2 Mart 2014 Pazar

İstanbul hepimizin, sahip çıkalım!


İstanbul’da doğmadım, (kısa gidiş-dönüşlerle birlikte) 41 yıldır İstanbul’da yaşıyorum. “Gezi Parkı” nedeniyle yaşananların da etkisi olsa gerek, doğduğum yer kadar, yaşadığım yeri de düşünmek zorunda olduğumu anladım. Bir kentin sorunları ile nüfus ve nüfus artışı oranı arasında ‘doğru orantı’ vardır. 

O halde, kentimizin sorunlarını konuşurken, sayılarla da tanımamız  gerekir.
TÜİK (Türkiye İstatistik Kurumu) tarafından 28 Ocak 2013 günü açıklanan bilgilere göre, Türkiye nüfusunun 75.627.384 kişi olduğu ve bu nüfusun 13.854.740 kişisinin de İstanbul'da yaşadığı belirlenmişti.

Sabah gazetesi TÜİK bu verilerden yararlanarak 16 Eylül 2013 günü bir yorum-haber yapmıştı. İstanbul’un, 122 ülkeyi geride bırakan nüfusa sahip olduğunu, son 4 yılda nüfusuna 1.157.576 kişi eklediğini, böylece, İstanbul nüfusunun; her 4 ayda bir Tunceli, 5 ayda bir Kilis, 6 ayda bir Gümüşhane ve 7 ayda bir Artvin kadar arttığı tespitinde bulunmuştu.

TÜİK’in 29.01.2014 günü açıkladığı son verilere göre ise; Türkiye nüfusu, geçen yıla göre 1.040.480 kişilik artış ( yılda %1,37) göstermiş ve 76.667.864 olmuştur. İstanbul nüfusu ise, 305.727 kişilik artış ( yılda %2,21) göstermiş ve 14.160.46737 olmuştur.

Yerel yöneticilerimizin birinci görevi, kentimizin bu kadar hızlı büyümesi ile ortaya çıkan, sosyo-ekonomik-kültürel sorunlara çözüm aramak ve insanca yaşama koşulları sağlamak olmalıdır.

1994 den bu güne (yirmi yıldır) İstanbul’u aynı görüş yönetiyor. Ve bu yönetim anlayışı asıl görevini unutmuşcasına, nerede bir yeşil alan, dere yatağı, hatta deprem olduğunda toplanma ve çadır alanları olarak belirlenen yer varsa buraları imara açmış, buralara dikey beton yığını konutlar ve AVM’ler yapımı için izin vermiş. Durmadan dikine büyütüyorlar İstanbul’u.

Her halde, bu kulelerde yaşayanların hiç yere inmeyeceklerini düşünüyorlar.
Oysa kent büyüdükçe, yaşam kaynakları olan; deniz, orman, baraj, su havzası, dere, çayır, park, kanallar…, küçülüyor.

Ya,kenti taşıyamayan yollar!

Kuyruklarda kısalan ömür!

Yollarda yok olan zaman ve kaynaklar!

Havaya salınan zehir!

Yok olmaya başlayan, deniz, orman ve sular!

Bozulan ruh sağlığımız!

Eve yorgun, işe yorgun gelen insanlarımız!
...

Bu sorunlar ve yapay nüfus artışlarına neden olan iç göçleri azaltacak önlemler, çözümler aramak yerine,  TOKİ ve müteahhitler ortaklığına rant yaratmak için arsa bulma kurumu haline getirdiler tüm belediyeleri. Oluşturulan konut stokları ile, “İstanbul’da herkese yer var, gelin, koşun, gelin! ” dercesine iç göçlere davetiye çıkardılar. Belediyelerin öncelikli görevlerini unuttular, unutturdular.  

Bu günlerde, tepeden verilen emir ve onaylarla, yerel yönetimlere ait imar yetkilerine müdahale edilerek değiştirildiğini duyduk, okuduk ve gördük. İşte bu konuda iki önemli tanığın söyledikleri:
Birinci tanık: Eski Kültür Bakanı Ertuğrul Günay, (Başbakan Erdoğan için): “Belediye Başkanlığı'nı hiç bırakmadı, bütün yüksek yapılar onun onayıyla yapıldı." Dedi.

İknci tanık: Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar, o da Ertuğrul Günay’ı doğruladı ve “Soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan'ın onayıyla yapıldı.” Dedi.

Daha ne desinler?

Ayrıca hepimiz tanık olmuştuk, Başbakan Erdoğan:
Tüm karşı duruşlara rağmen, ucube dediği Kars'taki İnsanlık Heykeli'ni yıktırmış.
İstanbul’un 8 bin yıl öncesi tarihine ışık tutacak olan Marmaray kazı buluntuları için: “Marmaray projemiz var, basit çanak çömlek hikâyesi bize dört sene kaybettirdi.” söyleminde bulunmuştu.

Özetle;  Kentin imar durumuna göre belediyelerin projelere verdiği onayları beğenmeyip, bir çizik atan, müteahhitlerin yararını düşünerek + kat onayları veren, ucube diye, sanat eserini yıktıran, çanak çömlek diye, 8 bin yıl öncesi insanlık mirasını aşağılayan, yok sayan, bir Başbakanımız var.

Beykoz’da  172 senelik Polenezköy var. Gürültü, trafik ve yorgunluktan kaçanların adeta sığındıkları bir yer burası. Daha çok hafta sonu buraya giden aileler, doğal güzellikler içindeki bahçeli ev, butik otel ve pansiyonlara konuk olur, temiz hava soluyup, yürüyüş, spor ve piknik yaparlar. İşte bu özellik ve güzellikleri nedeniyle de Polenezköy, “Tabiat parkı” ilan edilmiştir.

Ama gelin görün ki Polonezköy imara açılıyor! Haberleri yankılandı, yazılı ve görsel medyada.

Sonunda buraya da göz diktiler açgözlüler! Sırada kim bilir daha nereler var?
Kendime henüz bu soruyu sormuştum ki , “Doğal sit alanı olan Bozcaada Akvaryum Koyu yapılaşmaya açılıyor!” haberleri düştü ortalığa…

Tam da bu haberlerin çıktığı günlerde (manidar değil bir rastlantı), 12 Ocak 2014 günü Radikal gazetesi; “Parklar akıl sağlığını koruyor” başlığı ile bir haber verdi okuyucularına.

“Parklar akıl sağlığını koruyor” haberi; İngiltere'de 40 bin hane halkı üzerinde yapılan bir araştırmanın kısa  özeti imiş. Bence kentimizi yönetmek isteyenler de (eğer kentte yaşayanların akıl sağlığına önem veriyorlarsa), bu araştırmanın tüm detaylarını bulup incelemeli, kentimiz için de bu tür araştırmaları yaptırmalı…

Bizler de, kentimizin sorunlarını çözmek ve çevremizi yok eden katliamları durdurmak işini sadece yerel yöneticilerimize bırakmamalıyız. Değişik parti ve görüşten tüm insanlarımız ve STK’lar demokratik haklarımızı kullanıp; sokağımıza, mahallemize, parkımıza, kültür merkezimize, kentimize, çevremize sahip çıkmalı.

Ve “İstanbul Hepimizin Sahip Çıkalım!” sloganını haykırmalıyız.

Peki bu slogan yeter mi?

-Hayır!

O halde ne diyelim?

- Bu yurt hepimizin, sahip çıkalım!

Peki, bu slogan yeter mi?

-Hayır, bu da yetmez!

Öyle ise; 

Bu dünya hepimizin, sahip çıkalım!...

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 

Bu yazı Milliyet Blog'da:

http://blog.milliyet.com.tr/istanbul-hepimizin--sahip-cikalim-/Blog/?BlogNo=451212

17 Şubat 2014 Pazartesi

Ödev Sorunu Nasıl Çözülür?



Ödev, yanlış anlayış ve uygulamalar nedeniyle sadece bu gün değil, yıllar öncesinde de pek çok tartışmaya neden olmuştur. Tanısı (teşhisi) yapılmış ancak henüz çözüm bulunamamış önemli bir eğitim sorunudur.

Doğa ve toplumsal olaylar/sorunlar gerekircilik (determinizm) denilen neden-sonuç ilişkisi içinde ele alınıp incelenirse, tanısı yapılabilir. Tanıda bulunmak, doğa bilimleri ve toplumsal alanda çalışan bilim adamlarının işidir. Bilim adamları; Ne? Kim? Niçin? Neden?..., gibi  sorularla  araştırma yaparlar.

Tanısı yapılmış sorunların çözüm ve sağaltım işini, uygulama yapacak kişi ve kurumlar yapar. Uygulamanın yöntemi de, Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? olmalıdır. Bu yöntemi ile başlatılan süreç sonunda, olumlu sonuçlar elde edilir.
Öğrencinin akademik ve kişisel gelişiminde çok önemli yeri olan ödev, adeta sihirli bir güce sahiptir. Ne yazık ki yanlış uygulamalar nedeniyle ödev bu gün, öğrenciden çok velilerin sorunu haline gelmiştir. Bunun için öğrenci, elinden alınan bu güç kaynağı ve sorumluluğunu tekrar eline almalıdır.


Ödevin amacı nedir?

Okul ödevlerini; “Derste öğrenilenleri pekiştirmek, kalıcı kılmak için veya işlenecek konuya hazırlık amacı ile, konusuna göre, yazılı, sözlü ve uygulamalı olarak grup ya da bireye verilen etkinliklerdir.” diye tanımlamıştık.

Ödevin amacı (Tüm üyeleri işbirliği içinde ve etkin olan grup veya tek bir bireye); yaratıcı ve eleştirel düşünme, yorum yapma, araştırma yapma, kaynak kullanma, problem çözme, işbirliği yapma, yaparak-yaşayarak öğrenme, zaman yönetimi gibi pek çok beceriyi kazandırmaktır.
Bu becerileri kazanan öğrenciler ise: öz güven, öz denetim ve sorumluluk sahibi, bağımsız karar verebilen, işbirliği yapabilen, özgün, yaratıcı ve eleştirel düşünen, düşüncelerini kolayca anlatabilen, ezberleme yerine içselleştirerek öğrenen,…, kendileri ile barışık birer birey olurlar. (Eğer gerçekten böyle bireyler yetişmesin istiyorsak…). 


Ödev verirken öğretmen:
Bu ödevi veriş amacım nedir?
Bu ödevi yapmakla öğrenci ne gibi kazanımlar edinir?
Bu ödev, öğrencinin; yaşı, psiko-sosyal ve çevresel koşullarına uygun mudur?
Bu ödeve ayrılan süre, öğrenci yaşamında kısıtlamalara neden olabilir mi?
Bu ödev için öğrenci, hangi kaynaklar ve kaynak kişilerden yararlanabilir?
Bu ödevin kontrol süresi, diğer etkinlikleri yapmama engel olabilir mi? 

... Benzeri soruları kendisine sorup, olumlu cevaplar aldıktan sonra ödev vermelidir.


Ödev ve öğretmen:

Okullarımızda öğretim genel olarak ezberciliğe dayalıdır. Pek çok öğretmen öğrencisinde, kendi söylemini ve tarzını aramaktadır. Bu nedenle, öğrenci, sınıfın karşısına çıkınca, bazen gözlerini yumup sallanır ve adeta kitapta yazılanları sözcük, sözcük tekrar etmeye veya öğretmenin söylediği sözcükler/cümleler ile anlatmaya çalışır. Sınav kâğıdına yazılan cevaplar da bu minval üzere sürüp gider...  

 “Ödev bir sorun mu?” Başlıklı yazımla ilgili olarak dostlarımdan oldukça fazla telefon ve e-posta aldım. Özetle; şimdi yazmakta olduğum yazıyı merakla beklediklerini söylüyor/yazıyorlardı. Bu da, bende biraz gerginlik nedeni oldu. Sanki benden reçete türü bir yazı beklentisi vardı. Fakat ben, uzmanlık isteyen reçete türü bir yazı yazmayı beceremem ve istemem. Sahada karşılaştığım birkaç örnekle yetinmek istiyorum…

Birinci Örnek: Görev gereği gittiğim okul, Maltepe’de ve daha çok dar gelirlilerin yaşadığı bir tepede idi. Okulun 3. Sınıfında orta sıranın en arkasında oturuyordum. Öğretmen sınıfa, o ders saatinde ’maniler’ ile ilgili bir etkinlik yaptırıyordu.  Önce, mani dörtlüğünü tahtaya yazdırıyor, sonra son iki satırını sildirip, “Haydi bakalım dörtlüğü siz defterinizde tamamlayın.” diyordu. 50-60 kişilik sınıf cıvıl, cıvıldı, ders süresince pek çok güzel örnekle karşılaştım. Hele, hele, arka sıralarda oturan ve beslenme yetersizliği nedeniyle kavruk kalmış bir kız vardı ki, harikalar yarattı. İçimden, işte geleceğin şairi diye söylenip, arkadaşları ile birlikte defalarca alkışlamıştım onu…
Sınıfta; kopya, alıntı, çalıntı ürünler değil, özgünlük, yaratıcılık alkışlanmalı…

Geleceğin yazarları, şairleri, ressamları, müzisyenleri, sporcuları bu gibi yöntem ve anlayışla yetişebilir…

İkinci Örnek: Bu kez, Ümraniye-Üsküdar arasında bir okuldayım. Okulun koridorları ‘hakiki öğrenci etkinlikleri’ ile donatılmış, ben bunları incelerken (yanımda yönetici ve öğretmen yok), ürünün sahipleri gelip, gururla eserlerini gösterip anlatıyorlar… Etkinliğin yapıldığı ders, Teknoloji ve Tasarım…

Üçüncü Örnek: Üsküdar merkezde bir İlköğretim Okulu, 8. sınıf, Resim-İş dersi öğretmeninin misafiriyim.  Yetenekçe en kısıtlı olduğum alanlardan biri de resim, bu sınıfta da, benim gibi öğrencilerin olduğunu düşünüyordum. Fakat ders sonunda yanıldığımı anladım. Ve eğer bu öğretmen gibi bir öğretmenim olmuş olsaydı, bu alanda ben de mutlaka bir yetenek kazanırdım, diye düşündüm. İyi bir resim çizemesem bile, iyi bir resim okur-yazarı olabilirdim. İşte o derste ben, resimlere bakınca ressamın hangi akımdan etkilendiğin öğrenmeye başlamıştım ki kısıtlı misafirlik süresi bitti, yarım kaldı…

İşte bu örnekler ile öğretmenler, öğrencide hayal gücü, yaratıcılık, güven ve özgünlüğü ortaya çıkarmaya çalışıyor ve başarıyorlardı. Her dal (branş) öğretmeni dersinde öğrenciyi etkin kılacak ‘öğrenci merkezli’ yöntemler bulmalıdır. Böylece, ödev sorununa da çözüm bulunur ve ortak akıl oluşturulur...

Dördüncü Örnek: İstanbul’da bulunan Bilgi Üniversitesi Kağızman’da bir Yatılı Bölge Okulunu kardeş okul belirlemiş, kurumun en büyük sorunu olan susuzluğa basit işlemle çözüm bulmuştu. (Örnek, aslında Köy Enstitüleri anlayışının günümüze bir yansıması sayılırdı, nedense pek önemsenmedi, unutuldu.). Ve susuzluk giderildikten sonra varılan eğitsel bulgu da (benim anlatımımla): En büyük sorun/zorluk, insanın önyargılarıyla yarattığı dirençleri yıkmaktır. Çıkarımı olmuştu.

  • Öğretmen arkadaşların bu olayı anlatan minnacık fakat kocaman kitabı mutlaka bulup okumaları…
  • Tüm öğretmenlerin kolayca ulaşabilecekleri Teknoloji ve Tasarım dersinin amaçları, ilkeleri ve uygulamalarını da okumayı unutmaları...
Bu örnekler çoğalıp paylaşıldığı zaman, PİSA sıralamasındaki yerimizin nasıl yükseldiğini/değiştiğini görmek bir hayal olmayacaktır.

İşte sayın dostlarım, benim reçetem bu ve tamamen…

Sayın öğretmenlerim; yukarıda anlattıklarım ve benzeri pek çok şeyi siz ve öğrencilerinizden öğrendim. Şimdi de eğitimci-veli kimliğimle ben, bildiğinizi bildiğim, bazı hatırlatmalarda bulunmak istiyorum.

Öğretmen, ödev yapan öğrencisinin;  arkadaşlarıyla oyun oynama, TV izleme, bilgisayar kullanma, uyuma,…, gibi temel ihtiyaçlarından kısıtlı kaldığını bilmeli ve unutmamalı. Bu nedenle de mutlaka ödevi kontrol etmeli ve gerekli geribildirmde bulunmalıdır.  Bu kontroller, amaca ulaşmanın en önemli aşaması olup, emeğe saygının da bir gereğidir. Kontrol aşamasında ödev, şekil, içerik ve yazım/yapım kuralları yönünden ‘sen dili’ yerine ‘ben dili’ kullanarak, rehberlik amaçlı yapılmalıdır.

Ödevin, şekil, içerik ve yazım/yapım kuralları yönünden incelenmesi gerektiği söylendiğinde, öğretmenimizin çoğu, sınıf mevcudu, zaman yetersizliği gibi nedenleri ileri sürerek, buna karşı çıkmaktadır. İşte bu anlayış, ödevin toplumsal bir sorun olmasının en önemli nedendir. Ve bu anlayış sadece bir savunma mekanizması olarak görülmelidir. Çünkü öğretmen ödevi vermeden önce, ödev için amaçlarını ve olası kontrol süresini belirlemek durumundadır.
Bunları okuyunca siz de, şu karşı soruyu sorabilirsiniz.

Her ödev, niçin kontrol edilsin ki, otokontrol ve sorumluluk yok mu?

-Evet, doğrudur, her insan gibi öğrenci de otokontrol yapabilmeli ve sorumluluk sahibi olmalıdır. Ancak bu ulaşılması istenen bir hedeftir. Otokontrol ve sorumluluk oluşumu, küçük yaştan başlayıp ergenlik çağını da aşabilen uzun bir süreçtir. (Paris, bir günde yapılmamıştır.)…

Ödevini yapan öğrenci, başarmanın verdiği sevinci yaşarken, kendine güveni artmış ve çevresinden de; beğenilme, gülümseme, kabul görme gibi doğal beklentileri vardır. (Her insanın direksiyonu, beğenilme duygusudur.). Öğretmen ödeve sadece göz ucuyla bakıp, paraflamışsa, öğrenci bunun farkındadır ve çok üzülür. Harcadığı zaman ve emeğin yok sayıldığını düşünür ve öfke duyar. Bu durumun tekrarı ise, daha sonraki ödevlerin yapılmaması için gerekçe olabilir. (Bu duyguları yaşatmamak için bi' şeyler yapmak gerek).

Aslında hepimiz “Eline sağlık, çok güzel olmuş.” söyleminin büyük bir yaptırım gücüne sahip olduğunu ve gelecekte daha da çok güzelliğin oluşmasına neden olacağını biliriz. Fakat nedense bu söylemi çok az kullanırız.

Eğer biz öğretmenler, özgüven ve öz-disiplin sahibi, bağımsız karar verebilen, işbirliği yapabilen, özgün düşünen, düşüncelerini kolayca anlatabilen, dürüst öğrenciler yetiştirmek istiyorsak ve öğrencinin emeğine saygı duyuyorsak gerekli ödev kontrolünü mutlaka yapmalıyız. Ya da kontrol edemediğimiz ödevi vermemeliyiz.  Çünkü kontrolü yapmazsak öğrenci;

Ödevlerini önce eksik, sonra yarım, daha sonra da yapmamaya başlar.

Veya anne-babasına yaptırır, öğretmen de bunu bile bile inceler not verir.

Sonuç olarak: Özgüvensiz, bağımlı,…, dürüst olmayan öğrenci(leri)miz olur.

(Bunları istemeyeceğinizden de adım gibi eminim.)


Veli ödev için ne yapmalı:

Veliler için en değerli varlık çocuğudur. O’na fayda sağlayacak her şeye ve kişiye koşar… Şimdi “Sınav Anneleri” olup, “Sen sınavına hazırlan, ben ödevini yaparım.” diyen,  Çok ödev veren, çok iyi öğretmendir” anlayışına sahip olanlar da bu velilerdir. Fakat velilerin yanlış algılarından vazgeçmeleri çok kolaydır. Yeter ki çocuklarının yararına olan işler yaptığımızı anlatabilelim. Yeter ki onlara ulaşabilelim…

Kasımpaşa’da bir öğretmen; “Benim velilerim bazen hapiste yatmayı göze alıp Vali’ye bile karşı çıkabilir. Fakat içlerinden bana kızsalar bile karşımda çok saygılılar…  Çünkü ben onların çocuklarının öğretmeniyim…”  Demişti bana.

İşte öğretmenin ve okulun elindeki güç budur. Yeter ki bu gücü amacına uygun, yerinde ve zamanında kullanabilelim…

Veliler bundan böyle, en değerli varlıkları için ödev yapan değil, onlara gerekli araç-gereç ve ortam hazırlayan kişiler olmalıdır. Bu onların çocukları ve geleceğimiz için gerekli bir zorunluluktur.

Veliler, okul-aile işbirliği içinde düzenlenecek eğitim çalışmalarına mutlaka katılmalı bu çalışmalarda, sorun haline gelmiş olan ödev konusu için yapılacak çözüm çalışmalarına katkı vermelidir.


Ödev ve MEB:

Aynı parti iktidarının 12 yıllık döneminde en çok bakan değişimi MEB’de yaşandı. Bu sürede 4 Bakan değişti, her bakan, etkisinde kaldığı akademisyenlerin sözcükleri ile müfredatı değiştirmeye ve bu sözcüklerin anlamı için, uzun, uzun hizmet içi eğitim çalışmaları yaptırdı... Yapılan en olumlu bir iş ise, Prf. Dr. Ziya Selçuk’un Talim Terbiye Kurulu Başkanlığına getirilmesi idi. Fakat (bakan gölgelendiğini düşünmüş olduğundan mı bilinmez), o görevlendirme de kısa sürdü. Bu kısa sürede Rehberlik anlayışı geliştirmesi anlamında önemli kazanımlar sağlanmıştı.

Eğitim konusunda güncel bir olan PİSA sonuçları: İlk kez 2003 yılından katıldığımız ve üç yılda bir yapılan PİSA araştırmasının 2012 yılına ait olan bilgileri de yayınlandı, ne yazık ki 4 seferdir listenin en sonlarında yer alıyor Türkiye...

Özel derslere, dershanelere, sınavlara, gözde okullara ne oldu?

Niçin, en sonlarda yer almaktan kurtulamıyoruz!

Eğer PİSA sonuçları için gerekli analizler yapılırsa, buradan da ‘ödev’in önemli bir hacimle karşımıza çıkacağını göreceğiz diye düşünüyorum.

23 Ocak 2014 günü Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, velilerin “Siz bu ödevlerle çocuklarımızı değil, bizi ölçüyorsunuz. Çünkü verdiğiniz performans ödevlerini çocuklarımız değil biz yapıyoruz.” Şikâyetine çözüm bulmak için, “velilerin şikâyet ettiği performans ödevlerinin kaldırılması için çalışma başlatıldığını” belirtmişti.

Baştan beri biz de, şikâyetçi velilerin söylediklerini söyledik/yazdık. Ama Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı’nın çözüm adına, ‘ödevlerinin kaldırılması için çalışma başlatıldığını’ belirtmesi çok üzücüdür. Sayın Bakanım, yasakçı anlayışlarla sorunlar çözülmez, hele hele eğitim, hiç yapılmaz! Dedim fakat birden bire Bakanımızın iletişim profesörü olduğunu düşünüp üzüldüm... 

Ben bu söylemden, öğrencinin kişilik ve akademik gelişimi için adeta bir vitamin kadar etkili olan ödevin, karşılaşılan yanlış uygulamalar nedeniyle feda edilmesi anlamını çıkardım. Peki siz?  

Yıkmak çok kolay önemli olan yapmaktır. Ödevi, 'ödev' yapmak gerek.

Ödev sorununun çözümü için en basit iş MEB’e düşüyor. MEB’den beklenen; konunun paydaşları olan öğretmen, öğrenci ve veliler için, her okul ve merkezde eğitsel etkinlikler düzenlemesini sağlayacak koordinasyonu yapmaktır.
Böylece masaya yatırılan bu soruna çözümler bulunabilir.



Ödev ve öğrenci:

Her şeyi sınav sonuca bağladığı için veli, çocuğuna; “sen sınavına hazırlan, ben ödevini yaparım” anlayışına gelmiştir (Öğretmen de velilerce yapılan ödevi kabullenerek bu anlayışa yaklaşmış görünüyor.). İşte bu nedenle ‘ödev’, öğrencinin gözünde önemsiz olmuştur. Böylece öğrencinin görevi; sadece sınava hazırlık için, dört seçenek arasında düşünmek, test çözmek ve maratona hazırlanmak olmuştur.

Ödev konusundaki yanlış uygulamalar devam edecek olursa, bundan dolayı en büyük zararı öğrencilerimiz ve ülkemiz görecektir. 

Fakat eğer yukarıda yapılmasını istediğimiz okul-aile işbirliği sağlanır, ve ödev sayesinde, öğrencinin öz güven, öz denetim ve sorumluluk sahibi,...,  kendisi ile barışık birer birey olması sağlanırsa, ödev diye bir sorunumuz da kalmaz...


İşte sorunu çözmek bu kadar basit... 

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


Aynı yazı Milliyet Blog'da:
http://blog.milliyet.com.tr/odev-sorunu-nasil-cozulur-/Blog/?BlogNo=449468

12 Şubat 2014 Çarşamba

Ödev Bir Sorun Mu?




Hem veli, hem de eğitimci kimliğimle, ödev konusunda yaşantı ve düşüncelerimi yazmak istiyorum. Buna bir anlamda toplumun ödev konusunda yaşadıklarını gösteren fotoğraf karesi de diyebilirsiniz. Bu nedenle her satırı yazarken, aynada kendimi; bazen veli, bazen öğretmen, bazen de öğrenci olarak gördüm. Öğretmenlerin de bu yazıyı okurken ve ödev verirken kendilerine; “Ben öğrenci olsaydım…” “Ben veli olsaydım…” Sorularını sormaları dileğimdir. 

Okul Ödevi:

Ödev: “Yapılması, yerine getirilmesi gerekli olan iş ya da davranış, görev, vecibe, vazife…” olarak tanımlanır sözlüklerde.
  
Okul ödevi ise, "Derste öğrenilenleri pekiştirmek, kalıcı kılmak veya işlenecek konuya hazırlık amacı ile konusuna göre, yazılı, sözlü ve uygulamalı olarak grup ya da bireye verilen etkinlikler” olarak tanımlanabilir.

Ödevlerin bize yaşattıkları:
Her aile gibi biz de çocuklarımıza verilen ödevler nedeni ile sorunlar yaşadık. Anne-baba eğitimci olduğumuz halde, bu sorunlara çözüm bulamıyorduk. Bizim gibi pek çok velinin de yaşadığı sorunlar, günümüzde yaşanmaktadır. Sorunu göstermek ve durum tespitinde bulunmak için, yaşanmış birkaç olayı örnek olarak paylaşmak istiyorum.

  • ·  Birinci Örnek; Yıl,1989 veya 1990 ilkokul 3 ya da 4. Sınıf öğrencisi çocuğum. Sınıfa “Bayramda Yaşadıklarım”  konulu bir sayfalık yazı yazma ödevi verilmiş. Diğer arkadaşları gibi bizimki de konu hakkında duygu ve düşüncelerini (tatilde) yazmış ve sırası gelince de okumuş arkadaşlarına. Öğretmeni yazıyı beğenmiş olacak ki, “Güzel olmuş, fakat bunu annen mi baban mı yazdırdı?” diye sormuş. Bu söylemden sonra sınıfta neler konuşulup yaşandığını bilmiyorum. Fakat o akşam, çocuğumuzun bize yaşattıkları ve mesleğimiz için (siz öğretmen olmasaydınız, bu iş başıma gelmezdi!...) deyip, söylendiklerini hala unutmuyorum. Haksız mıydı? Hayır, bence çok haklıydı. Çünkü ödevini kendisi yapmış, ne benden ne de annesinden yardım istemişti…

Sonra ne mi oldu? O çocuk büyüdü, üniversite bitirdi. Fakat yıllarca kompozisyon yazma ve ödev yapmaya karşı direnç gösterdi…

  • İkinci örnek; Yıl, 1996 ilkokul 3. Sınıf öğrencisi diğer çocuğum. Öğretmen tüm sınıfa; “Matematik kitabı sayfa…‘deki 8 soruyu okuyun, defterinize yazın ve çözün.” şeklinde olan talimatını deftere yazdırarak ev ödevi vermişti. Ödevini yapmak için masasına oturan çocuk birden bire yerinden fırladı. Sınıf öğretmenine ve öğretmen olduğumuz için bize de saydırmaya başladı. Tehdit edercesine, bu ödevi yapmayacağını, bunun bir geri zekâlı işi olduğu benzeri öfkeli söylemlerde bulundu. O şaşkınlık ve telaşla içinde, ne oldu!? Neden bağırıyorsun!? diye sormamıza fırsat vermeden, defter ve kitabını bize doğru fırlatıp, “Ödev konusunu ve kitaptaki soruları okuyun bakalım.” dedi. Annesi hemen defter ve kitabı yerden alıp incelemeye başladı. Ben, ne olacak diye bekliyorken, hanımın şaşkınlığını ve yüzündeki kızarmaları gördüm. Bu kez ben, ne olduğunu anlamak için defter ve kitaba baktığımda yanaklarımda alevlenmeler hissettim.  Çünkü ödev olarak verilen 8 sorunun başlangıcında: “Aşağıdaki soruları okuyup, zihinden cevaplandırınız.”  uyarısı vardı…

Sonra ne mi oldu? Çocuk, kendisini hükmen galip ilan etti. Anne-baba ve öğretmen ne yaptı? O cevabı da size bırakıyorum.

  • Üçüncü örnek; yine o yıllarda, Sınav Anneleri” tarafından yaygınlaştırılan (halen de etkili olan) “ Çok ödev veren, çok iyi öğretmen” anlayışı, toplumda oldukça fazla kabul gören egemen bir görüştü. Öğretmenler  (bu teze inanmasa da-zorunlu olarak-), ‘veli memnuniyeti’ sağlamak ve ‘iyi öğretmen’ olduğunu kanıtlamak istercesine, ödev verme yarışına girişmişti. İşte bizim öğretmenimiz de onlardan biriydi. Bu nedenle de, evde hemen her gün ödev kavgalarımız oluyordu. Her gerginlik sonunda annesi, bazen yalvararak, bazen küçük hediye ve vaatlerde bulunarak ödevleri yaptırır okula gönderilirdi çocuğu. İşte bu günlerin birinde, çocuk, çok sevdiği çizgi filmleri izlememe, top oynamama pahasına yapmış olduğu ödevlerin sınıfta kontrol edilmediğinin farkına varmıştı...

Sonra ne mi oldu? Ödevlerini önce eksik, sonra yarım yapmaya, daha sonra da yapmamaya başladı…

  • Dördüncü örnek; Yıl, 1989 veya 1990, lisede rehber öğretmenim. Okul müdürü ile, odasında konuşuyorduk, kapı çalındı; içeriye, okul için çok çalışan koruma derneği yöneticisi girdi. Selam vererek müdür beye, müsait olup olmadığını sordu. Müdür bey, müsait olduğunu belirtince de oturdu. Hal hatır konuşması bitince de asıl konuya girdi. Elindeki kağıdı göstererek,” Müdür bey, matematik öğretmenimiz bu soruyu ‘dönem ödevi’ olarak vermiş, çocuk da, ben de çok araştırdık fakat çözecek birini bulamadık. Sizden yardım istiyorum.” dedi.
  • Ben oldukça şaşırmıştım, müdürün yüzünde üzüntülü bir hal oluşmuştu. Sonra zile basıp görevliyi çağırdı. Görevliye “… öğretmeni çağır gelsin” dedi. Okulda 4-5 matematik öğretmeni olduğu halde çağırdığı öğretmen, o ‘dönem ödevi’ni veren öğretmendi. Artık orada kalmamam gerektiği düşüncesi ile izin isteyip ayrıldım. Ama, müdürün de o öğretmene ne dediğini çok merak ediyordum. Birkaç saat sonra çağrılan öğretmeni bulup sordum içeride neler olduğunu. Gayet sakin bir tavırla, “Müdür bey, odadaki veliye, dönem ödevini yapabilmesi için yardımımı istedi…” dedi…
Sonra ne mi oldu? Öğretmen, öğrencisine verdiği dönem ödevini, okul müdürünün emriyle, veliye yardım amacı ile yapılmış oldu. Başka söze gerek var mı?
Örnek verdiğim yıllarda, 'Günlük Ödev' ve 'Dönem Ödevi' vardı. Sonraki yıllarda amaç değişmese de 'Performans Ödevi' ve 'Proje Ödevi' olarak isimler değiştirildi. İsimler değişse de sorunlara kaynaklık eden tutum ve uygulamalar hiç değişmedi. Yani ödev, hep ödev olarak kaldı. Aynı sorunları yaşattı ve yaşatıyor. Ödev, öğrencinin değil velilerin ödevi olmaya devam ediyor…

  • Görevleri arasında olmasa da, çocuğunun geleceği için(!) ödev yapma işini üstlenen anne-baba, veliler…
  • Öğrencinin yapmadığını bile, bile ödev vermeye devam eden (aynı zamanda anne-baba veya veli olan) öğretmenler…
  • Sorunu çözmek yerine en kolay yol olan, ödevi ortadan kaldırmak noktasına gelen MEB…
  • Öğretmen-Veli sarmalı içine sıkışmış ve sonuçta karne alan (fatura kesilen) öğrenciler… 

 -için, sonraki yazım “Ödev Sorunu Nasıl Çözülür?”


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


Yazı Milliyet Blog'da :http://blog.milliyet.com.tr/odev-bir-sorun-mu-/Blog/?BlogNo=448579

31 Ocak 2014 Cuma

Başbakan Erdoğan: “Asıl çevreci biziz be!” demiş.


“Asıl çevreci biziz be!” söylemi haklı olabilirdi,

Eğer:

Çevreyi korumak isteyen ‘Gezi’ göstericilerinin üzerine; polis, toma, gaz, kimyasal su ve plastik mermilerle gidilmesini durdurup; yaralanma, sakatlanma ve ölümler yaşanmasa… 
      
Okul arazilerini korumak isteyen ODTÜ’lerin üzerine;  polis, toma, gaz, kimyasal su ve plastik mermilerle gidilmesini durdurup; yaralanma, sakatlanmalar yaşanmasa…

ODTÜ’ye, ‘gece baskını’nı yaptırıp, zafer kazandığını ilan eden belediye başkanını ödüllendirip, yeniden belediye başkanı adayı ilan etmese… 
     
1994 den bu güne yönettikleri İstanbul’a + katlar vererek gökdelenler diktirmeyip; ormanı, yeşili, barajı, dereyi, parkı, yolu, kanalı, trafiği, görüntüyü vb. yok etmese…

İstanbul’un kuzey ormanlarını, Ataköy’ün asırlık ağaçlarını, Yenikapı’nın sahilini yok etmese…

İstanbul’un, havasında siyanür ve musluklarında arsenikli su (çevre örgütlerinin tespiti) bulunmasını önleye bilse…

Yüzlerce çevre kıyımından sadece iki örnek; Beykoz’da “Tabiat parkı” ilan edilen Polonezköy’ü ve Çanakkale’de,“Doğal sit alanı” olan “Bozcaada Akvaryum Koyu”nu imara açmaya çalışmasa…

Artvin, Rize… Daha nice yerde HES’lerle; ırmakları-dereleri kurutup cennet vadileri yok etmese…

Oksijen kaynağı olan dağları, ormanları zehirli kimyasallarla tahrip edip madencilere vermese…
 
Denizleri trollere, Marmara, Ege, Akdeniz… Bölgesi ve kıyılarını dozer-vinç-kepçelere… Velhasıl müteahhitlere sunmasa
             
Kars'taki ‘İnsanlık Heykeli'ne ucube deyip, yıktırmasa…

Marmaray kazısında bulunan, 8 bin yıl öncesine ait tarihi miraslar için:Marmaray projemiz var, basit çanak çömlek hikâyesi bize dört sene kaybettirdi.” demese…   
    
Kısaca; hem vuran hem bağıran olmasa…


Daha yazayım mı?

-Hayır, yeter, yeter artık!  ‘Telefon tapeleri’ne girme biz biliyoruz!
Dediğinizi duyar gibiyim.

O halde, yukarıda sıralanan ‘olmasalar, olmasa belki de, “Asıl çevreci biziz be!” (bence, be! ünlemi kullanılmasa daha da iyi olur) diyebilirdi.

Peki, hiç mi çevreci değil?
Diye, sorar gibisiniz.

Soruya soru ile cevap verilmez ama, ben yine de;


 “Asıl çevreci mi, yakın çevreci mi?” sorusunun cevabını size bırakıyorum… 


SONUÇ: Bu yurt hepimizin, sahip çıkalım!




  
 
Polenezköy'den



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Aynı yazı Milliyet Blog'da:
http://blog.milliyet.com.tr/basbakan-erdogan---asil-cevreci-biziz-be---demis/Blog/?BlogNo=447013

20 Ocak 2014 Pazartesi

Bir gezinin yaşattıkları ve düşündürdükleri…

Değişik yıl ve mevsimlerde çocuklarımın peşi sıra Münih, Edinburgh, Londra, Zürih ve Freiburg’a gitmiştim. Bu seferki gezimi de 4-15 Aralık 2013 günlerinde Nürnberg´deki kardeşimin yanına giderek yaptım.

Gezdiğim bu kentlerin ortak özelliği, tarihi dokularını bozacak bir yapılaşmaya izin verilmemesidir. Bu kentlerde, müteahhitlere avantaj sağlamak için izin verilen ve gökyüzünü delercesine yükselen ucube binaları göremezsiniz, tek tük de olsa karşılaştıklarınız genellikle ofis binalarıdır. Yani, şimdilerde İstanbul’da olduğu gibi çılgın projeler yok buralarda. Yapılacak projelerin tarihi dokuya ve çevreye uyumlu olması yanında, yola, suya, elektriğe,… verebileceği olası yükler hesaplandıktan sonra izin verilmektedir. Yazımın asıl konusu trafik ve çılgınca büyüme olmadığı için bu konuya şimdilik noktayı koyalım.

Ve artık yazının asıl konusu olan Nürnberg gezisine gelelim.

İstanbul-Nürnberg uçak yolculuğum sırasında yanımda oturan ve uzun yıllar Nürnberg’de çalışıp emekli olan bir işçi arkadaş bana “Nürnberg çok güzel bir kent, gezilecek pek çok yeri var, fakat siz yanlış mevsimi seçmişsiniz.” Demişti. Ama şansım yaver gitti, kaldığım sürede ne rahatsız edici soğuk,  ne de çok yağmurlu günler oldu.

Nürnberg, Almanya'nın Bavyera eyaletine bağlı en büyük 2. Şehri olup endüstri başkenti olarak da kabul edilir. 2012 deki 510.602 nüfusu ile İstanbul’un ancak 1/27’si kadardır. Ve bu nüfusun %10'nu da Türkiyeli göçmenlerin oluşturduğu söylenir. Almanya’da tümüyle otomatik, vatmansız ilk metro taşımacılığına 2008 yılında Nürnberg’de başlanmış ve devam ediyor…  (Acaba neden, henüz yeni yapılmış metro hatlarımızda bu teknoloji kullanılmamış!)

İstanbul’da; AVM, çarşı, pazar gibi yerler fazlasıyla var olduğu için, Nürnberg’de günlerimi daha çok, tarihi yerler, müze ve parklara giderek geçirmeye çalıştım. Her gün çevreyi tanımak için otomobille veya yürüyerek gezmeye çıkıyorduk. Büyük bir zevk alarak gezdiğim ormanda; değişik tür ağaçlar, çiçekler, böcekler, kuşlar, hayvanlar… Kısaca ormanda olması gereken her şey vardı.

Oturduğumuz semt, kentin kuzeyinde olup, kent merkezi dışındaki tüm yerleşimler de olduğu gibi burası da genellikle 2-3 katlı bahçeli evlerden oluşuyordu. Hemen bitişiğinde ormanlık bir alan, onun da yanı başında ise, (yazma konularımdan birincisi olan) 1250 dönümlük Halk Parkı Marienberg vardı1930’lu yıllarda askeri hava alanı olan bu park, şimdiki Nürnberg havalana da yürüme mesafesindedir. (Dilerim yapımına yeni başlanmış olan ismi tartışmalı hava alanı bittiğinde Atatürk Hava alanı da böylesi bir park yapılır.)  İstanbul bu özelliklerde bir park bile yokken, bu kentin değişik bölgelerinde buraya benzer daha onlarca park var…

Marienberg’da; yayalar ve bisikletliler için de ayrı, ayrı geniş ve birbirine paralel yollar vardı. Böylece kimse kimseyi  rahatsız etmeden rahatça gezebiliyordu. Bu yollar, parkı adeta dilimleyerek, parçalara ayırmasıyla,  her yaş ve zevke hitap eden eğlence, barbekü, gezi, oyun, güneşlenme alanları, çayırlar, yapay gölet, kızak-kayak yapılacak tepeler gibi yerler oluşmuştu. Bir de unutmadan söylemeliyim ki, bizim ‘Taksim Gezi Parkı’nın 3-4 katı büyüklüğünde bir alanı da sadece köpeği olanların kullanımı için ayırmışlar…

Etrafı çevrili olmayan bu park, alabildiğine geniş ve uzun yeşil bir halıyı andırıyordu. Bu devasa halıda, daha çok meşe ağaçları ve az da olsa kavak ve değişik ağaç türleri ile çalımsı süs bitkilerinin oluşturduğu öbekler vardı. Bu öbekler sanki bir halının kökboyalı motifleri gibi duruyordu. Bu durum bana, ilkbaharda (oysa şu an mevsim kış) Anadolu’nun değişik bölgelerinde gördüğümüz yaylaları hatırlatıyordu.

Mevsim kış fakat her yer yemyeşildi. Çevre köylerde ise büyükbaş ve küçükbaş hayvanlar çayırlarda otluyordu (bizde, hayvanlar ahırlarda yapay ve kuru yemlerle beslenirken), buradakiler özgürce yeşil otlaklarda... Burası bizim yurdumuza göre oldukça kuzeyde bulunan bir kent, ama her mevsim çok bol yağmur aldığı için her zaman yemyeşil.

Aralık ayı olduğu için hava soğuk, o nedenle de parkın müşterileri az. Sanırım kış dışındaki mevsimlerde bu parkın cıvıl, cıvıl olduğunu anlatmaya gerek yok. Bu güzellikleri gören herkes bunu kolayca tahmin edebilir. Bu güzelliği kim gezip görmek, yaşamak istemez ki?


Nürnberg’in hemen yanı başında 115.000 nüfuslu Fürth kenti var. Burada bulunan kaplıcanın övgüsünü duymuştum (yazma konularımdan ikincisi ), tabii ki gitmemek olmazdı. Bir günümüzü de bunun için ayırdık. Kaplıcada, tüm gün veya 4 saat kalmak gibi iki seçenekten ikincisini seçtik. 

Ve girdik kaplıcaya, mühendislik aklı ve becerileri ile o denli güzel işlemlerden geçirmişler ki suyu, her yaşta insanlara büyük hazlar yaşatan bir eğlence ve sağlık merkezi olmuştu. Tuzlu su havuzu, soğuk su havuzu, sauna, bina içinde ve dışında değişik işlevlere sahip onlarca havuz var. 

Bu sınırlı zamanda tüm bölümlere girdim-çıktım. En çok sevdiğimi aktiviteyi soracak olursanız size cevabım; “İçerideki havuzları dolaşıp, buz gibi su ile dolu havuza ördek misali dalıp çıkmak, vücuduma binlerce iğne batıyormuş duyumunun verdiği enerji ile dışarıdaki havuzlara koşmak, orada da uzun süre kalmaktır.” derdim. 

Yaşım 63, mevsim kış, aylardan Aralık, dışarıdaki havuzlardan hiç çıkmak istemiyorum… (Şimdi gel de yurdumun pek çok yöresinde sahipsiz kaplıcaları veya tek havuzla yetinilen yıldızlı tesisleri düşünme). Bu kadar yeter sanırım.

İnsana yaşam zevki ve tutkusu veren; orman, park, göl, ırmak, nehir, kaynak sular, deniz ve benzeri ortak kullanım alanları, bizden öncekilerden bize miras kalmıştır. Bu yerleri koruyup yaşanır halde bizden sonrakilere bırakmak zorunlu bir insanlık borcudur. Bu duygu; sınır, ırk, din tanımıyor artık. Dünya hepimizin... 

Şu an bulunduğum kentin %10 nüfusunu bizim ülkemizden gelen insanlar oluşturuyorsa, bizim yurdumuzda da başka ülkelerden gelip yerleşmiş bizim kadar hak sahibi olan insanlar var. O halde; bu birleşmiş-kaynaşmış dünya hepimizin…

Hani "birleşmiş-kaynaşmış dünya hepimizin"di sonucuna varmıştık ya, bazen ego öne çıkıyor, “Bana ne, bana ne, ben de isterim. Bende yurdumda bunları isterim.”  deyip kıskanıyor bu güzellikleri. İşte egomun söylettiklerini de parantezlere sığınarak sundum sizlere…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


Bu yazı Milliyet Blog'da:
http://blog.milliyet.com.tr/bir-gezinin-yasattiklari-ve-dusundurdukleri-/Blog/?BlogNo=445528