Yavuz Selim İlköğretmen Okulu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yavuz Selim İlköğretmen Okulu etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Haziran 2022 Cuma

ÇEVİRMEN

 

45 okuldaşımızla birlikte Van ve çevresine bir gezi yaptık. 

Bu dost grubunda; 1960 yılı öncesi ve sonrasında Erzurum, Bingöl, Rize, Trabzon, Gümüşhane'nin köylerinde ilkokulu bitirmiş, 12 yaşında iken girdikleri sınavı kazanıp Yavuz Selim İlköğretmen Okulu'nda 6 yıl parasız yatılı okumuş, 9 yıllık mecburi hizmet borcuyla öğretmen olmuş ve şimdinin emeklileri ile onların birkaç yakını vardı. 

Okuldaşların, hele de 'yatılı' okumuş onların arasında çok güçlü bir bağ vardır. Bu öyle bir bağdır ki, 65 yaş üstü olmuş bizleri, yıllar sonra da sık sık bir araya toplayabiliyor. 

Bu gezimizi, sevgili Muzaffer Yılmaz arkadaşımız ve önceki yıllarda özenli turizm hizmeti aldığımız Sayın Engin Pişkin'in organize etmesi sonucu "Gagik Tur" bizi; antik tarihini, sosyolojisini, coğrafyasını pek bilmediğimiz Van'da buluşturmuştu.

7-11 Mayıs günleri için detaylı bir gidiş- dönüş planlaması yapılmış, konaklama, alışveriş ve beslenme yerleri özenle seçilmiş, bize de özlem giderecek muhteşem bir gezi yapmak kalmıştı.

Birlikte gezip gördük, çokça 'Aaa!' dedik çocuk-ergen günlerimizi anıp güldük-üzüldük ve çok güzel anlar yaşadık. Gelecek için de kurgular yaptık. Şimdilik bu anlardan sadece birini, beni en çok düşündüreni paylaşmak istiyorum:

9 Mayıs günü, Başkale ilçesine bağlı pek çok peri bacası, tüneli, mağara donatısı olan bir tepenin eteğindeki Yavuzlar (Kürtçe ismi: Taxık) köyüne gitmiştik. 

Tezek tepeciklerinin yükseldiği köy meydanında iken birdenbire, kızlı-erkekli gözleri ışıldayan ve cıvıl cıvıl sesler çıkaran bir grup ilkokul öğrencisi etrafımızı sardı. 

Tabii ki, serde öğretmenlik olunca, bizler de onlarla çabuk kaynaştık, şakalaştık, söyleştik, erkek çocuklar pek katılmadı ama kızlarla birlikte Türkçe şarkı ve türküler söyledik. 

Ben de fırsat buldukça onlarla Kürtçe konuştum, çok sevindiler. Bir ara: "Haydi çocuklar, bir de Kürtçe şarkı söyleyin." dediğimde o küçücük çocuklar; başlarını eğip gözlerini kaçırdı, utanmış olanın üzüntüsü ve çaresizliği içinde: "Bilmiyoruz" dediler.


"Peki, siz evde hangi dilde konuşuyorsunuz?" sorumu ise hep birlikte: "Kürtçeee!" diye cevapladılar. 

Aslında ben de bu utancı ve çaresizliği yıllar yıllar önce yaşamıştım. 

Şöyle ki:

Yedi yaşıma kadar anadilim Kürtçeyi konuşan, masallarını dinleyen, şarkılarına müzik becerisi olmayan biri olarak eşlik eden yaramaz, esprili, mutlu bir çocuktum.  

Bir sonbahar günü kapımıza gelen dilini bilmediğim, ismini de sonraki günlerde öğrendiğim öğretmenim Mehmet Ali Seferoğlu, okula başlamam için elindeki deftere ismimi yazınca çok mutlu olmuştum. (Bu saygıdeğer çağdaş öğretmenim ile halen görüşüyor ve ondan çok dersler alıyorum).

Ben artık bir okullu olmuştum. Yaşasııınnn!

1.2.3. üç sınıflar bir aradaydı, öğretmenimiz de beni okula kayıt eden ve dilimizi bilmeyen (çok çok sonra öğrendik ki, o da Kürt'müş) M. Ali öğretmen olmuştu. 

Günler, aylar geçti; baharda doğa uyandığında bizler de artık Türkçe yazan-okuyan-konuşan-şiir-şarkı söyleyenler olmuştuk artık. 

"Evde ve köyde, Kürtçe konuşmak yasaktı!" biz de alacağımız cezanın korkusuyla, biraz biraz öğrendiğimiz Türkçe ile hiç Türkçe bilmeyen anne, dede, ninelerle Türkçe konuşmaya çalışıyorduk. Ve tabii ki, bu süreçte pek çok trajikomik durumlar da yaşıyorduk. 

***

Bir yazımda belirtmiştim: İstanbul'un dörtte üçünden (3/4) daha da az nüfusu olan Belçika'da üç resmi dil var,  bu dillerden biri olan Almanca, ülke nüfusunun sadece %1’nin anadilidir.

Oysa, bizim ülkemizde nüfusun en az %20’si yani her beş kişiden biri Kürttür. 

Peki, bizim ülkemizde neden Kürtçe resmi dil kabul edilmez ve her insanın insan hakkı olan "kendi anadilinde eğitim alma" hakkı sağlanmaz? 

Kürt vatandaşların kendi anadilleriyle eğitim görmesinin ne sakıncası var ki?

Kaldı ki, insanlar anadilleriyle daha iyi konuşur, anlar, anlatır ve üretir. 

Genel kabul gören bir görüşe göre: bir eserin çevirisi hiçbir zaman insana o eserin kendi dili ve kültüründeki karşılığı kadar imge, sezgi, düşünce, haz, duygu yoğunluğu yaşatıp etkileyemez.

İnsanlar, kendilerine özgü renkleriyle, kültürleriyle, becerileriyle, ev, sokak, okul, kent, ülke ve dünyada daha zengin bir yaşamı var ederler. Böylece dünyamız monoton olmaktan kurtulur çok sesli, çok dilli, çok renkli bir çeşitlilik kazanır.

ASLINDA BEN BİR ÇEVİRMENİM!

Hem de anadilimi yeteri kadar bilmeyen bir çevirmen. Hani bir konuda yeterli bilgisi olmayanı, cahil sayarlar ya, ben de anadilimin cahiliyim. 

Çünkü ben, anadilimin alfabesini, gramerini bilmeyen ve okuryazarı olmayan biriyim. 

Benim başka bir dilde yıllarca okumuş olmam, meslek edinmem, duygu ve düşüncelerimi yazan bir olmam da bu eksikliğimi gideremez.    

Size ilginç gelebilir mi bilemem, benim tüm sezgi ve duygularım, gramerini, hatta alfabesini bile pek bilmediğim anadilimle bezeli... 

Türkçe yazarken bile çoğu zaman anadilim Kürtçe ile düşünür, onunla oluştururum duygu, bulgu, yargı ve düşlerimi. 

Ancak ne yazık ki bu kazanımlarımı etkili olarak anadilime aktaramıyorum! 

Bu yüzden de anadilimle konuştuğum dost ve akrabalarım karşısında zor anlar yaşıyorum. Onlar beni gülerek değil, gülümseyerek dinlerler, ama ben onların samimi duygularını düşündükçe utanırım. Gerçi, insanın faili olmadığı bir utançtan, utanç duyması da ayrı bir utançtır ya!

Olması gereken, anadilin ve sonrasında öğrenilen tüm dillerin birbiriyle kaynaşıp, kültürel alışverişte bulunması, birbirini zenginleştirmesidir. Fakat öğrendiğimiz Türkçe ve onun yasakçı şoven savunucuları, anadilimizi hep kötülemiş onu hep yok etmeye çalışmışlar.

Hani kekeme biri, şarkı ve türkü söylerken kendisini daha rahat ve akıcı olarak dillendirir ya! 

Ben de anadilimde kekemeyim, rüya, hayal, sezgi, duygu ve bulguları Kürtçeden alıp Türkçeye çeviriyor, sonra bunları Türkçe okuyup, yazıp, anlatıyorum. 

Türkçe, benim kekeme olmadığım, anlatı, yazı, şarkı, türkü dilim...

Sanırım, kendime niçin çevirmen dediğimi 
şimdi anlatabildim.

Farklı renk ve çeşitlilikklerimizle Türkiyeli olmak hepimize yeterken, neden herkesi zorlayarak, yasaklayarak Türk yapmaya, tüm dil ve kültürleri Türkçe içine hapsetmeye çalışılıyor? 

Neden?

Şimdi hem baba hem de dedeyim ne  çocuklarım ne de torunlarım benim anadilimi biliyor! 

Korkum o ki, anadilim bunca faşist baskı altındayken, giderek bir "Hopi Dil" (2000 yılında sadece 5.262 Kızılderilinin dili) olacak.

Peki, biz şimdi ne yapmalıyız? 

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız 

16 Mart 2018 Cuma

"Okulumuzun Mezarını Ziyaret Ettik"

Bir öğretmen olarak çalıştıkça, gezip gördükçe, okudukça, düşündükçe; Köy Enstitüleri’nin ne kadar gerekli olduğunu ve kapatılmasının ülkemize ne çok şey kaybettirdiğini anlamıştım. Ve bazen “keşke o okullarda ben de okusaydım” dediğim olmuştur.   

Bizden sonraki kuşaktan gelen öğretmenleri işbaşında tanıyıp, onların yaşadıkları güçlükleri gördükçe/düşündükçe, kendimce kıyaslamalar yaparak; “Aslında bizim kuşağın çok da kaybı olmamış” dediğim de olmuştur.

Bu kıyaslamalar bir "kuşak çatışması" olarak algılanmamalı, çünkü bizler yıllarca mesleği tanıyarak, kabullenerek ve her gün "Ben öğretmen olacağım" isteklendirmesi (motivasyonu) ile okuduğumuz için sorunlarımızla başa çıkmakta, bizden sonraki meslektaşlarımıza göre daha başarılıydık. 

Bizler, sınavlarla seçilip,  Erzurum, Bingöl, Gümüşhane ve Trabzon’dan gelen ve o sınavı kazanmayıp gözyaşları içinde köylerine geri dönen arkadaşlardan daha şanslı, fakir köy çocuklarıydık.  

Bizler, diğer köy enstitülerinden gelen abi ve ablalarımızın geceleri ders, gündüzleri ise inşaatlarda, atölyelerde, tarlalarda çalışarak yarattıkları "Pulur Köy Enstitüsü" yerleşkesinde barınıp, okumuş böylece hazıra konmuştuk.

Bizler,  o derslik, o atölye, o tarla, o saha, o kütüphane ve o kantinde eğitim alırken:
  • Gündüz yemek yediğimiz yerde geceleri sinema ve tiyatro izler,
  • Eksi 40 derecelerin yaşandığı gecelerde, varillerden yapılmış kömür sobalarının ısıttığı yatakhanelerde uyur, sabahları yorganımız üstünde biriken karlarla uyanır, 
  • Bahçedeki çeşmenin ince matkapla delinen borularından şakırdayarak akan suyu ile yüzümüzü yıkarken; saçlarımız, kirpiklerimiz ve kulak memelerimiz buz sarkıtları ile süslenir,
  • Tüm  etüt ve ders saatlerimizi "Öğretmen olacağım" coşkusu içinde geçirir, 
  • Törenlerde okul yönetimimizi eleştirebilir ve  seçtiğimiz öğrenci örgütüyle okul yönetimine ortak olurduk…
(Demek ki bizler de, “Yavuz Selim İlköğretmen Okulu”nda öğrenci iken ‘Köy Enstitüleri Eğitim anlayışı ve yaşantısı ile tanışmışız.) 

***

Arkadaşlarımız güzel bir gelenek oluşturmuş, hemen hemen her yıl yurdumuzun değişik bir köşesinde, bizleri okuldaşlarımızla buluşturuyorlar. Bu buluşmalarda, güzel anlar/günler yaşayıp, özlem gideriyoruz.

2015 Mayıs 29-30-31 günlerinde de buluşma yerimiz Erzurum’un simgesi olan Palandöken'deki bir oteldi. Bizim okuduğumuz 1960'lı yıllarda Palandöken, Erzurum'un sırtını dayadığı karlarla kaplı, bitki örtüsüz bir dağdı. Oysa şimdi; lüks otellerle donanmış, güzel bir kayak merkezi olan ve eteklerinde yeni mahallelerle kuşatılmış bir yerleşke olmuş. 

Her biri birer çınar olan öğretmenlerimiz, biz ve de bizim öğrencilerimiz olan üç nesil öğretmen olarak Erzurum'da buluşmamız, diğer illerdeki buluşmalarımızdan daha anlamlı, daha da önemliydi. Çünkü diğer illerde sadece öğretmenlerimiz ve arkadaşlarımızla buluşup özlem gideriyorduk. Oysa burada: hem arkadaşlarımızı tekrar görecek, hem de okulumuzu gezip görecek oradaki yaşanmışlıklarımızı anacaktık. 

Öyle de yaptık, bir günümüzü okulumuzu ziyaret etmeye ayırdık. Fakat hani pişmanlığı anlatmak için “keşke gitmez/görmez olaydık” derler ya, işte hepimiz o yoğun ve yoran duyguyu yaşadık.

Çünkü yaşamamız ve eğitimimiz için, her donanımı olan okulumuz artık yok olmuştu… 

Okul ziyaretinden perişan olarak döndüğümüz  akşam, otel salonunda toplandık, Öğretmenimiz Burhaneddin Yılmaz, “Ben bugün üç mezar ziyaret ettim. Bunlar; Hasankale’de, anneme-babama, Ilıca’da da Yavuz Selim İlköğretmen okuluna ait mezarlardı..."  Diyerek; yok edilen okulumuz için hepimizin duymuş olduğu o büyük acıyı, çok kısa ve çok net olarak dillendirmişti.

Evet, hepimiz o gün okulumuzun mezarını ziyaret etmiştik.

Genel olarak akraba, tanıdık ve arkadaş mezarları ziyaretine gidilir. Mezar ziyaretleri yaşanmışlıkları anımsattığı için, hüzün ve acı vericidir. Oysa okullar tüm ülkenin ortak malı, onlara verilen zarar herkesin kaybı ve ortak acısıdır. O gün bizler okulumuzun mezarı başında, aynı duygularla büyük acı yaşadık.

1940'lı yıllarda Türkiye’nin her bölgesinden gelen kızlı-erkekli öğretmen adayı gençlerin büyük emekler vererek yaptıkları o derslikler, yemekhane, yatakhane, kütüphane, atölye, kantin, okul içindeki uygulama okulu, hamam, çeşme, havuz,  yönetim odaları, çalışan lojmanları kısaca her şeyi olan, kendisine yeten bir eğitim yerleşkesi…

İşte bu yerleşke tüm yapıları ve anılarıyla yok edilmişti. Oysa başka ülkelerde böylesi yerler kültür mirası olarak “aslı gibi” korunur, öyküleriyle gelecek nesillere ve dünyaya miras bırakılırlar...

Müteahhit kafası ile rantı esas alan anlayışlar, yok etmiş okulumuzu…

***

Hepimizin ortak acısını dillendiren Burhaneddin Yılmaz öğretmenimizin o hüzünlü konuşmasından sonra hayat devam etti (etmeliydi de). Anılar anlatıldı, şarkı, şiir, türküler söylendi, barlar ve horonlar oynandı.

Daha önceki toplantımızda coşku ile dinlediğimiz bir arkadaşımız olan Ali Mahir Abdik de ta Almanya’dan sazını alıp gelmişti. Fakat o gece sahneye çıkamadı, çıkarmadılar. Nedeni öğrenmek için üç arkadaş birlikte “tertip komitesi yetkilisi"ne gittik.  

Yetkili arkadaş öfkeli olarak kısaca; “Onu sahneye çıkaralım da, devrim türkülerini, marşlarını mı söylesin, ona izin mi verelim yani!..” dediğinde, sansür nedenini anlamış olduk. (Ve bu anlayış beni yıllar öncesine götürdü: Çok sevdiğimiz; Sait Çiltaş, Aydemir Kumru, Şinasi Eskiçırak, Mustafa Topal… öğretmenleri de böylesi niyet okuyucular, sudan nedenlerle ötekileştirip sürgün etmişlerdi.)

Bir yandan geçmişin bu yaşanmışlıklarını düşünürken, bir yandan da o etkili yetkiliye; “Eğer birisi suç işlerse, onu engelleyecek ve yargılayacaklar vardır. Ama anlaşılan siz bu görevleri de üstlenmişsiniz.”  diyebildim sadece.

Bakar mısınız, kendi okul arkadaşları arasında bile ayrım yapıp, ötekiler yaratıyor. Oysa biz “öteki” görülenler; bizim için önemli olan “Yavuzselimlili” olmak, bu bizim ortak paydamız. Hep sevgi-saygı içinde dinledik/dinleyeceğiz tüm arkadaşlarımızı.

Demokrasinin ilkeleri olan; “ötekilere” saygı duymayı, düşündüğünü özgürce söylemeyi, ve yazmayı kabul edip önemsemeden…   Daha sonra da demokrasi ve kardeşlik nutukları…

Ve siz, bu haksızlığa,  sansüre, öteki yaratmaya karşı olan çokça arkadaşımızın olduğunu biliyor/hissediyor, fakat ses çıkaramadıklarını görüyorsunuz. Bu da sizin için çok büyük bir acı/sızı değil mi?  Tıpkı okulumuzun, tarihi-kültürel dokusuyla birlikte yok edildiğine, üzülüp, sessiz kaldığımız gibi... 

Ve şimdi de ülkemizin tüm okulları, kazanımlarıyla, eğitim felsefeleriyle birlikte yok edilmeye çalışılıyor, bunu da görüyor ve susuyoruz.

Ben de çokça düşünüp kendimce bir genelleme yaptım:

Bizler; görür, duyar, bilir ama susarız... (Bu bizim ortak sorunumuz, acı gerçeğimiz.)  Sosyal psikolojide buna, öğretilmiş veya öğrenilmiş çaresizlik denir.

Peki, bu sorunumuzdan kurtulmak için neler yapmalı ve nasıl yapmalıyız?...  

Emin Toprak
19 Şubat 2017

NOT: Bu yazı, Sn. Mürüvvet-Nermin-Mehlika DEMİRTAŞ kardeşlerin yoğun çabalarıyla hazırlanan 18-21 Mayıs 2017 Mersin-Erdemli okul buluşmamızın anısı olarak yayımlanan  dergide yer almıştır.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

2 Haziran 2017 Cuma

Yavuzselimliler Buluşmasına Giderken

Yıl 2017, gelenekselleşmiş okul buluşmamız için yine düştük yollara. Bu kez otobüste değiliz, yaylaları, ovaları, dağları, tünelleri, pınarları geçip,  yol üstü lokantalarda mola da vermiyoruz. Ama bu kez hem yayları, hem ovaları, hem denizleri, hem de doğası tahrip olmuş, ruhsuz, çirkin beton yığını sivri kulelerle donanmış şehirleri, kartopu olmuş bulutların aralığında kuşbakışı görerek, güneş ışınlarının bulutlarla buluşunca oluşturduğu  kristal şöleni izleyerek, uçarak ve 65 dakika içinde ineceğiz Çukurova’ya… 

Hemen anımsadım 1968'i. Bingöl ve Erzurum'da büyümüş, 18 yaşında öğretmen olmuş ve de henüz deniz görmemiştim. İlk görev yerime gitmek için çok uzun, zor, yorucu yollardan; yaylaları, dağları, ovaları, serin suları aşa aşa, asfaltların eridiği bir ağustos sıcağında susamış, bitkin, şaşkın olarak inmiştim Çukurova’ya… 

Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim, rakım da, ritim de çok yüksek…

Nasıl olmasın ki?!... Varacağım yer Çukurova. Bu Çukurova ki; nice inanca, dine, dile ve kültüre beşik-barınak-mezar olmuş, kutsal ve bitek bir toprak. Bu topraklar ki; Mehmet Kemal, Yaşar Kemal, Yılmaz Güney gibi nice insanlık zenginlerinin, öyküleri, romanları ve filmlerinde; ırgatların, marabaların, yarıcıların, ağaların, Memetlerin, Hatçelerin öfkesi, sesi, çığlığı olmuş, "karıncanın su içtiği" yerler... Yani hem açları, hem tokları, hem mazlumu, hem zalimi, hem de zulüm görmüş insanların çokça olduğu bir coğrafyadır burası.

Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim...

Nasıl olmasın ki?!... İlk kez Hatay- İskenderun'a  gidip misafir olacağız Saniye Apaydın ve Hüseyin Apaydın dostlarımıza. Öykülerde, romanlarda okuduğumuz şimdilerde de savaşların ve "Musa Dağ'da 40 gün"  benzeri çokça acıların yaşandığı bu insanlık müzesi şehirleri göreceğiz.
 
Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim... 

Nasıl olmasın ki?!.. 1962 den beri Yavuz Selim İlköğretmen Okulu’nda; birlikte ağlayıp, birlikte güldüğüm, sevinci, üzüntüyü üleştiğim, öğretmenlerim, arkadaşlarım, kardeşlerim ve öğrencilerimle  üç gün boyunca Mersin-Erdemli'de birlikte olacağız. Bu “bir öğretmen, bir öğrenci, bir veli…”nin hikâyesi...  İşte şimdi ben bu güzel çekim gücünün yüksek basıncı altındayım. 

Eğer bir kişiye üzerinde, “Bir öğretmen, bir öğrenci, bir veli…”  yazılı ve üç nokta ile sonlanmış (ya da sonlanmamış) bir kartı gösterir ve ondan bu cümleyi tamamlamasını isterseniz (ki tanıma tekniği olarak buna "projektif yansıtma" derler) :

Soruyu sorduğunuz hemen herkesin bu üç noktalı bölümü, toplumsal/yaşamsal bir konu/olayla sonlandırdığını... “Bir öğretmen, bir öğrenci, bir veli…” öyküsünü kurgularken de, o birlerden birisi ile kendisini özdeştirerek konunun öznesi yaptığını, kendi iç dünyasından yansımalarla dillendirdiğine tanık olursunuz.

Ve işte o zaman, bu üç noktalı cümlede sıralanan birlerin, sanıldığı gibi  sadece üç kişi olmadığı, o birlerin birleşerek bütün toplumu oluşturduğunu anlarsınız.

Yıllardır olduğu gibi bu yıl da “hem öğretmen, hem öğrenci, hem veli…” olarak katılacağız mezun olduğumuz okulun buluşmasına; özleyerek, isteyerek, coşkuyla... Aslında bu grubumuzun benzeşmeyen, örtüşmeyen pek çok inanç-görüş-anlayış-yaşayış farklılıkları, değişik kimlikli olanları da var. Tek kimlikli olmak, onunla yetinmek garipliktir, yoksulluktur, yalnızlıktır. Pek çok kimliğe sahip olmak ise, insan olmak ve en büyük zenginliktir. Bizi bir arada tutan ortak paydamız; Her insana sevgi-saygıyı esas alan 'Yavuzselimli' olmaklılığımız. İçinde bazı yokluk ve yoksunluklar olsa da yaşanmışlıklarımız...   Bu da, güzel günler geçirmek için yeter bizlere.  Örnek olsun herkese!..

Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim...

Nasıl olmasın ki?!... 12 yaşında Bingöl’ün bir köyünden çıkıp Erzurum- Ilıca'da 6 yıl parasız yatılı okuyup 18 yaşında, Gülnar’ın (Torosların tepesindeki Bardat yaylasında) Köseçobanlı Köyü'ne öğretmen olarak giden beni hatırladım. O ben ki;  buranın Ağustos sıcağı ve deniz ile ilk kez tanışmış, Mersin-Silifke-Gülnar yolculuğunda o muhteşem  narenciye bahçelerini, her mevsim başka renklere bürünen, denizle uyumlu bakir doğayı görmüş... Denizden esen rüzgârın her mevsim taşıdığı değişik kokuları ve çağrıştırdığı aromaları hissetmiş, yaşamış...    

Acaba şimdi rant sağlamak için neler, neler olmuş?! 

Belki gitmeyeceğiz ama eğer olur da, Erdemli ve Kızkalesi'ni geçip varacak olursak Silifke'ye... Rüzgârı, güneşi, yeşili, suyu en bol olan bu bölgede nükleer enerjiye yönelmek!... Akkuyu Nükleer Santrali inşaatı ve sonrasında, yaşanacak olası doğa katliamları, insanların çekeceği acıları düşünmek oldukça üzüyor, yoruyor insanı...

Şu an çocukça bir içtepi içinde yüreğim...

Nasıl olmasın ki?!.. Dönüş öncesi iki günü Adana'ya ayırdık... Orada da, hasta olan çok sevdiğim akrabam, arkadaşım bilge dostum Mahmut'u, Tuncay'yı Gaye'yi ve sevgili torunları Deniz'i ve Ada'yı göreceğiz...

İşte ben şu an tüm bu yaşanmışlıklar ve beklentilerin kıskacındayım.


NOT:Çukurova gezisi ve okul buluşmamız hakkındaki anılarım devam edecek.  


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız