16 Mart 2018 Cuma

"Okulumuzun Mezarını Ziyaret Ettik"

Bir öğretmen olarak çalıştıkça, gezip gördükçe, okudukça, düşündükçe; Köy Enstitüleri’nin ne kadar gerekli olduğunu ve kapatılmasının ülkemize ne çok şey kaybettirdiğini anlamıştım. Ve bazen “keşke o okullarda ben de okusaydım” dediğim olmuştur.   

Bizden sonraki kuşaktan gelen öğretmenleri işbaşında tanıyıp, onların yaşadıkları güçlükleri gördükçe/düşündükçe, kendimce kıyaslamalar yaparak; “Aslında bizim kuşağın çok da kaybı olmamış” dediğim de olmuştur.

Bu kıyaslamalar bir "kuşak çatışması" olarak algılanmamalı, çünkü bizler yıllarca mesleği tanıyarak, kabullenerek ve her gün "Ben öğretmen olacağım" isteklendirmesi (motivasyonu) ile okuduğumuz için sorunlarımızla başa çıkmakta, bizden sonraki meslektaşlarımıza göre daha başarılıydık. 

Bizler, sınavlarla seçilip,  Erzurum, Bingöl, Gümüşhane ve Trabzon’dan gelen ve o sınavı kazanmayıp gözyaşları içinde köylerine geri dönen arkadaşlardan daha şanslı, fakir köy çocuklarıydık.  

Bizler, diğer köy enstitülerinden gelen abi ve ablalarımızın geceleri ders, gündüzleri ise inşaatlarda, atölyelerde, tarlalarda çalışarak yarattıkları "Pulur Köy Enstitüsü" yerleşkesinde barınıp, okumuş böylece hazıra konmuştuk.

Bizler,  o derslik, o atölye, o tarla, o saha, o kütüphane ve o kantinde eğitim alırken:
  • Gündüz yemek yediğimiz yerde geceleri sinema ve tiyatro izler,
  • Eksi 40 derecelerin yaşandığı gecelerde, varillerden yapılmış kömür sobalarının ısıttığı yatakhanelerde uyur, sabahları yorganımız üstünde biriken karlarla uyanır, 
  • Bahçedeki çeşmenin ince matkapla delinen borularından şakırdayarak akan suyu ile yüzümüzü yıkarken; saçlarımız, kirpiklerimiz ve kulak memelerimiz buz sarkıtları ile süslenir,
  • Tüm  etüt ve ders saatlerimizi "Öğretmen olacağım" coşkusu içinde geçirir, 
  • Törenlerde okul yönetimimizi eleştirebilir ve  seçtiğimiz öğrenci örgütüyle okul yönetimine ortak olurduk…
(Demek ki bizler de, “Yavuz Selim İlköğretmen Okulu”nda öğrenci iken ‘Köy Enstitüleri Eğitim anlayışı ve yaşantısı ile tanışmışız.) 

***

Arkadaşlarımız güzel bir gelenek oluşturmuş, hemen hemen her yıl yurdumuzun değişik bir köşesinde, bizleri okuldaşlarımızla buluşturuyorlar. Bu buluşmalarda, güzel anlar/günler yaşayıp, özlem gideriyoruz.

2015 Mayıs 29-30-31 günlerinde de buluşma yerimiz Erzurum’un simgesi olan Palandöken'deki bir oteldi. Bizim okuduğumuz 1960'lı yıllarda Palandöken, Erzurum'un sırtını dayadığı karlarla kaplı, bitki örtüsüz bir dağdı. Oysa şimdi; lüks otellerle donanmış, güzel bir kayak merkezi olan ve eteklerinde yeni mahallelerle kuşatılmış bir yerleşke olmuş. 

Her biri birer çınar olan öğretmenlerimiz, biz ve de bizim öğrencilerimiz olan üç nesil öğretmen olarak Erzurum'da buluşmamız, diğer illerdeki buluşmalarımızdan daha anlamlı, daha da önemliydi. Çünkü diğer illerde sadece öğretmenlerimiz ve arkadaşlarımızla buluşup özlem gideriyorduk. Oysa burada: hem arkadaşlarımızı tekrar görecek, hem de okulumuzu gezip görecek oradaki yaşanmışlıklarımızı anacaktık. 

Öyle de yaptık, bir günümüzü okulumuzu ziyaret etmeye ayırdık. Fakat hani pişmanlığı anlatmak için “keşke gitmez/görmez olaydık” derler ya, işte hepimiz o yoğun ve yoran duyguyu yaşadık.

Çünkü yaşamamız ve eğitimimiz için, her donanımı olan okulumuz artık yok olmuştu… 

Okul ziyaretinden perişan olarak döndüğümüz  akşam, otel salonunda toplandık, Öğretmenimiz Burhaneddin Yılmaz, “Ben bugün üç mezar ziyaret ettim. Bunlar; Hasankale’de, anneme-babama, Ilıca’da da Yavuz Selim İlköğretmen okuluna ait mezarlardı..."  Diyerek; yok edilen okulumuz için hepimizin duymuş olduğu o büyük acıyı, çok kısa ve çok net olarak dillendirmişti.

Evet, hepimiz o gün okulumuzun mezarını ziyaret etmiştik.

Genel olarak akraba, tanıdık ve arkadaş mezarları ziyaretine gidilir. Mezar ziyaretleri yaşanmışlıkları anımsattığı için, hüzün ve acı vericidir. Oysa okullar tüm ülkenin ortak malı, onlara verilen zarar herkesin kaybı ve ortak acısıdır. O gün bizler okulumuzun mezarı başında, aynı duygularla büyük acı yaşadık.

1940'lı yıllarda Türkiye’nin her bölgesinden gelen kızlı-erkekli öğretmen adayı gençlerin büyük emekler vererek yaptıkları o derslikler, yemekhane, yatakhane, kütüphane, atölye, kantin, okul içindeki uygulama okulu, hamam, çeşme, havuz,  yönetim odaları, çalışan lojmanları kısaca her şeyi olan, kendisine yeten bir eğitim yerleşkesi…

İşte bu yerleşke tüm yapıları ve anılarıyla yok edilmişti. Oysa başka ülkelerde böylesi yerler kültür mirası olarak “aslı gibi” korunur, öyküleriyle gelecek nesillere ve dünyaya miras bırakılırlar...

Müteahhit kafası ile rantı esas alan anlayışlar, yok etmiş okulumuzu…

***

Hepimizin ortak acısını dillendiren Burhaneddin Yılmaz öğretmenimizin o hüzünlü konuşmasından sonra hayat devam etti (etmeliydi de). Anılar anlatıldı, şarkı, şiir, türküler söylendi, barlar ve horonlar oynandı.

Daha önceki toplantımızda coşku ile dinlediğimiz bir arkadaşımız olan Ali Mahir Abdik de ta Almanya’dan sazını alıp gelmişti. Fakat o gece sahneye çıkamadı, çıkarmadılar. Nedeni öğrenmek için üç arkadaş birlikte “tertip komitesi yetkilisi"ne gittik.  

Yetkili arkadaş öfkeli olarak kısaca; “Onu sahneye çıkaralım da, devrim türkülerini, marşlarını mı söylesin, ona izin mi verelim yani!..” dediğinde, sansür nedenini anlamış olduk. (Ve bu anlayış beni yıllar öncesine götürdü: Çok sevdiğimiz; Sait Çiltaş, Aydemir Kumru, Şinasi Eskiçırak, Mustafa Topal… öğretmenleri de böylesi niyet okuyucular, sudan nedenlerle ötekileştirip sürgün etmişlerdi.)

Bir yandan geçmişin bu yaşanmışlıklarını düşünürken, bir yandan da o etkili yetkiliye; “Eğer birisi suç işlerse, onu engelleyecek ve yargılayacaklar vardır. Ama anlaşılan siz bu görevleri de üstlenmişsiniz.”  diyebildim sadece.

Bakar mısınız, kendi okul arkadaşları arasında bile ayrım yapıp, ötekiler yaratıyor. Oysa biz “öteki” görülenler; bizim için önemli olan “Yavuzselimlili” olmak, bu bizim ortak paydamız. Hep sevgi-saygı içinde dinledik/dinleyeceğiz tüm arkadaşlarımızı.

Demokrasinin ilkeleri olan; “ötekilere” saygı duymayı, düşündüğünü özgürce söylemeyi, ve yazmayı kabul edip önemsemeden…   Daha sonra da demokrasi ve kardeşlik nutukları…

Ve siz, bu haksızlığa,  sansüre, öteki yaratmaya karşı olan çokça arkadaşımızın olduğunu biliyor/hissediyor, fakat ses çıkaramadıklarını görüyorsunuz. Bu da sizin için çok büyük bir acı/sızı değil mi?  Tıpkı okulumuzun, tarihi-kültürel dokusuyla birlikte yok edildiğine, üzülüp, sessiz kaldığımız gibi... 

Ve şimdi de ülkemizin tüm okulları, kazanımlarıyla, eğitim felsefeleriyle birlikte yok edilmeye çalışılıyor, bunu da görüyor ve susuyoruz.

Ben de çokça düşünüp kendimce bir genelleme yaptım:

Bizler; görür, duyar, bilir ama susarız... (Bu bizim ortak sorunumuz, acı gerçeğimiz.)  Sosyal psikolojide buna, öğretilmiş veya öğrenilmiş çaresizlik denir.

Peki, bu sorunumuzdan kurtulmak için neler yapmalı ve nasıl yapmalıyız?...  

Emin Toprak
19 Şubat 2017

NOT: Bu yazı, Sn. Mürüvvet-Nermin-Mehlika DEMİRTAŞ kardeşlerin yoğun çabalarıyla hazırlanan 18-21 Mayıs 2017 Mersin-Erdemli okul buluşmamızın anısı olarak yayımlanan  dergide yer almıştır.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

8 Mart 2018 Perşembe

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü

Bugün, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü.

Bugün 13 ülkede bayram, her ülkede de; sevgi-saygı dolu sözler ve şiirli, şarkılı, türkülü etkinliklerle anılıp kutlamalar yapılıyor. Ama ben böyle bir günde coşku dolu bir yazı yazamadığım için çok üzgünüm. 

Çünkü dünyanın pek çok yerinde emperyalist, militarist ve işbirlikçilerinin çıkar savaşlarında; çocuklar, gençler, yaşlılar, kadınlar ölüyor, taciz, tecavüz, baskı, şiddet görüyor

Çünkü erkek egemen ayrımcılık yüzünden, emekçi kadınlar; evde, işte, yolda her yerde baskı-şiddet-sömürü sarmalı içinde ve güvencesiz (yurdumuzda 2017 yılında 409 kadın cinayeti işlenmiş) durumda. 

Dünyada olduğu gibi bizde de kadınlar,  Rize’de Artvin’de, Balıkesir’de Eskişehir’de, Soma’da, Diyarbakır’da... Ve 675 haftadır Taksim'de olan Cumartesi Anneleri...

Kadınların istekleri, acıları, öfkeleri bir çığlık olmuş sokaklarda:
  • Kimi yavrusunu, işini, yok edilmek istenen deresini, dağını, ovasını, madenini ve peşkeş çekilen ekmek teknesi fabrikasını korumak...
  • Kimi gasp edilmiş insan haklarını almak... 
  • Kimi madenlerde kaybettiği eşini, çocuğunu, kardeşini anmak... 
  • Kimi haksız çıkar savaşlarına dur demek...  
  • Kimi alıp götürüldükten sonra bir daha hiç haber alınamayan eşini, çocuğunu, kardeşini sormak, aramak için... 
Hak arayan bu kadınlara karşı çıkan, onlara engel olanlar ise yabancı değil, kendi çocukları, eşleri, kardeşleri… Bunlar aldıkları 'emir' gereği analara, kardeşlere, kadınlara durmadan; “yasak” deyip, cop sallıyor, gaz sıkıyor, hakaret ediyor, gözaltına alıp gözdağı veriyorlar. (Bu da başka bir acı). Sorumlular ise  perde arkasında, karanlıkta… 

***

Etrafınıza baktığınızda, toprak-su-hava-ateşin yaşanır kıldığı bir dünya görürsünüz. Düşününce de, dünyadaki tüm canlıların anne-baba-çocuk üçlüsünden başka bir şey olmadığını ve bu üçlüyü var edenin ise anneler olduğunu anlarsınız.

Her kadın kendisini güçlü kılan bir “annelik duygusu” taşır. Bu duygu ile kadın; hakkı yeneni, tacize uğrayanı, işkence göreni, öldürüleni yavrusu gibi görür, onları korur ve acılarına ortak olur.

Bunun için toplumlar her zaman, kadınların koruyucu sevgisine ve zalimlere dur diyecek öfkesine ihtiyaç duyarlar. 

Bir kadına verilebilecek en büyük ceza, yavrularını güvencesiz, geleceksiz bırakmaktır. Savaşlar insanları güvencesiz, geleceksiz bırakır, barış ise herkese sömürüsüz ve özgür bir yaşamı sağlar. Bunun için kadınlar, barışa dost, savaşa düşmandırlar.

Kadınlar bebelere kol-kanat olur, onları ninnilerle uyutur, büyütürler. Büyüyen o bebeler de:

Eğer, annelere karşı durup güç kullanabiliyorsa...

Eğer, kadınları kendilerine eşdeğer görmüyorsa...

Eğer, yargıçlar insan haklarına ve hukuka saygılı olmuyorsa...

Eğer, doktorlar yaşam hakkına sahip çıkamıyorsa...

Eğer, üniversiteler susmuş konuşamıyorsa...

Eğer, barış istemek, savaş iklimi ile sindirilmişse...

Eğer yaşamı,  ölüm çevrelemiş ve tutsak almışsa...

Eğer, tüm bunları sağlayan iktidar ayakta durabiliyorsa... 

Burada yanlışlıklar, haksızlıklar var demektir. 

Burada kadınlara çok iş düşüyor demektir.

Kadınların katkıları olmadan erkek egemen dünya yok olamaz.

Ve kadın desteği olmayan bir demokrasi kurulamaz.

O halde görevimiz; demokrasi, barış ve insan haklar için mücadele veren kadınların saflarında kadın-erkek el ele tutuşmak olmalı... 

***
Bütün kadınlar saygın ve emekçidir.

Baskıya, şiddete, sömürüye, ayrımcılığa hayır!..

YAŞASIN 8 MART.

DÜNYA EMEKÇİ KADINLAR GÜNÜ KUTLU OLSUN.

  

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

2 Mart 2018 Cuma

“Yerli - Milli” ve Satıyorum!... Sattım!


Yerel ve milli olmak, her insanın yaşamında yer alan önemli bir psiko-sosyal süreçtir. Bu süreç; insanın atmosfer basıncı, ses, ışık vb. şoklar yaşadığı doğum anıyla başlar. Çevresel etkileşim ve iletişimle sürüp gider.

Çocuk; yakınları ile birlikte bulunduğu yuvada kendisini güvende hisseder. Ailesi ve yakın çevresinin ortak değerleriyle tanışır, onları gözlemler, taklit eder, öğrenir ve yavaş yavaş kullanmaya başlar.  

Üç yaş ve sonrasında ise o çocuk; artık çevrenin ilgi odağında ve hızlıca iletişim kurabilen bir “Ben” olmuştur.  Çevresi ona hiç seçme fırsatı vermeden, “bunlar da bizden” dercesine, gelenek, görenekleri ile birlikte; bir coğrafya, bir soy, bir dil, bir din gibi "zorunlu kimlikler" verir. Artık o, bu coğrafyanın, bu soyun, bu dilin, bu dinin, bu kültürün bir taraflısı ve savunucusudur. İşte yerel ve milli olmak böyle başlar.

Demek ki; aynı coğrafyada bulunmak, benzer sosyal, psikolojik, kültürel değerlerden etkilenmek, insanların dil, inanç ve yaşam tarzını belirliyor. Bu dünyanın her yerinde olagelen insani bir durumdur. İnsani olmayan ise, bu kimliklerin ırkçı ve ayrıştırıcı bir araç haline getirilmesidir.

Ülkemiz bunu 16 Nisan referandumunda yaşadı. AKP iktidarı ile küçük ortağı MHP, devletin tüm güç, araç ve olanaklarını kullanarak, kendileri gibi olmayan, kendi gibi düşünmeyenleri; “terörist/iç düşman/vatan haini” ilan ettiler. Ana sloganları da “yerli ve milli” olmaktı.

Nefrete dayalı slogan ve algılarla bir korku iklimi oluşturulmuş ve toplum sindirilmişti (bu iklim halen devam ediyor). Böyle bir ortamda yapılan şaibeli seçim ile (atı alıp Üsküdar'ı geçerek)  amaçlarına ulaştılar.

Şimdi de 2019 da yapılacak seçimleri kazanmak için benzer ve daha yoğun çabalar içindeler. Sloganları da aynı: “yerli ve milli” olmak… Hedeflerinde de yine; “iç düşman" ve "vatan haini” ilan ettikleri “ötekiler” var. 

***
Dağlar ormanlar, denizler, göller, ovalar, tarlalar, bahçeler, madenler, köyler, şehirler, okullar, atölyeler, fabrikalar, yollar… Bunlar, coğrafyamızdaki insan ve diğer canlılara yaşam kaynağı olan yerli ve milli değerlerimizdir.
  
Sağlıklı ve mutlu bir yaşam sürdürmek için hepimiz el ele tutuşup bu değerlerimizi korumalı ve geliştirmeliyiz. İktidarların da birinci görevi budur.

Şimdi bakalım 17 yıllık AKP iktidarı, ne kadar yerli ve milli:

Yurdun her bölgesinde bulunan Sümerbank, Etibank, Te­le­ko­m, Tüpraş, Petkim, Tekel, Elektrik vb. gibi ekmek teknesi ve gözbebeği olan 135 kurum "kelepir arsa" fiyatlarıyla yandaşlara satıldı. Madenler güvenliksiz olarak  taşeron çalıştırıcılara peşkeş çekildi. HES ve maden arama projeleri daha fazla kazanç için, ekolojik dengeleri bozdu. Buralarda doğa tahrip edildi, çalışan insanlar ve yakınları da; ölerek, aç-işsiz kalarak büyük sıkıntılar, büyük acılar yaşadılar. 

Bizler, tarım ve hayvancılık ülkesi olmakla övünürken, dışarılardan; canlı hayvan, buğday, et, ot, saman alır olduk. Asırlık zeytinlikler yok edildi. Köyler boşaldı, şehirler yeşil kartlı gecekondularla dolup taştı, fakirler, Ramazan ayının "bedava" sofralarını bekler oldular.

Kentlerde; deprem toplanma alanlarını, dere yataklarını, koru ve çayırları parsel parsel dağıttılar, zaten yetersiz olan yol, su, kanallara  çare bulacaklarına, dikey yapılaşma ile sorunları 3-4 kat daha da büyütüp kaos yaşattılar.   

Emekçi çalıştırarak, üretim sağlayan; tarlaları, bahçeleri, hayvancılığı, atölyeleri, madenleri, fabrikaları daha verimli kılmak yerine... Oraların kapatılıp, terkedilmesine seyirci kalıp, sadece şehirlere; yol, köprü, tünel ve inşaat yapmaya odaklandılar. Sonra da halkla dalga geçercesine; “üç-dört yetmez, daha çok çocuk yapın” demeye başladılar.

Çocuk ve torunları bile "dolar" ile borçlandırarak, yol, köprü, tünel, alan ve inşaat yaptılar. Ama borçlandırdıkları bu çocukların ihtiyacı olan; su, süt, ekmek, okul, iş ve güvenli bir geleceği hiç düşünmediler..

Çünkü onlar için sadece ihaleler ve müteahhitler önemli idi.

Bugünlerde de 14 şeker fabrikasını pazarlamakla meşguller.

Şimdi, satıldığında  yaşanacak olan ticari ve yaşamsal hikayelere hiç girmeden sadece "kuşbakışı" bakalım, bu fabrikalara (Sayısal veriler; Özlem Yüzak-Cumhuriyet 2 Mart 2018): 
  •  1575 köyün 47 bin 758 çiftçisinden pancar alınıyor.
  •  Pancar için 1.25 milyon dekar alan işleniyor. 
  •  Bu fabrikalarda 4 bini aşkın emekçi çalışıyor.
  •  Yılda  7 milyon ton şeker pancarı işleniyor.
  •  947 bin ton şeker,  2 milyon 74 bin ton yaş küspe üretiliyor.
  • ...
Şeker fabrikalarının eğer sorunları varsa (ki vardır), bunlar çözmek iktidarın görevidir. Üreticiler kooperatifleşmek istiyor (ki Avrupa ülkeleri böyle yapmış). Böylesi çözümler destek olacaklarına emperyalist kartellerin ekmeğine yağ sürmek değil mi:

 “Satıyorum!... Sattım!...” demek?!…

Sizce yerli ve milli anlayış sahipleri, böylesi ekmek teknelerini hiç satar mı?



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

23 Şubat 2018 Cuma

Bütün okullar "ikna odası"...

Bize bol bol ziya kucakla getir; düşmek, etrafı görmemektendir. Tevfik Fikret
  
Günümüzde bilim, teknoloji ve iletişim sistemleri uzakları yakın kılarak, dünyayı adeta küçük bir köye dönüştürmüştür. Tanışların bol olduğu böyle bir dünyada birey ve gruplar; özgünlüklerini koruyarak, eşdeğerli, özgür, barış içinde yaşamak isterler. 

Birlikteliği kolay kılmak için de bazı değerlere sahip olmaları gerekir. İnsanlık değerlerini, özgün değerler ve ortak değerler olarak iki bölüme ayırabiliriz.

Özgün değerler; bio-psiko-sosyal alanlardan kaynaklanan bireye ve ait olduğu gruba ait olan kısmi benzerlikler ve farklılıklardır. Örnek olarak; dil, ırk, din, inanç, kültür, gelenek gibi yerli, milli benzerlikleri ve bireysel farklılıkları sayabiliriz. 

Günümüz dünyası öylesine harmanlamış ki, hiçbir ülkede %100 olarak sadece özgün değerlere sahip insanlar göremezsiniz. Böylesi bir durum ancak olsa olsa başkalarınca henüz görülmemiş olan ilkel kabilelerde olabilir. Ki orada da mutlaka bireysel farklılıklar vardır.

Özetle “yerli ve milli olmak”; emperyalist güç ve işbirlikçilerinin sömürü düzenlerini sürdürmek için, düşünemeyen, yorum yapmayan, sadece itaat eden taraftar bulma amaçlı yapay bir algı, politik bir tuzak proje, bir gelecek ütopyasıdır.
*
Ortak değerler; Özgürlük, barış, demokrasi, laiklik, eşdeğerlilik, hak, hukuk, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk, insan onuru, dayanışma… Tüm insanlığa özgü üstün/erdem olan ortak değerlerdir. Yargıcın, doktorun, öğretmenin, yöneticinin vb. işini yaparken farklı inanç ve anlayışlara saygı duyması, kararı ayrım yapmadan vermesi/uygulamasıdır.

Görüldüğü gibi “ortak değerler” ne yerli, ne milli, ne de belli bir inanç sistemine aittir. Bunlar, herkesi kucaklayan insaniyet mirasıdır.

O halde; insanlık ve çevrenin geleceğini, insaniyet değerlerine uygun olarak eğitilmiş nesiller belirler.

O halde; eğitim sorunları da sadece bir ülke veya belli bir coğrafyanın sorunu değil, tüm dünyayı ilgilendir.

***
Ülkemizin çok önemli eğitim sorunları var. 

Peki, acaba sorunlara çözüm bulmakla görevli iktidar ne yapıyor? MEB'de neler oluyor?

Kuşku yok ki,“28 Şubat” anlayışının “başörtüsü” ve "ikna odası" uygulamaları, AKP'nin doğuşunu sağladı. Çünkü onlar "mağduru" çok ustaca oynadılar ve aldıkları önemli destekle de iktidar oldular.  

Büyük öfke ve kinleri vardı. İlk hedefleri de; okullar, çocuklar, gençler ve öğretmenlerdi.  “28 Şubat” anlayışı benzeri uygulamaları bu kez onlar kullanıp ülkenin yarısını "öteki" ilan ettiler.. Müfredatlar imam hatip anlayışına uyarlandı.

Artık anaokulundan üniversiteye tüm okullar Diyanet'in şemsiyesi altında ve vakıf, tarikat, derneklerin danışmanlığında; dindar ve kindar nesiller yetiştirmekle meşguller... Güncel sloganları “yerli ve milli olmak”. Yani; farklılıklar yok, sadece bir coğrafya,  sadece bir inanç, sadece bir tarikat ve sadece bir ırk var!...

Sonuç olarak: 16 yıllık iktidar; ülke sorunlarına çözüm bulamadığı gibi, Eğitim alanında, her gün, dünü aratacak yepyeni daha büyük sorunlar üretmeye devam etti/ediyor. AKP, ülkemizin tüm okullarını birer "ikna odası"na çevirdi. 

***
Sosyal medyada bir eğitimci herkese aşağıdaki soruyu sormuştu:

“Diyanet İşleri Başkanlığı, okullarda teşkilatlanmaya ilişkin (gençlik çalışmaları yönergesi) hazırlamış. Bu nasıl bir teşkilatlanma??”

Ben de bu soruya neden olan Diyanet İşleri Başkanlığı “Gençlik Çalışmaları Yönergesi"ni arayıp buldum. İşte bu yönergenin hedefleri:

“Okullarda yürütülecek gençlik hizmetleri
MADDE 11- (1) Üniversite, lise ve ortaokul düzeyinde gerçekleştirilecek gençlik çalışmaları aşağıdaki ilkeler çerçevesinde yürütülür.
a) Çalışmalar, okul idarecileri ve öğretmenler ile etkin bir işbirliği halinde gerçekleştirilir.
b) Gençlik çalışmalarının yaygınlaştırılabilmesi ve daha etkin hale getirilmesi amacıyla okullara göre planlamalar yapılır.
c) Okulların yoğun olduğu mahallerde gençlik çalışmalarının yürütülebileceği, gençler için cazibe merkezi olacak Diyanet Gençlik Çalışmaları Merkezleri ve okuma salonları açılmasına veya gençlik merkezi vb. mekânların kullanılmasına yönelik çalışmalar yapılır.
ç) Okullar periyodik aralıklarla ziyaret edilir. Okul ziyaretlerinde sadece konferans tarzı etkinliklerle yetinilmez. Düzenli ve sistematik programlar aracılığıyla gençlerle iletişime geçebilmenin imkânı oluşturulur.
d) Okullarda Diyanet çalışmalarını koordine etmek amacıyla genç gönüllüler arasından temsilciler belirlenir.
e) Okul temsilcileri ve sınıf temsilcileri ile periyodik değerlendirme toplantıları gerçekleştirilir.”

***
Şimdi ben saygıdeğer okurlarıma birkaç soru soracağım, isterlerse onlar da çevrelerine sorsunlar. 
Acaba bu çağda; 
Kim, çocuklarının bilimden uzaklaşmasını ister?

Kim, yakın çevre ve uzaklardaki insanların; düşünce, anlayış, inanç, milliyet farklılıkları nedeniyle  çocuklarınca yok saymasını, düşman görülmesini ister?

Kim, çocuklarının sadece yerli, milli, dindar ve kindar bir eğitim alarak yetiştirmesini ister?

(İşte bugün böyle nesiller yetiştirmek istiyorlar.  Onun için hedeflerinde okullar, çocuklar, gençler var.)  

Peki, yukarıdaki yönergenin "hizmetleri" size kimin örgütlenme tarzını hatırlatıyor?!...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

16 Şubat 2018 Cuma

İki buçuk haber ve çağrıştırdıkları

Gündemde o kadar çok acı acı güldürecek konu var ki!... İnsana ister istemez; Nasrettin Hoca, Karagöz-Hacivat, Keloğlan ile Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Muzaffer İzgü gibi ustaları hatırlatıyor.

İnsanın her yaşantısını kayıt altına alan sonsuz bir belleği olduğunu söylerler. Ama koruma altındaki bu bilgilere ihtiyaç duyduğunuzda ulaşmak hiç de kolay olmuyor.  Hatırlamak için bazen, saatlerce/günlerce, dolaşıp durursunuz. Bazen de bir sohbet, bir sevinç, bir üzüntü, bir olay, ya da hiç olmadık bir yer ve zamanda; “çağrışım” dediğimiz yolla, pat diye aniden ortaya çıkıverir bu bilgiler.

İşte böylesi çağrışımlar yapan bazıları, yukarıdakileri veya benzeri ustaları anarak; “Eğer onlar yaşayıp bu konuları dillendirselerdi, kim bilir ortaya ne muhteşem eserler çıkardı!...” derler. Bazıları da haklı olarak, ülke iklimini düşünerek; “Ama şimdi yaşayan ustalar da susturulmuş, baskılanmış durumda…” diyerek karşı ilk konuşanların kekelemesine neden olurlar.

Yani Nasrettin Hoca deyişiyle; hem bazıları, hem de diğer bazıları haklı…

Acı acı gülmek”; bizim ve bizim gibi ülkelerin her gün sıkça yaşadıkları bir gerçektir. İşte geçen haftadan; duyanları acı acı güldürecek ve düşündürecek olan sadece iki buçuk (2,5) haber:

***
Birinci haber, “Sakıncalı Afacanlar…”:
Ben bu haberi okuyup ve düşünürken; Uğur Mumcu’yu ve onun “Sakıncalı Piyade” eserini anımsadım. “Sakıncalı Piyade” 12 Mart askeri darbesinin öncesi ve sonrasındaki yaşanmışlıkları anlatan bir eser. Bu eserin arka kapağına bakın Aziz Nesin neler yazmış:

"Ellerin dert görmesin Uğur Mumcu! Sakıncalı Piyade'yi yazdığın için, eline sağlık, ağzına sağlık, canına sağlık. Kendi yazdıklarıma gülemem. Ama senin yazdıklarını gülerek okudum. 'Acı acı gülmek' deyimi vardır ya, işte öyle acı acı güldüm."

Cumhuriyet gazetesinden Hakan Dirik’in, “Sakıncalı Afacanlar”  Haberi de, acı acı güldüren böylesi bir haber:

İzmir’de faaliyet gösteren Toprak Sahne Tiyatrosu, “Çevreci Afacanlar” adlı müzikli çocuk oyununu sahnelemek isteği ile Manisa'nın Akhisar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvuruda bulunur. İşte kendilerine verilen cevap:

“İlgi yazınız ile bildirilen “Çevreci Afacanlar” isimli tiyatro eseri incelenmiş olup inceleme sonucunda;
Tiyatro metninin 6. sayfasında ‘Bilgican’ adlı tiyatro karakterinin savaş karşıtlığı ile ilgili sözlerinin oyunun konusuyla alakasız bulunduğu,
Yine aynı sayfada ‘Yaşlı Ağaç’ adlı karakterin şiddet karşıtı sözleri ile çevre temizliği arasında bir ilgi kurulamadığı,
Ülkemizin içinden geçtiği bu hassas dönemde savaş karşıtlığı gibi siyasal söylemlerin çocuklarımıza sunulmasının sakıncalı olduğuna karar verildiğinden okullarımızda oyun tanıtımı ve afişlerinin asılması uygun görülmemiştir”

Peki, acaba savaş karşıtı ve siyasi söylem sahibi olduğu söylenen ‘Bilgican’ ve Yaşlı Ağaç’ neler söylemiş? İşte o konuşmalar:

“BİLGİCAN: Yeter... Böyle bir anda bile kavga ediyorsunuz. Biz çocuklar kavgalardan, savaşlardan bıktık artık. Kavgasız savaşsız ve tertemiz mutlu bir dünya istiyoruz.
YAŞLI AĞAÇ: Bilgican haklı çocuklar. Böyle davranmak sizlere hiç yakışmıyor. Siz çocuklar sevginizle, dostluğunuzla biz büyüklere örnek olmalısınız. O zaman her şey daha güzel olacak. Böylelikle dünyamız daha yaşanır bir hale gelecek.
YAPRAKCAN: Haklısınız. Ufakcan’dan ve sizden özür dilerim./UFAKCAN: Ben de.
BİLGİCAN: Ya arkadaşlarımızdan? /İKİSİ: Sizden de özür dileriz arkadaşlar.
YAŞLI AĞAÇ: Yaşasın barış./BİRLİKTE: Yaşasın barış. /BİLGİCAN: Arkadaşlarımızda bizi affettilerse Etos’u yakalamak, çevremizi ve ormanlarımızı kurtarmak için bir çare düşünelim. /YAŞLI AĞAÇ: Etos’u yakalayıp iyi bir ders verelim./UFAKCAN: Kafasını kıralım./ YAPRAKCAN: Tüylerini yolalım./ UFAKCAN: Dövelim./ YAPRAKCAN: Evet dövelim.
YAŞLI AĞAÇ: Hayır çocuklar hayır. Şiddet çözüm değil. Önemli olan onları eğitip bir daha çevremize ormanlarımıza, doğal varlıklara zarar vermemesini sağlayabilmek…”

***
İkinci haber, “Robot Sanbot”:
Siz o sahneyi izlemeseniz de  mutlaka duymuşsunuzdur. Olay şöyle: U.D.H Bakanı Ahmet Arslan, “Güvenli İnternet Günü” için düzenlenen törende konuşurken, birden programın sunucusu robot ”Sanbot” araya girer ve ”Yavaş konuş, ne diyorsun anlamıyorum” der.  Daha sonra da, ”Neden bahsediyorsun?” diye soru sorar. Bakan Arslan, belki çok kızdı ama “ulan” bile demedi. Sadece, “Değerli arkadaşlar belli ki birileri robotu kontrol etmek durumunda. Kontrol görevini hangi arkadaşımız yerine getiriyorsa gereğini yapın lütfen” emrini verdi.

Sanbot’un cesaretine bak arkadaş! Olacak şey mi?!.. Bu ne özgüven be!..

(Demek ki robot Sanbot’un belleğine bazı yaşanmışlıklar işlenmemiş, onun için “çağrışım” yapamıyor. Onun için OHAL şartlarında bile; yollar, denizler ve haberleşmeden sorumlu bakanın sözünü kesip, ona sorular sorabiliyor. Anlaşılan biat etmesine engel olan özgüveni bundan…)

Görevliler telaş ve korku içinde “gereği için” hemen, robot Sanbot’u sahneden indirip sesini kestiler.

Neyse ki gözaltında fazla tutmamışlar Sanbot’u. Sadece belleğinde bazı değişiklikler yapıp (kim bilir belki elektronik kelepçe de takılmıştır) tahliye etmişler. Ha… bir de söyledikleri için, bakandan özür dilemiş Sanbot. O kadar…

Aslında memlekette OHAL şartları varken, bu robot Sanbot’un bu eylemi, tüm “bağlantıları” ortaya çıksın diye yıllar sürecek tutuklamalara başvurulabilirdi. Ama öyle olmadı, bu işten ucuz kurtuldu robot Sanbot… Diğer tutukluları düşündükçe torpilli olduğu anlaşılıyor Sanbot. 

Kim bilir Sanbot kimin adamı?!..

***

Buçuk (0,5) haber, Hülya Koçyiğit ve "özgürlük":
Sizlerin “Niçin buçuk, hiç buçuk haber olur mu” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Hemen cevap vereyim: Eğer bir haberin, zaman, mekan ve gerçekle ilgisi yoksa….  

Hülya Koçyiğit de; “Bu ülkede kimse baskı altında değil, bilakis herkes fazla özgür.”  Diyerek böylesi bir habere imza attı. 

İşte bu kadar, olay bundan ibaret…

                                      ***

Sonuç olarak; anlata geldiğim "iki buçuk (2,5) sorun", bu ülkenin sorun deryası içinde sadece bir zerrecik... 

Bu zerreciklerden tekil olarak; ne bir müdür, ne bir bakan, ne de vatandaş sorumlu... 

Bunlar; çevreye, barışa, farklı düşünceye, demokrasiye düşman bir anlayışın ürünü, ya da halk düşmanı bir sistemin sonuçları... 

Bu halk düşmanı anlayıştan kurtulmak gerek.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız