Aziz Nesin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Aziz Nesin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2018 Cuma

İki buçuk haber ve çağrıştırdıkları

Gündemde o kadar çok acı acı güldürecek konu var ki!... İnsana ister istemez; Nasrettin Hoca, Karagöz-Hacivat, Keloğlan ile Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Muzaffer İzgü gibi ustaları hatırlatıyor.

İnsanın her yaşantısını kayıt altına alan sonsuz bir belleği olduğunu söylerler. Ama koruma altındaki bu bilgilere ihtiyaç duyduğunuzda ulaşmak hiç de kolay olmuyor.  Hatırlamak için bazen, saatlerce/günlerce, dolaşıp durursunuz. Bazen de bir sohbet, bir sevinç, bir üzüntü, bir olay, ya da hiç olmadık bir yer ve zamanda; “çağrışım” dediğimiz yolla, pat diye aniden ortaya çıkıverir bu bilgiler.

İşte böylesi çağrışımlar yapan bazıları, yukarıdakileri veya benzeri ustaları anarak; “Eğer onlar yaşayıp bu konuları dillendirselerdi, kim bilir ortaya ne muhteşem eserler çıkardı!...” derler. Bazıları da haklı olarak, ülke iklimini düşünerek; “Ama şimdi yaşayan ustalar da susturulmuş, baskılanmış durumda…” diyerek karşı ilk konuşanların kekelemesine neden olurlar.

Yani Nasrettin Hoca deyişiyle; hem bazıları, hem de diğer bazıları haklı…

Acı acı gülmek”; bizim ve bizim gibi ülkelerin her gün sıkça yaşadıkları bir gerçektir. İşte geçen haftadan; duyanları acı acı güldürecek ve düşündürecek olan sadece iki buçuk (2,5) haber:

***
Birinci haber, “Sakıncalı Afacanlar…”:
Ben bu haberi okuyup ve düşünürken; Uğur Mumcu’yu ve onun “Sakıncalı Piyade” eserini anımsadım. “Sakıncalı Piyade” 12 Mart askeri darbesinin öncesi ve sonrasındaki yaşanmışlıkları anlatan bir eser. Bu eserin arka kapağına bakın Aziz Nesin neler yazmış:

"Ellerin dert görmesin Uğur Mumcu! Sakıncalı Piyade'yi yazdığın için, eline sağlık, ağzına sağlık, canına sağlık. Kendi yazdıklarıma gülemem. Ama senin yazdıklarını gülerek okudum. 'Acı acı gülmek' deyimi vardır ya, işte öyle acı acı güldüm."

Cumhuriyet gazetesinden Hakan Dirik’in, “Sakıncalı Afacanlar”  Haberi de, acı acı güldüren böylesi bir haber:

İzmir’de faaliyet gösteren Toprak Sahne Tiyatrosu, “Çevreci Afacanlar” adlı müzikli çocuk oyununu sahnelemek isteği ile Manisa'nın Akhisar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvuruda bulunur. İşte kendilerine verilen cevap:

“İlgi yazınız ile bildirilen “Çevreci Afacanlar” isimli tiyatro eseri incelenmiş olup inceleme sonucunda;
Tiyatro metninin 6. sayfasında ‘Bilgican’ adlı tiyatro karakterinin savaş karşıtlığı ile ilgili sözlerinin oyunun konusuyla alakasız bulunduğu,
Yine aynı sayfada ‘Yaşlı Ağaç’ adlı karakterin şiddet karşıtı sözleri ile çevre temizliği arasında bir ilgi kurulamadığı,
Ülkemizin içinden geçtiği bu hassas dönemde savaş karşıtlığı gibi siyasal söylemlerin çocuklarımıza sunulmasının sakıncalı olduğuna karar verildiğinden okullarımızda oyun tanıtımı ve afişlerinin asılması uygun görülmemiştir”

Peki, acaba savaş karşıtı ve siyasi söylem sahibi olduğu söylenen ‘Bilgican’ ve Yaşlı Ağaç’ neler söylemiş? İşte o konuşmalar:

“BİLGİCAN: Yeter... Böyle bir anda bile kavga ediyorsunuz. Biz çocuklar kavgalardan, savaşlardan bıktık artık. Kavgasız savaşsız ve tertemiz mutlu bir dünya istiyoruz.
YAŞLI AĞAÇ: Bilgican haklı çocuklar. Böyle davranmak sizlere hiç yakışmıyor. Siz çocuklar sevginizle, dostluğunuzla biz büyüklere örnek olmalısınız. O zaman her şey daha güzel olacak. Böylelikle dünyamız daha yaşanır bir hale gelecek.
YAPRAKCAN: Haklısınız. Ufakcan’dan ve sizden özür dilerim./UFAKCAN: Ben de.
BİLGİCAN: Ya arkadaşlarımızdan? /İKİSİ: Sizden de özür dileriz arkadaşlar.
YAŞLI AĞAÇ: Yaşasın barış./BİRLİKTE: Yaşasın barış. /BİLGİCAN: Arkadaşlarımızda bizi affettilerse Etos’u yakalamak, çevremizi ve ormanlarımızı kurtarmak için bir çare düşünelim. /YAŞLI AĞAÇ: Etos’u yakalayıp iyi bir ders verelim./UFAKCAN: Kafasını kıralım./ YAPRAKCAN: Tüylerini yolalım./ UFAKCAN: Dövelim./ YAPRAKCAN: Evet dövelim.
YAŞLI AĞAÇ: Hayır çocuklar hayır. Şiddet çözüm değil. Önemli olan onları eğitip bir daha çevremize ormanlarımıza, doğal varlıklara zarar vermemesini sağlayabilmek…”

***
İkinci haber, “Robot Sanbot”:
Siz o sahneyi izlemeseniz de  mutlaka duymuşsunuzdur. Olay şöyle: U.D.H Bakanı Ahmet Arslan, “Güvenli İnternet Günü” için düzenlenen törende konuşurken, birden programın sunucusu robot ”Sanbot” araya girer ve ”Yavaş konuş, ne diyorsun anlamıyorum” der.  Daha sonra da, ”Neden bahsediyorsun?” diye soru sorar. Bakan Arslan, belki çok kızdı ama “ulan” bile demedi. Sadece, “Değerli arkadaşlar belli ki birileri robotu kontrol etmek durumunda. Kontrol görevini hangi arkadaşımız yerine getiriyorsa gereğini yapın lütfen” emrini verdi.

Sanbot’un cesaretine bak arkadaş! Olacak şey mi?!.. Bu ne özgüven be!..

(Demek ki robot Sanbot’un belleğine bazı yaşanmışlıklar işlenmemiş, onun için “çağrışım” yapamıyor. Onun için OHAL şartlarında bile; yollar, denizler ve haberleşmeden sorumlu bakanın sözünü kesip, ona sorular sorabiliyor. Anlaşılan biat etmesine engel olan özgüveni bundan…)

Görevliler telaş ve korku içinde “gereği için” hemen, robot Sanbot’u sahneden indirip sesini kestiler.

Neyse ki gözaltında fazla tutmamışlar Sanbot’u. Sadece belleğinde bazı değişiklikler yapıp (kim bilir belki elektronik kelepçe de takılmıştır) tahliye etmişler. Ha… bir de söyledikleri için, bakandan özür dilemiş Sanbot. O kadar…

Aslında memlekette OHAL şartları varken, bu robot Sanbot’un bu eylemi, tüm “bağlantıları” ortaya çıksın diye yıllar sürecek tutuklamalara başvurulabilirdi. Ama öyle olmadı, bu işten ucuz kurtuldu robot Sanbot… Diğer tutukluları düşündükçe torpilli olduğu anlaşılıyor Sanbot. 

Kim bilir Sanbot kimin adamı?!..

***

Buçuk (0,5) haber, Hülya Koçyiğit ve "özgürlük":
Sizlerin “Niçin buçuk, hiç buçuk haber olur mu” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Hemen cevap vereyim: Eğer bir haberin, zaman, mekan ve gerçekle ilgisi yoksa….  

Hülya Koçyiğit de; “Bu ülkede kimse baskı altında değil, bilakis herkes fazla özgür.”  Diyerek böylesi bir habere imza attı. 

İşte bu kadar, olay bundan ibaret…

                                      ***

Sonuç olarak; anlata geldiğim "iki buçuk (2,5) sorun", bu ülkenin sorun deryası içinde sadece bir zerrecik... 

Bu zerreciklerden tekil olarak; ne bir müdür, ne bir bakan, ne de vatandaş sorumlu... 

Bunlar; çevreye, barışa, farklı düşünceye, demokrasiye düşman bir anlayışın ürünü, ya da halk düşmanı bir sistemin sonuçları... 

Bu halk düşmanı anlayıştan kurtulmak gerek.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

11 Kasım 2016 Cuma

Cumhuriyet 93 Yaşında

Saltanatın yıkılıp Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllarda ülke nüfusumuzun büyük çoğunluğu köylerde yaşamakta ve yolu, suyu, elektriği bulunmamaktadır. Toprakların büyük çoğunluğu, toprak ağalarının elinde olup, tarım çok ilkel araçlarla yapılmaktadır. Kentlerdeki cılız sanayi de tamamen dışa bağımlı durumdadır. Türkiye halkının okuma yazma oranı yüzde 6-7’ler civarında olup bu okumuşlar da büyük şehirlerde yaşamaktadır.

Kurtuluş savaşında birlik olup ortak düşmana karşı mücadele verenleri bir arada tutmak, kucaklayıcı olmak için bazı sözler verilmiştir. Şöyle ki; Ekim 1919 Amasya Protokollerinin gizli tutulan 2. Kısmında; “Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırki hukuk ve içtimai haklar bakımından müsaadelere sahip olması” ve 1921 Teşkilatı Esasiye Kanununda (11. 12. ve 13. Maddeleri) gibi... Ancak bu söz ve hakların 1924 Anayasasından çıkarılması memnuniyetsizliklerin başlangıcı olmuştur. 

Osmanlı Saltanatını ortadan kaldırarak kurulan Cumhuriyet’in amacı insanlarını; ümmetin bir kulu olmaktan çıkarıp birer vatandaş, birer birey haline getirmek, onları “batı değerleri” ile tanıştırmak ve bu güzellikleri kazandıraraktı.   

Bu haklı istekler için de her alanda farklı arayışlar, uygulamalar ve bazı acelecilikler yapıldı. Oysa yukarıda kısaca anlatılan ülkenin altyapı ve kültürel yapısı, henüz bu uygulamalara hazır değildi ki…

Toplumlar da tıpkı bir organizmaya benzerler, eğer o organizmada; hazır oluş, isteklilik, yaparak-yaşayarak-içselleştirerek kazanım elde etmeyi ve sonuçta da haz duymasını sağlamaz iseniz, istenen başarıyı sağlayamaz amacınıza ulaşamazsınız.

Toplum bilimlerinde eskiyi yıkıp yerine yenisini koyma diye tanımlanan devrimler de eğer kalıcı olmak üzere yapılacaksa bu yolu izlemek zorundadır. Çünkü devrimler nitelik ve nicelik değişimler sonucu oluşur. Demek ki devrimlerin oluşmasında da gerekli bir evrim süreci vardır. Bunu yaşatmak gerekir.

Nilgün Cerrahoğlu Çarşamba günkü yazısında, Karl Marx’ın “Ezilenler, isabetli muhakeme yeteneğinden yoksundurlar!” sözünü alıntılamıştı. Muhakeme: Bir sorunu çözmek için çıkar yol arama yeteneğidir.  Ancak bu yetenek; insanın özgürce soru sorup, sorgulayacağı bir eğitim ortamı ile sağlanır.  

Şüphe yok ki ezilenlerin baş savunucularından biri olan Marx bu sözünü ezilenleri aşağılamak için değil, bir durum tespiti yapmak için söylemiştir. Egemenlerce kul/köle yapılıp özgür eğitimleri engellenen ezilenlerin (devrim sürecinde), karşılaştıkları sorunlarla başa çıkmaları, çözümeler bulmaları için, eğitimin gerekli olduğuna dikkat çekip, öncellik verilmesini belirtmek için söylenmiştir bu söz.
(Bildiğiniz gibi Aziz Nesin de bu söze benzer olan bir sözü vardı ve bu söz çokça tartışılmış bugün de tartışılıyor.)

Bir başka çarpıcı örnek de; 1940 ta kurulup ülkenin çehresini 8 yılda önemli ölçüde değiştiren Köy Enstitüleri girişimidir. O günlerin bu devrimci atılımı ile eğitime, tarıma, sağlığa büyük önem verilmiş ve halkın güzel sanatlar yolu ile ufkunu açacak olan dünya kültür eserleri ile tanışması başlatılmıştı. Fakat bu kurumlar; çıkar çevrelerinin yalanları ve yaratmış oldukları algılar sonucunda, asıl hizmet götürmek istedikleri halk tarafından sahiplenip korunamamış ve kapatılmıştır.  

***
Kurtuluş savaşından sonra kurulan Cumhuriyetimiz 93 yaşında olmasına rağmen, demokrasinin ön koşulu olan çoğulculuğu yok sayan “Tekçi” anlayıştan kaynaklanan sorunlarımız devam ediyor. Herkesi ilgilendiren iki temel sorunumuza bakalım;

Biri, yönetimine son verdiği Osmanlı İmparatorluğunun içinde barındırdığı farklı, ırk, dil ve kültürleri yok sayıp onları ötekileştirmeler yapılması.

Diğeri ise, içinde barındırdığı farklı inanç sistemlerine laiklik ilkesi uyarınca eşit uzaklıkta durmak yerine,  “Zorunlu Din Dersi” ve “Zorunlu Sünni Anlayışla” ötekiler yaratılmasıdır.

Yukarıda belirtilen her iki temel sorun da, yani kimlik ve inançlar; yasa, yasak ve eğitim sistemi ile yok edilmeye çalışılmıştır. Böylece ülke içinde barınan pek çok kimlikten sadece biri ve farklı inanç sistemlerinden de sadece biri devletçe kabul görmüştür. İşte bugün bu tekçi anlayışların ağrılarını, sızılarını, sancılarını çekiyoruz.

Ülkede yaşayan herkesi ilgilendiren Eğitim Sistemi’dir. Eğitim Sistemimiz bugün Diyanetin kayyımlığında ve İmam-Hatip anlayışı ile Osmanlının medrese eğitimine dönüşmüş durumdadır. Böyle bir sistemle soru sormayan, sorgulamayan insanlar yetiştirerek ülkeyi yönetmeyi düşünüyorlar.  

Bu anlayış sonucudur ki, bugün çoğulculuğu ve barışı savunanlar içeride, tekçilerin teklerine de yeni yeni “TEK’ler eklenmektedir:

Tek Gazete,

Tek Televizyon,

Tek Radyo,

Tek Parti,

(Ve Yasama, Yargı, Yönetim, Yayının sentezi olan)

Tek Kişi...

Oysa bu ülke barış içinde yaşamak için hepimize yeterdi…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız