16 Mart 2018 Cuma

"Okulumuzun Mezarını Ziyaret Ettik"

Bir öğretmen olarak çalıştıkça, gezip gördükçe, okudukça, düşündükçe; Köy Enstitüleri’nin ne kadar gerekli olduğunu ve kapatılmasının ülkemize ne çok şey kaybettirdiğini anlamıştım. Ve bazen “keşke o okullarda ben de okusaydım” dediğim olmuştur.   

Bizden sonraki kuşaktan gelen öğretmenleri işbaşında tanıyıp, onların yaşadıkları güçlükleri gördükçe/düşündükçe, kendimce kıyaslamalar yaparak; “Aslında bizim kuşağın çok da kaybı olmamış” dediğim de olmuştur.

Bu kıyaslamalar bir "kuşak çatışması" olarak algılanmamalı, çünkü bizler yıllarca mesleği tanıyarak, kabullenerek ve her gün "Ben öğretmen olacağım" isteklendirmesi (motivasyonu) ile okuduğumuz için sorunlarımızla başa çıkmakta, bizden sonraki meslektaşlarımıza göre daha başarılıydık. 

Bizler, sınavlarla seçilip,  Erzurum, Bingöl, Gümüşhane ve Trabzon’dan gelen ve o sınavı kazanmayıp gözyaşları içinde köylerine geri dönen arkadaşlardan daha şanslı, fakir köy çocuklarıydık.  

Bizler, diğer köy enstitülerinden gelen abi ve ablalarımızın geceleri ders, gündüzleri ise inşaatlarda, atölyelerde, tarlalarda çalışarak yarattıkları "Pulur Köy Enstitüsü" yerleşkesinde barınıp, okumuş böylece hazıra konmuştuk.

Bizler,  o derslik, o atölye, o tarla, o saha, o kütüphane ve o kantinde eğitim alırken:
  • Gündüz yemek yediğimiz yerde geceleri sinema ve tiyatro izler,
  • Eksi 40 derecelerin yaşandığı gecelerde, varillerden yapılmış kömür sobalarının ısıttığı yatakhanelerde uyur, sabahları yorganımız üstünde biriken karlarla uyanır, 
  • Bahçedeki çeşmenin ince matkapla delinen borularından şakırdayarak akan suyu ile yüzümüzü yıkarken; saçlarımız, kirpiklerimiz ve kulak memelerimiz buz sarkıtları ile süslenir,
  • Tüm  etüt ve ders saatlerimizi "Öğretmen olacağım" coşkusu içinde geçirir, 
  • Törenlerde okul yönetimimizi eleştirebilir ve  seçtiğimiz öğrenci örgütüyle okul yönetimine ortak olurduk…
(Demek ki bizler de, “Yavuz Selim İlköğretmen Okulu”nda öğrenci iken ‘Köy Enstitüleri Eğitim anlayışı ve yaşantısı ile tanışmışız.) 

***

Arkadaşlarımız güzel bir gelenek oluşturmuş, hemen hemen her yıl yurdumuzun değişik bir köşesinde, bizleri okuldaşlarımızla buluşturuyorlar. Bu buluşmalarda, güzel anlar/günler yaşayıp, özlem gideriyoruz.

2015 Mayıs 29-30-31 günlerinde de buluşma yerimiz Erzurum’un simgesi olan Palandöken'deki bir oteldi. Bizim okuduğumuz 1960'lı yıllarda Palandöken, Erzurum'un sırtını dayadığı karlarla kaplı, bitki örtüsüz bir dağdı. Oysa şimdi; lüks otellerle donanmış, güzel bir kayak merkezi olan ve eteklerinde yeni mahallelerle kuşatılmış bir yerleşke olmuş. 

Her biri birer çınar olan öğretmenlerimiz, biz ve de bizim öğrencilerimiz olan üç nesil öğretmen olarak Erzurum'da buluşmamız, diğer illerdeki buluşmalarımızdan daha anlamlı, daha da önemliydi. Çünkü diğer illerde sadece öğretmenlerimiz ve arkadaşlarımızla buluşup özlem gideriyorduk. Oysa burada: hem arkadaşlarımızı tekrar görecek, hem de okulumuzu gezip görecek oradaki yaşanmışlıklarımızı anacaktık. 

Öyle de yaptık, bir günümüzü okulumuzu ziyaret etmeye ayırdık. Fakat hani pişmanlığı anlatmak için “keşke gitmez/görmez olaydık” derler ya, işte hepimiz o yoğun ve yoran duyguyu yaşadık.

Çünkü yaşamamız ve eğitimimiz için, her donanımı olan okulumuz artık yok olmuştu… 

Okul ziyaretinden perişan olarak döndüğümüz  akşam, otel salonunda toplandık, Öğretmenimiz Burhaneddin Yılmaz, “Ben bugün üç mezar ziyaret ettim. Bunlar; Hasankale’de, anneme-babama, Ilıca’da da Yavuz Selim İlköğretmen okuluna ait mezarlardı..."  Diyerek; yok edilen okulumuz için hepimizin duymuş olduğu o büyük acıyı, çok kısa ve çok net olarak dillendirmişti.

Evet, hepimiz o gün okulumuzun mezarını ziyaret etmiştik.

Genel olarak akraba, tanıdık ve arkadaş mezarları ziyaretine gidilir. Mezar ziyaretleri yaşanmışlıkları anımsattığı için, hüzün ve acı vericidir. Oysa okullar tüm ülkenin ortak malı, onlara verilen zarar herkesin kaybı ve ortak acısıdır. O gün bizler okulumuzun mezarı başında, aynı duygularla büyük acı yaşadık.

1940'lı yıllarda Türkiye’nin her bölgesinden gelen kızlı-erkekli öğretmen adayı gençlerin büyük emekler vererek yaptıkları o derslikler, yemekhane, yatakhane, kütüphane, atölye, kantin, okul içindeki uygulama okulu, hamam, çeşme, havuz,  yönetim odaları, çalışan lojmanları kısaca her şeyi olan, kendisine yeten bir eğitim yerleşkesi…

İşte bu yerleşke tüm yapıları ve anılarıyla yok edilmişti. Oysa başka ülkelerde böylesi yerler kültür mirası olarak “aslı gibi” korunur, öyküleriyle gelecek nesillere ve dünyaya miras bırakılırlar...

Müteahhit kafası ile rantı esas alan anlayışlar, yok etmiş okulumuzu…

***

Hepimizin ortak acısını dillendiren Burhaneddin Yılmaz öğretmenimizin o hüzünlü konuşmasından sonra hayat devam etti (etmeliydi de). Anılar anlatıldı, şarkı, şiir, türküler söylendi, barlar ve horonlar oynandı.

Daha önceki toplantımızda coşku ile dinlediğimiz bir arkadaşımız olan Ali Mahir Abdik de ta Almanya’dan sazını alıp gelmişti. Fakat o gece sahneye çıkamadı, çıkarmadılar. Nedeni öğrenmek için üç arkadaş birlikte “tertip komitesi yetkilisi"ne gittik.  

Yetkili arkadaş öfkeli olarak kısaca; “Onu sahneye çıkaralım da, devrim türkülerini, marşlarını mı söylesin, ona izin mi verelim yani!..” dediğinde, sansür nedenini anlamış olduk. (Ve bu anlayış beni yıllar öncesine götürdü: Çok sevdiğimiz; Sait Çiltaş, Aydemir Kumru, Şinasi Eskiçırak, Mustafa Topal… öğretmenleri de böylesi niyet okuyucular, sudan nedenlerle ötekileştirip sürgün etmişlerdi.)

Bir yandan geçmişin bu yaşanmışlıklarını düşünürken, bir yandan da o etkili yetkiliye; “Eğer birisi suç işlerse, onu engelleyecek ve yargılayacaklar vardır. Ama anlaşılan siz bu görevleri de üstlenmişsiniz.”  diyebildim sadece.

Bakar mısınız, kendi okul arkadaşları arasında bile ayrım yapıp, ötekiler yaratıyor. Oysa biz “öteki” görülenler; bizim için önemli olan “Yavuzselimlili” olmak, bu bizim ortak paydamız. Hep sevgi-saygı içinde dinledik/dinleyeceğiz tüm arkadaşlarımızı.

Demokrasinin ilkeleri olan; “ötekilere” saygı duymayı, düşündüğünü özgürce söylemeyi, ve yazmayı kabul edip önemsemeden…   Daha sonra da demokrasi ve kardeşlik nutukları…

Ve siz, bu haksızlığa,  sansüre, öteki yaratmaya karşı olan çokça arkadaşımızın olduğunu biliyor/hissediyor, fakat ses çıkaramadıklarını görüyorsunuz. Bu da sizin için çok büyük bir acı/sızı değil mi?  Tıpkı okulumuzun, tarihi-kültürel dokusuyla birlikte yok edildiğine, üzülüp, sessiz kaldığımız gibi... 

Ve şimdi de ülkemizin tüm okulları, kazanımlarıyla, eğitim felsefeleriyle birlikte yok edilmeye çalışılıyor, bunu da görüyor ve susuyoruz.

Ben de çokça düşünüp kendimce bir genelleme yaptım:

Bizler; görür, duyar, bilir ama susarız... (Bu bizim ortak sorunumuz, acı gerçeğimiz.)  Sosyal psikolojide buna, öğretilmiş veya öğrenilmiş çaresizlik denir.

Peki, bu sorunumuzdan kurtulmak için neler yapmalı ve nasıl yapmalıyız?...  

Emin Toprak
19 Şubat 2017

NOT: Bu yazı, Sn. Mürüvvet-Nermin-Mehlika DEMİRTAŞ kardeşlerin yoğun çabalarıyla hazırlanan 18-21 Mayıs 2017 Mersin-Erdemli okul buluşmamızın anısı olarak yayımlanan  dergide yer almıştır.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

1 yorum:

  1. YAVUZ SELİM

    Viran olmuş bağın bahçen,
    Talan olmuş bütün çevren,
    Sana dargın gelip geçen,
    Çok güzeldin Yavuz Selim.

    Pancar havuç tarlaların,
    Sığır,atlar koyunların,
    Bahçen de yok arıların,
    Çok güzeldin Yavuz Selim.

    Düzgün ovan bostanların,
    Ot biçilen çayırların,
    Pancar,lahana,şalgamın
    Çok güzeldin Yavuz Selim.

    Sakin akar Pulur çayın,
    Horoz,tavuk,hindilerin,
    Şimdi yoktur binaların,
    Çok güzeldin Yavuz Selim.

    Öğrencin,öğretmen üzgün,
    Eğitim yapardık düzgün,
    Bizler geldik sana bugün,
    Çok güzeldin Yavuz Selim.

    Keşke sana gelmeseydim,
    Gelip halin görmeseydim,
    Eski halin çok özledim,
    Çok güzeldin Yavuz Selim.

    Turgut İbiş

    YanıtlaSil