Bizden sonraki kuşaktan gelen öğretmenleri
işbaşında tanıyıp, onların yaşadıkları güçlükleri gördükçe/düşündükçe, kendimce
kıyaslamalar yaparak; “Aslında bizim kuşağın çok da kaybı olmamış”
dediğim de olmuştur.
Bu kıyaslamalar bir "kuşak çatışması"
olarak algılanmamalı, çünkü bizler yıllarca mesleği tanıyarak, kabullenerek ve her
gün "Ben öğretmen olacağım" isteklendirmesi (motivasyonu) ile okuduğumuz
için sorunlarımızla başa çıkmakta, bizden sonraki meslektaşlarımıza göre daha
başarılıydık.
Bizler, sınavlarla seçilip, Erzurum,
Bingöl, Gümüşhane ve Trabzon’dan gelen ve o sınavı kazanmayıp gözyaşları içinde
köylerine geri dönen arkadaşlardan daha şanslı, fakir köy
çocuklarıydık.
Bizler, diğer köy enstitülerinden gelen abi ve
ablalarımızın geceleri ders, gündüzleri ise inşaatlarda, atölyelerde,
tarlalarda çalışarak yarattıkları "Pulur Köy Enstitüsü" yerleşkesinde
barınıp, okumuş böylece hazıra konmuştuk.
Bizler, o derslik, o atölye, o tarla, o saha, o kütüphane ve o kantinde eğitim alırken:
- Gündüz yemek yediğimiz yerde geceleri sinema ve tiyatro izler,
- Eksi 40 derecelerin yaşandığı gecelerde, varillerden yapılmış kömür sobalarının ısıttığı yatakhanelerde uyur, sabahları yorganımız üstünde biriken karlarla uyanır,
- Bahçedeki çeşmenin ince matkapla delinen borularından şakırdayarak akan suyu ile yüzümüzü yıkarken; saçlarımız, kirpiklerimiz ve kulak memelerimiz buz sarkıtları ile süslenir,
- Tüm etüt ve ders saatlerimizi "Öğretmen olacağım" coşkusu içinde geçirir,
- Törenlerde okul yönetimimizi eleştirebilir ve seçtiğimiz öğrenci örgütüyle okul yönetimine ortak olurduk…
(Demek ki bizler de, “Yavuz Selim İlköğretmen Okulu”nda
öğrenci iken ‘Köy Enstitüleri Eğitim anlayışı ve yaşantısı ile tanışmışız.)
***
Arkadaşlarımız güzel bir gelenek
oluşturmuş, hemen hemen her yıl yurdumuzun değişik bir köşesinde, bizleri okuldaşlarımızla
buluşturuyorlar. Bu buluşmalarda, güzel anlar/günler yaşayıp, özlem gideriyoruz.
2015 Mayıs 29-30-31 günlerinde de buluşma yerimiz
Erzurum’un simgesi olan Palandöken'deki bir oteldi. Bizim okuduğumuz
1960'lı yıllarda Palandöken, Erzurum'un sırtını dayadığı karlarla kaplı, bitki
örtüsüz bir dağdı. Oysa şimdi; lüks otellerle donanmış, güzel bir kayak merkezi
olan ve eteklerinde yeni mahallelerle kuşatılmış bir yerleşke olmuş.
Her biri birer çınar olan öğretmenlerimiz, biz ve
de bizim öğrencilerimiz olan üç nesil öğretmen olarak Erzurum'da
buluşmamız, diğer illerdeki buluşmalarımızdan daha anlamlı, daha da önemliydi.
Çünkü diğer illerde sadece öğretmenlerimiz ve arkadaşlarımızla buluşup özlem
gideriyorduk. Oysa burada: hem arkadaşlarımızı tekrar görecek, hem de okulumuzu
gezip görecek oradaki yaşanmışlıklarımızı anacaktık.
Öyle de yaptık, bir günümüzü okulumuzu ziyaret
etmeye ayırdık. Fakat hani pişmanlığı anlatmak için “keşke gitmez/görmez
olaydık” derler ya, işte hepimiz o yoğun ve yoran duyguyu yaşadık.
Çünkü yaşamamız ve eğitimimiz için, her donanımı olan
okulumuz artık yok olmuştu…
Okul ziyaretinden perişan olarak döndüğümüz
akşam, otel salonunda toplandık, Öğretmenimiz Burhaneddin
Yılmaz, “Ben bugün üç mezar ziyaret ettim. Bunlar; Hasankale’de,
anneme-babama, Ilıca’da da Yavuz Selim İlköğretmen
okuluna ait mezarlardı..." Diyerek; yok edilen okulumuz için hepimizin duymuş olduğu o büyük acıyı, çok kısa ve çok net
olarak dillendirmişti.
Evet, hepimiz o gün okulumuzun
mezarını ziyaret etmiştik.
Genel olarak akraba, tanıdık ve arkadaş mezarları
ziyaretine gidilir. Mezar ziyaretleri yaşanmışlıkları anımsattığı için, hüzün
ve acı vericidir. Oysa okullar tüm ülkenin ortak malı, onlara verilen zarar
herkesin kaybı ve ortak acısıdır. O gün bizler okulumuzun mezarı başında, aynı
duygularla büyük acı yaşadık.
1940'lı yıllarda Türkiye’nin her bölgesinden
gelen kızlı-erkekli öğretmen adayı gençlerin büyük emekler vererek yaptıkları o
derslikler, yemekhane, yatakhane, kütüphane, atölye, kantin, okul içindeki
uygulama okulu, hamam, çeşme, havuz, yönetim odaları, çalışan lojmanları
kısaca her şeyi olan, kendisine yeten bir eğitim yerleşkesi…
İşte bu yerleşke tüm yapıları ve anılarıyla yok
edilmişti. Oysa başka ülkelerde böylesi yerler kültür mirası olarak “aslı gibi”
korunur, öyküleriyle gelecek nesillere ve dünyaya miras bırakılırlar...
Müteahhit kafası ile rantı esas alan anlayışlar,
yok etmiş okulumuzu…
***
Hepimizin ortak acısını dillendiren Burhaneddin
Yılmaz öğretmenimizin o hüzünlü konuşmasından sonra hayat devam etti (etmeliydi
de). Anılar anlatıldı, şarkı, şiir, türküler söylendi, barlar ve horonlar
oynandı.
Daha önceki toplantımızda coşku ile dinlediğimiz
bir arkadaşımız olan Ali Mahir Abdik de ta Almanya’dan sazını alıp
gelmişti. Fakat o gece sahneye çıkamadı, çıkarmadılar. Nedeni öğrenmek için üç
arkadaş birlikte “tertip komitesi yetkilisi"ne gittik.
Yetkili
arkadaş öfkeli olarak kısaca; “Onu sahneye çıkaralım da, devrim
türkülerini, marşlarını mı söylesin, ona izin mi verelim yani!..”
dediğinde, sansür nedenini anlamış olduk. (Ve bu anlayış beni yıllar öncesine götürdü: Çok
sevdiğimiz; Sait Çiltaş, Aydemir Kumru, Şinasi Eskiçırak, Mustafa Topal… öğretmenleri
de böylesi niyet okuyucular, sudan nedenlerle ötekileştirip sürgün etmişlerdi.)
Bir yandan geçmişin bu yaşanmışlıklarını
düşünürken, bir yandan da o etkili yetkiliye; “Eğer birisi suç işlerse,
onu engelleyecek ve yargılayacaklar vardır. Ama anlaşılan siz bu görevleri de
üstlenmişsiniz.” diyebildim sadece.
Bakar mısınız, kendi okul arkadaşları arasında
bile ayrım yapıp, ötekiler yaratıyor. Oysa biz “öteki” görülenler; bizim
için önemli olan “Yavuzselimlili” olmak,
bu bizim ortak paydamız. Hep sevgi-saygı içinde dinledik/dinleyeceğiz tüm arkadaşlarımızı.
Demokrasinin ilkeleri olan; “ötekilere” saygı duymayı, düşündüğünü özgürce söylemeyi, ve yazmayı kabul edip önemsemeden… Daha sonra da demokrasi ve kardeşlik nutukları…
Ve siz, bu haksızlığa, sansüre, öteki
yaratmaya karşı olan çokça arkadaşımızın olduğunu biliyor/hissediyor, fakat ses
çıkaramadıklarını görüyorsunuz. Bu da sizin için çok büyük bir acı/sızı değil
mi? Tıpkı okulumuzun, tarihi-kültürel dokusuyla birlikte yok edildiğine,
üzülüp, sessiz kaldığımız gibi...
Ve şimdi de ülkemizin tüm okulları,
kazanımlarıyla, eğitim felsefeleriyle birlikte yok edilmeye çalışılıyor, bunu
da görüyor ve susuyoruz.
Ben de çokça düşünüp kendimce bir genelleme
yaptım:
Bizler; görür, duyar, bilir ama susarız... (Bu bizim ortak sorunumuz, acı gerçeğimiz.) Sosyal psikolojide buna, öğretilmiş veya öğrenilmiş çaresizlik denir.
Peki, bu sorunumuzdan kurtulmak için neler
yapmalı ve nasıl yapmalıyız?...
Emin
Toprak
19 Şubat 2017
NOT: Bu
yazı, Sn. Mürüvvet-Nermin-Mehlika DEMİRTAŞ kardeşlerin yoğun çabalarıyla hazırlanan 18-21 Mayıs 2017 Mersin-Erdemli okul buluşmamızın anısı olarak yayımlanan dergide yer almıştır.