vekillerin (henüz “gizli oy”un açık kullanımı da başlamamıştı) katkılarıyla, Irak’ı yok eden emperyalist savaşa askeri destek verilmemiş…
  • Ve Suriye ile ortak bakanlar kurulu bile yapmıştı…
İyi bir komşuluk için yapılan bu girişim ve söylemler hepimizi sevindirmiş ve umutlandırmıştı. Ama günümüze yansıyan, Sonuç: 0+0= 0 

***
Kim ne dedi, neler oldu/oluyor?

OHAL ve KHK şartlarının kuz yerinde, dağlar kadar iç ve dış sorunumuz varken, komşu ülkeler kavgalı, ülkemiz dışında savaştayız. Tam da birlik içinde sorunlara çözümler aramak zamanı iken, toplumda iki zıt kutup yaratıldı. Ve “Tek Adam sistemine “Evet mi?”-”Hayır mı?” müsameresi başlatıldı. Hamaset nutukları ile “Hayır” diyecek olanlar; “Hain/Terörist” ilan edildiler.  
16 Nisan Referandumu için gereksiz ve zamansız dedik ama oldu. Bari insani-vicdani-ahlaki- hukuki ve demokrasi kurallarına uygun yapılsaydı. , Beceremediler, öyle de olmadı, işte bazı sonuçlar: 
  1. 01-20 Mart 2017 arasında 17 ulusal televizyon canlı yayınlarda: “ ‘Evet’ diyecek olan Cumhurbaşkanlığına 169 - AKP’ye 301,5- MHP’ye 15,5 saat.  ‘Hayır’ diyeceklerini açıklayan CHP’ne 45,5 saat ayrılırken,  HDP’ne hiç yer verilmedi.”  
  2.  Yurt içinde devletin uçakları, taşıtları, mekânları, ekranları ve diğer kaynakları ile “Evet” için çok rahat çalışan Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, Bakanlarımız ve bürokratlarımız var. Türkiye ile  yetinmeyip, Avrupa’ya da yöneldiler, kabul görmeyince Avrupa ülkeleri ve yöneticilerine, diploması dilinden uzak mesajlarla onları; “Nazi-Faşist” ilan edip,  "Siz böyle davranmaya devam ederseniz yarın dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir Avrupalı, hiçbir Batılı güvenle huzurla sokağa adım atamaz… “ ve “Bunlar haçlı-hilal savaşını başlattılar” deyip, bağırıp meydan okudular…
  3. Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier da; Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye'nin yıllardır inşaa ettiği her şeyi tehlikeye atıyor." dedi. Ve Erdoğan'a, "Ağza alınmaz Nazi benzetmelerinden vazgeçin, Türkiye ile ortak olmak isteyenlerle bağları kopartmayın" çağrısında bulundu. (Cumhurbaşkanımız bu sözlere kızmış/üzülmüş). 
  4. ABD Başkanı Obama’ın göreve başlarken ilk görüştüğü lider Erdoğan idi. Trump ise bölgemizdeki Irak, Ürdün, Mısır Başbakanları ile görüştü, fakat henüz Türkiye’ye sıra gelmedi. (Ama Ortadoğu ve Afrika ülkeleri sırasına koyduğu Türkiye’ye için “elektronik cihaz taşıma yasağı”nı uygulamaya koydu.) 
  5. 10.Mart.2017 günü daha çok internet ortamında yer alıp kamuoyunda pek yankı bulmayan bir rapor vardı. Raporu hazırlayan da, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği. Bu rapor: resmi beyanlar, tanık görüşmeleri, fotoğraflar, ses kayıtları ve uydu görüntülerinden yararlanarak hazırlanmış olan, “Türkiye’nin Güneydoğusunda İnsan Hakları Durumu Raporu” idi.  Raporda özetle: “30’dan fazla yerleşim yeri ve mahalleyi kapsayan operasyonlarda 335 bin ile 500 bin arası insanın yerinden edildiği, 1.200’ü sivil, 2.000 kişinin hayatını kaybettiği…”  BM heyetinin durum karşısında ; “ ‘Dehşete düştüğü’ ve ‘kıyamet benzeri bir tablo’ olarak nitelendirdiği...”  (Bizler ülkemizin sorunlarına; “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı ile ayna tutmaz, yüzleşmez, çözüm aramaz, sessiz kalıp dillendirmezken… Ya da kendi söküğümüzü kendimiz dikmez iken… Bakın görün işte; uydudan, şuradan, buradan nasıl da veri/bilgi toplayıp önümüze koydular “utancımızı”…) Bence haberi okuyunuz: https://gazetekarinca.com/2017/03/bm-dehsete-dustu-cizre-sur-ve-nusaybin-raporunda-kiyamet-benzeri-bir-tablo-yorumu/ 
  6. Mal, can ve iş güvenliği kalmamış, tarım-hayvancılık-sanayi dibe vurmuş, ülke bütçesinin büyük çoğunluğu savaş için harcanıyor. 
  7. Güneydoğu sınırlarımızda bulunan verimli toprakları mayınlardan temizleyip organik tarım yapma isteği hayal oldu. Şimdi oralarda Çin Seddi benzeri beton duvarlar yapmakla meşguller.
  8. Hapishaneler daha iddianameleri bile düzenlenmemiş, politikacı, yazar, çizer, gazeteci, akademisyen gibi yüzbinlerce insanla dolmuş taşıyor. 
Bir zamanlar ülkemizin yalnız bırakılmasını “değerli yalnızlık” olarak savunup durdular. Acaba şimdi bakan ve vekilleri (bile) yasaklandığı için; onuru, gururu incinen halkımız ve gurbetçilerimize ne diyecekler, bugünleri nasıl savunacaklar?

Tüm bu söylem ve eylem sahibi muktedirler, acaba 17 Nisan günü, öfke ve kin ile dolu belleklerini nasıl sıfırlayacaklar?  

Peki, ötekileştirip, hakaret ettikleri, “Hain/Terörist” ilan ettikleri o “Hayır” diyenlerin yüzlerine nasıl bakacaklar? 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

16 Aralık 2016 Cuma

Teröre karşın yine de (gene de) BARIŞ

Yurdumuzun farklı yerlerinde 2015 Haziran’dan bu yana, 17 bombalı saldırı yapıldı, bu saldırılarda 372 kişi yaşamını yitirirken, 1837 kişi de yaralandı. Beşiktaş Stadının yakınında patlatılan çifte bombalı saldırı da son katliam... Hem de “Dünya İnsan Hakları Günü”nde terör; hakların en önemlisi olan yaşama hakkını aldı 44 candan, 150 kişi de yaralı…

Terörü yapanlara, destekleyenlere ve ortam hazırlayanlara lanet olsun…

Tüm katliamlarda olduğu gibi bunda da ekran ve meydanlarda halkın karşısına çıkan, başbakan, hükümet sözcüsü, içişleri bakanı ve diğer tüm etkili yetkililer benzer şekilde; “bu eylemler onların son çırpınışları- sebep olanlara en ağır cezalar verilecek - sonuna kadar gidilecek…”  vb sözler söylediler. Özetle terörü savaş ile bitireceklerini belirtiler eski demeçler gibi… Sonuçta büyük acılarla yürekler yanıyor, ocaklar sönüyor, yine de terör bitmiyor, bitmiyor…

Haklı olarak böylesi günlerde acılı insanlar kendi yanlarında; acılarını hissedip paylaşacak, öfkelerini anlayacak ve destek olacak dost insanlar (bunlar yönetici ve politikacılar da olabilir) isterler. Yönetici ve politikacıların da bu acılıların yanında olması istenen bir insani bir durumdur. Haklı olarak duyguların şaha kalktığı, öfkelerin arttığı böylesi acılı günlerde; yönetici ve politikacılara düşen görev öfkeleri giderici, hukuk ve adaleti sağlayıcı önlemler almaktır. Başka bir anlatımla yönetici ve politikacıların esas görevi; böylesi olaylara neden olan iklimi değiştirmek, tekrarlamaması için çareler aramak, yasalar çıkarıp, uygulamak ve erkler (yasama-yargı-yürütme) arasında işbirliğini sağlamaktır. Böylece, yaşanan acılara ve kıyımlara neden olanları kolluk kuvvetleri arar, bulur, yakalar ve adalete teslim eder. Yargıçlar da onları yargılar hak ettikleri cezayı verir. Kuvvetler ayrılığı dedikleri şey de budur işte…

Kontrolsüz güç güç değildir

Gelin görün ki, tüm etkili yetkililerimiz terörü savaşla yok etmek fikrinde birleşmiş.  İçişleri Bakanı Soylu “Devletin kılıcı uzundur hesap soracağız. Bunu yapanlardan intikam alınacak” yetinmedi  “milletin canını yakanları yakacağız" dedi.

İntikam=Kan davası=Töre cinayeti= kabile, aşiret, cemaat anlayışı, yani insan haklarına dayanmayan hukukun olmadığı anlayış olarak tanımlanabilir. Basit bir örneklendirme yaparsak intikam çağrısı yapmak; öfkeyi yatıştırmak yerine büyütmek, şiddete, şiddetle karşılık verip ödeşmektir(!). Oysa eğer yargı, hukuka uygun olarak cezalandırırsa bu canileri, bu da intikam değil olması gerekendir.  
Devlet eğer ‘hukuk devleti’ ise, intikam ile hareket edemez, etmemeli.

Çünkü şiddeti, şiddetle bitirmeye çalışmanın sonu yine şiddettir.
Çünkü intikam almak, terörün yaptığı kıyımları, ölümleri bitirmez.
Çünkü terörü ancak demokratik bir ortamda, hukuk ve barış bitirir.
Çünkü barış; öfkeyi, kini, nefreti  bitirir ve "barış iklimi" fidanları; yeşertir, büyütür.
Çünkü insanı insan kılan yüce bir değerdir BARIŞ…

Taşıtlara lastik üreten bir firma reklamında: ”kontrolsüz güç güç değildir”  der. Çok anlam barındıran bu kısa cümle, günümüzde herkesin parolası ve rehberi olmalı.
Devletlerin gücü, hukuk ve adaletin dışına çıkılmamalı…
  
Sürekli gerginlik ve sürekli güvenlikçi anlayışa dayanan bir güç anlayışı; çağdaş devlete ait olamaz. Çağdaş devlet anlayışında temel güç; insanın temel haklarına dayanan hukukun gücüdür.

***

Nice çığlık içinde, bir babanın çığlığı

Herkes korku içinde, ölüm dolaşıyor her yerde, evde, okulda, sokakta, maçta, çarşıda, pazarda… Herkes suskun, herkes çaresiz böyle bir iklimde…

Nice çığlık içine karışmış bir babanın çığlığı vardı, siz de duydunuz mu?

19 yaşındaki tıp fakültesi öğrencisi Berkay Akbaş’ın babası Salim Akbaş idi bu çığlığın sahibi; “Terör sadece lanetlemeyle bitseydi. Yıllardır lanetliyoruz. Yarın çiçek bırakırlar. Başka bir şey yapmazlar. Ben istemiyorum oğlum şehit olsun. Oğlum katledildi.” dedi ve aslında bu altı kısa cümle; sadece tribünler oynayıp, nutuk çeken ve yıllardır bu sorunu çözmeyenlerden hesap soruyordu…

Belki şimdi şehitlik istemediği için bu acılı babayı ‘şucu, bucu’ diye yaftalayanlar olacaktır (olmamalı). Böylece Cumartesi Anneleri gibi acılarını ortaklaştıran, birbirine destek olan pek çok anne grubu arasına Salim Akbaş da bir baba olarak katıldı. Çocuğunu koruyamamış, yaşatamamış ve onun geri gelmeyeceğini bilen bir baba olarak; bari diğer çocuklar güvende yaşasın istiyor, şehitlik istemiyor.

Devletin görevi şehitler istemek, şehitliğe özendirmek değildir/olmamalı. Devlet de tıpkı anne-babalar gibi; çocukların/insanların kahpe tuzaklarla, kurşunlarla, bombalarla yok olmasını istemez/istememeli.  Sizce de insanların güven içinde yaşayıp, üretici, yaratıcı bireyler olmasını istemek daha mantıklı değil mi?

Zaten var olmanın en önemli amacı yaşamak değil mi, neden ölümü seçelim ki?

***

Dünya böylesi sorunları nasıl çözmüş

Şimdi bunları okuyup bana, öfke içinde soru soracaklar olduğunu hissediyorum. Hatta o kişilerin dişlerini sıkıp (vereceğim cevabı da beklemeden kızarak); “Peki, nasıl son bulacak bu terör?!..” diye sormak istediklerini de …

Bu soruya verilecek cevap çok basit, çünkü sadece bizim ülkemizin değil dünyanın pek çok ülkesinin de yaşadığı veya yaşamağa devam ettiği bir sorunudur terör.   Pek çok ülke bu sorunlara barış ile kalıcı çözüm bulmuşsa... Örnek mi istediniz? İşte, iç savaşlarını barış ile taçlandıran İngiltere ve İspanya…

Günümüzde de Kolombiya var. 26 Eylül 2016 günü Kolombiya’da; 52 yılda 220 bin kişinin ölümüne sebep olan kanlı iç savaşı durdurmak için taraflar anlaşmaya varmışlardı. Bu anlaşmayı halkın onayına sundular ve % 50.24 hayır oyuyla karşılaştılar. Devlet Başkanı Santos barış için kararlı duruşunu sürdürerek; “Vazgeçmeyeceğim, başkanlığımın son gününe kadar barış için uğraşacağım.” dedi ve insanların ölümüne neden olan iç savaşı engelledi. Başkan Santos’un halkoylaması sonucuna uymaması; belki onun politik kayıplarına neden olacaktır. Fakat barış olduğunda; kimse katledilmeyecek ve insanlar güven içinde olunca herkes kazanacak…

Yetmez mi?

İnsanların yaşamasını esas alan barış; oylarla yok edilmeyecek kadar değerli ve insanı insan kılan yüce bir değerdir.


Değerlerle oynanmalı. Değerler oylanmamalı… 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız