tarikat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
tarikat etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Şubat 2024 Cumartesi

Okullarda Neler Oluyor? (2)

28 Ocak 2024 Pazar

Okullarda Neler Oluyor? (1)


14 Ocak 2022 Cuma

'ENES KARA'

Bundan bir önceki yazıma çokça olumlu geribildirim almış ve bu desteği aldığım için sevinmiştim. 

Bu yazı; yurdumuzda azınlıkta kalmış halklar ile onların anadil ve kültürleri gelişmesin, zamanla yok olsun diye devletin: "Dünya Çocuk Hakları Sözleşmesi"ne koyduğu çekinceleri konu almıştı.  

Bu yazıdan sadece dört gün sonra Fırat Üniversitesi Tıp Fakültesi 2. sınıf öğrencisi 20 yaşındaki Enes Kara 7. kattan atlayarak yaşamına son verdi.

Bu trajik olayla da devletin; herkese eşit, tarafsız bir yönetim ve denetim yapmadığı için yoksul halk çocuk ve gençlerine kurulan tuzaklar ve insan haklarına konan çekinceler ortaya saçılıyordu.

Ortak toplumsal bir acıya dönüşen Enes Kara'nın trajik ölümü, aslında bir ilk değildi, çokça ve sıkça yaşanan benzerleri unutuldu. Ya da bu olaylar "kol kırılır yen içinde kalır" anlayışı ile hiç dillendirilmedi. Bu tür olaylar, bugünkü yönetim anlayışı sürdükçe de devam edecektir. 

Asırlar öncesine dayanan ve Ortaçağda binlerce türevi bulunan bu tarikat-cemaat anlayışlarını, bazı dürüst dindarlar "dinsel sapkınlık" sayarlar.

Çünkü bunlar, bireydeki: özgürlük, özgünlük yani 'Ben'i yok eder, kendi sapkınlıklarını zerk ederler. İnsanı, bilimi önceleyip onlar gibi olmayan ve düşünmeyen: Hallâc-ı Mansûr, Şeyh Bedreddin gibi nice bilgeleri zalimce yok ederler.

Çünkü böylesi sosyolojik-ekonomik-psikolojik örgütlenmelerin arkasında, egemenlerin çıkarları, için örtük kalan nice karanlık emel ve nice cehalet gerçekleri var.  

Şimdi Ortaçağ'dan biraz uzaklaşıp günümüz bakalım:

Anayasamızda, devletin eşitlikçi ve demokratik laik olduğu yazılı olsa da böyle olmadığının göstergesi, bu anayasada diyanet işleri başkanlığına yer vermesidir. Bu, çokça değişik inancın bulunduğu bir ülkede, devlette egemen olan gücün, kendi anlayışıyla, halkı şekillendirmesi, inançlarına yön vermesidir. Kısaca, iktidarda hangi güç egemense, dini o anlayış düzenler demektir. 

Böylece ülkenin 'resmi' bir dini olmuş olur! 

Böylece bu resmi kurum aracılığıyla, pek çok inanç ve yaşam biçimi sadece bir dine, bir mezhebe zorlanır. 

Böylece, resmileşen tekçi anlayış ile onun çevresinde konumlanmış bazı tarikat , cemaat ve vakıflar, ülkenin eğitim, sağlık, güvenlik, ulaşım gibi önemli hizmetlerini yönetir olur! 

Tarikat , cemaat ve vakıflar Ortaçağ'dan beri kendilerini halktan yana bir iyilikçi yardım kuruluşu olarak tanıtırlar. 

O zaman açalım bakalım insanlık sözlüğünü ve sorularımızı soralım: 

İyilik nedir? 

Yardım nedir? 

İyilik ve yardım eden, hiç karşılık olarak kulluk, kölelik bekler mi?

Peki, insanlarımızın iyilik ve yardıma ihtiyacı varsa, bu hizmeti niçin devlet ve belediyeler yapmıyor?

...

Bunlar, kendi inançlarını "en.. en... en..."  Sayıp başka kişi ve gruplara yayan, böylece hem maddi hem de sayısal olarak güçlenen parazit misyoner kuruluşlardır. 

Bunlar, sorup sorgulamayan kindar taraftarlarına, kendileri gibi düşünmeyen anne-baba-kardeşlerini bile kafir-düşman ilan ettirirler. 

Bunlar kendi çıkarları için öldürmek dahil her tür kötülüğü yapan, yalan söyleyen, yemin eden ve tüm bu kötülükleri mubah sayanlardır.

***

Yazımıza konu Enes Kara olayı, eğitim alanında geçtiğine göre biraz da MEB'de olup bitenlere bakalım: 

  • MEB'de ders müfredatları diyanet, bazı tarikat, cemaat ve vakıfların denetim ve yönetiminde imam hatipler anlayışla hazırlandı.  
  • Zorunlu din dersiyle yetinmeyip, başka başka dinsel konu derse dönüştürüldü. 
  • Biyoloji biliminin temelin olan evrim teorisi bile konular dışına çıkarıldı.
  • Milli Eğitim Şûrası’nda 4-6 yaş grubu çocukların eğitimine din eğitimi eklenmesini kabul edildi.
  • Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 4-6 yaş Kuran kursu eğitiminin zorunlu eğitim kapsamında değerlendirilmesi isteği var.
  • Okullarda ezici çoğunlukla din dersi öğretmeleri yönetici oldu.
  • Devlet görevi olan, eğitim kurumu açmak, ihtiyacı olan öğrencilere barınak ve yurtlar sağlamak işini yapamaz oldu. 
  • Çeşitli devlet kurumları, özellikle de belediyelerin olanaklarıyla yeni yeni vakıflar kuruldu ve var olan bazı vakıflarla birlikte MEB'in ya da devletin görevini üstlendiler. 
  • Belli bir anlayış, öğreti, gelecek ve çıkar planı olan bu vakıflar, MEB ile yapılan özel protokoller sonunda hedefleri olan; öğrencilere, öğretmenlere, velilere ve tüm hizmet alanlarına ulaşmış oldu.    

Vakıfların barınaklarında barınan, yoksul halk çocuklarından birçoğu, aldıkları köle-kul-çaresizlik eğitimi gereği bu kurumlar ve anlayışlarına minnettar kalır, onların anlayış ve öğretilerini savunur. Fakat bu Ortaçağ eğitimine karşı çıkanların bir kısmı Enes gibi canına kıyar, bir çoğu da taciz tecavüz sonucu derin sosyal ve psikolojik yaralarla, güvencesiz, mutsuz, çaresizce yaşamaya çalışır. 

Enes Kara da böylesi bir cemaat evinde kalan bir gençtir. Buraya,"25 yıldır aynı cemaat içerisinde..." olduğunu söyleyen babasının isteği ve zorlamasıyla gelmiştir. Buraya uyum sağlayamamış ve çok mutsuz olmuştur. 

Bu akıllı genç, mutsuz yaşamını kendi sesiyle yaklaşık 13 dakikada özetlemiş. 

Meğer bu kısa söyleşine sığdırdığı ne de çok derdi varmış!: 

Bulunduğu kurumun şartları ile işleyişi...

Günlük yaşamda olup bitenler...

İnanmadığı halde yaptığı ibadetler...

Okul başarısızlığı ve sonraki olası gelişmeleri...

Ülke gençlerinin  bugünü ve geleceği...

Enes, vedalaşırken 'vasiyetini' de yapar: 

Harçlığı ikiye bölünecek!    

Böylece aile içindeki üzücü bir yaşanmışlığa çözüm bulur ve okuyanı, dinleyeni sarsar, onların içerilerine kızgın gözyaşları akıtır.

İşte, duyguları yükseltip ağlatan o çözümü: 

  1. Annesinin istediği fakat babasının almadığı fırını alması için annesine yeterli miktar verilecek! 
  2. Kalan miktar ise Enes'in iki kardeşi arasında paylaşılacak!   

***

Böylesi yaraların açılmasına, böylesi acıların yaşanmasına neden olan, bu acılarla beslenip güçlenen pek çok inançsal ve siyasi oluşum var!

Bunlar, özgürlüğe, bilime, sevince düşman olanlardır! 

Bunlar, kul-köle-biat-çaresizlik anlayışıyla çoğalanlardır! 

Bunları yasaklamak, göstermelik soruşturmalarla bitirmek mümkün değildir! 

Çünkü bunlar bu tür yaptırımlardan 'mağduriyet' çıkarıp, güç devşirirler. 

Peki, o halde ne yapmalı, nasıl yapmalı?

Böylesi acılar susarak tepkisiz kalarak son bulmaz. 

Acılar bir daha olmasın diye olanlarla yüzleşmek, olanları unutmadan, acı yaşamış olanlara empatiyle sahip çıkarak çoğalmak gerek. 

Bu parazitlerin insani olmayan kirli-gizli amaçlarını, belgelerle herkese göstermeli, her ortamda teşhir edilmeli. 

Ancak o zaman onlara güç veren kandırılmış halk, onları tanır ve verdiği desteği çeker, özgürlüğüne sahip çıkar. 

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


26 Kasım 2021 Cuma

Yurttaş ve Devlet


Henüz 12 yaşında idim parasız yatılı okumak için köyden ayrıldığımda. Beni ve arkadaşlarımı büyük şehirlere götüren bu uzun yolculuğu, birkaç yıl otobüs koltuğu yerine, branda beziyle sarılmış bir kamyon kasasındaki sedire ilişerek (
kış gelince, bu kasanın orta yerine konan bir odun sobası çıtır çıtır yanardı.) çokça toz, gürültü ve sarsıntı içinde yapmıştık. 

İki yıl önce ihtilal olmuş, Yassı Ada Duruşmaları başlamıştı. 

O yıllarda köyümüzde sadece birkaç radyo vardı, akşam olunca bu radyolu evlerde toplanan komşular, Vatan! Millet! Devlet sözcüklerinin sıkça geçtiği haberleri, Türkçe bilenlerin çevirisi ile Kürtçe dinlerdi. 

Köyden daha büyük bir yerleşim yeri görmeyen 6-7 yaşlarındaki kardeşim Leyla da bu haber saatlerini çok sever ve ilgiyle dinlermiş. Radyodan sıkça tekrarlanan Vatan ve Millet sözcüklerinin anlamlarını az çok bilebilse de Devlet nedir, kimdir bilmiyormuş. Bunu hiç kimseye sormamış, beni beklemiş! Tabii ki, abisi olan ben, ne de olsa büyük şehirler görmüş biriyim ya! 

İşte bu duygular içindeki kardeşim Leyla köye geldiğim ilk gün bana:

"Abi sen devleti hiç gördün mü?" -diye sormuştu. 

Hiç unutamadığım bu soruya ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum.

Fakat ömrüm boyunca bu soruya hep cevap aradım diyebilirim.   

***

Bilmek, bir şeyi içselleştirerek anlamak, uygulama yapacak beceriye sahip olacak kadar öğrenmiş olmaktır. Bilen kişi, yeterli donanıma sahip olmak için her zaman yeni bilgilere açlığı olan kişidir. 'Bilir-bilgiç' olmak ise cahilliğin yaşam kaynağıdır, onlar yenilenen öğrenmeyi ret eder, her şeyi bildiğini sanır ve bu bilgilerle yetinirler.

Günlük yaşamda herkes bir koşuşturma içinde, eğer bu kişilere; "Bu koşuşturma ve uğraşlarınızın amacı nedir?" diye soracak olursanız, hemen hepsinin: "Yaşamak için!" dediğini duyarsınız. Fakat, eğer daha farklı cevaplar duymak isterseniz o zaman da: "Nasıl bir yaşam?" -diye sormanız yeterlidir. Çünkü bu sorunuza, binbir farklı cevap alabilirsiniz. 

Buradan hareketle bir genelleme yaparsak; tüm canlılar gibi her insan için öncelikli amacın yaşamak olduğu kesinlik kazanır. Bu amacına ulaşmak isteyen insanoğlu, pek çok farklı yol, yöntem ve aracı kullanıp yaşamını sürdürürken, tek başına değil de birlikte yaşaması gerektiği gerçeğiyle karşılaşır. Ve bu farkındalık sonunda, tüm farklılıkları bir arada yaşatacak olan bir iklim arayışı başlar. İşte bu ortak iklimi oluşturacak olan lider, kurum ve nesnelerin tümüne DEVLET adı verilir. Demek ki devlet, insanlık tarihiyle yaşıttır ve bir canlı organizma gibi değişim, dönüşüm ve başkalaşıma açıktır.

Devlet, görevini iki şekilde yapar; ya kendisini toplumsal yaşamın öznesi sayarak toplumu buyruklarla, ya da halkı özne kendisini de nesne olarak görerek demokrasi ile yönetir. 

Şimdi bazı olasılıklardan yola çıkarak biraz konuşalım istiyorum:

Bir ülkenin vatandaşları hakları için sokaklarda yürürken ya da gösteri yaparken, onlar için güvenli bir ortam sağlamakla görevli resmi-sivil bazı devlet  görevlileri; acımasız şiddet kullanarak ve baskı yaparak engel oluyorlarsa... Ve bu engelci güçlere, Niçin? sorusu sorulunca da onlar:  

"Ben devletim! İstediğimi yaparım!" -diyebiliyorsa...

Sonra da bu hak hukuk bilmeyen güçler, istediklerini yapıp suç işleyince, bunlar hakkında usulen başlatılan işlemler de "cezasızlık" veya "zaman aşımı" olarak sonuçlanırsa... 

Ve eğer bu ülkenin yurttaşları da bu eylem ve söylemlere karşı: 

"Biz halkız, devlet bizden aldığı güçle var oldu, devletin asıl görevi, bizi  korumak, bize hizmet etmektir." demek yerine korkup, siner ve susarsa... 

Böyle devletler her zaman buyurgandır, her zaman: "Biz ne söylersek o doğrudur ne yaparsak o tamamdır." anlayışıyla yol alır ve güçlerini hep egemen bir azınlıktan yana kullanırlar. 

Böyle devletlerde çoğunluğu yoksul olan büyük halk kitlesi önemsenmez, onlar her ne yaparsa: yalan, yanlış, günah, yasak, suç sayılır. 

Bu nedenle böyle ülkelerin geçmişinden bugüne kadar olagelen tüm toplumsal derin yaralarında devletin izleri ile karşılaşırsınız. 

Bir parantez açacak olursak: (Ülkemizde bugüne kadar 17. 547 -On yedi bin beş yüz kırk yedi- kişi 'faili meçhul' şekilde yok edilmiş. Cumartesi Anneleri tam 870 haftadır bunların faillerini, mezar ve kemiklerini arıyor, soruyor, fakat devletten bir cevap alamıyor.)  

Bu derin yaralar incelendiğinde hemen hepsinde devletin, önleme ve koruma görevini gereğince yapmadığı görülür. 

Tabii ki dünyada sadece halk karşıtı devletler yoktur. 

Bazı devletler ise; sorgulayan, eleştiren, denetleyen, özgür yurttaşların oylarıyla, çoğulcu, demokratik, laik, sosyal hukuk ilkelerine uygun olarak oluşur.  

Bu devletlerde; ortak insani değerler ve eşit yurttaşlık esastır. İnanç, mezhep, tarikat, dil, ırk sınıflandırmalar yapılmaz. Diyanet ve zorunlu din dersleri de yoktur.   

Bu devletler; kutsal sayılmaz, sadece yaşanacak bir ortam oluşturmak için hizmet eder, korur ve güvenlik sağlarlar. Devletin tüm çalışmaları şeffaftır, sorgulanıp, denetlenir.

Bu devletlerde hukuk işler, tüm suç kaynakları araştırılır ve kurutulur, kimseye cezasızlık uygulanmaz, tüm suçlular cezasını çeker. 

Böyle devletlerde, doğa ve ülke kaynakları halkın yararına kullanılır ve korunur, çetelere teslim edilmez. 

Kısacası, özgür mutlu yaşamak için çıkar savaşlarının son bulması, barışın dal budak vermesi gerekir.


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

27 Eylül 2019 Cuma

Ziya Selçuk'un İmam Hatip tutkusu...


Sessiz kalmak bulaşıcı mı?

Bildiğiniz gibi toplumumuzun büyük bölümü 'bana ne' anlayışı ile, olup biten haksızlıkları görse bile görmezden gelir, sadece sessizce izler. Vicdanı onu 'konuş!' diye rahat bırakmasa da o;'yerin kulağı var' diye konuşmaz, susar... Sonra bir gün onun canı yanmaya başlayınca da... artık geç kalmıştır.    

Gençlerimiz en az 12 yıl okur ve gelecekleri için üniversite sınavına girerler.

ÖSYM 2019 Raporuna göre; Üniversite için Temel Yeterlilik Testi sınavına giren 2 milyon 300 bin kişiden;
  •  1.477.782 kişi Biyoloji,
  •  1.163.813 kişi Kimya,
  • 1.131.340 kişi Fizik,
  • 437.455 kişi Tarih,
  •  419.010 kişi Coğrafya,
  • 307.712 kişi Matematik
…testinde, HİÇBİR SORUYA DOĞRU CEVAP VEREMEMİŞ!..

Dikkat…! 

Bu tablo, geleceğimiz olan ve en az 12 yıl okumuş gençlere aittir...

Bu tablo, yıllardır bilimden, demokrasi ve laiklikten uzak tutulan gençlere aittir. Onlar düşünmez, sormaz, yorumlamazlar, sadece ezberler ve susarlar. Eğitimciler bu anlayışa imam hatip anlayışı derler...

Acaba, tablodaki 'cevapsızlık' ile toplumsal suskunluğumuz arasında bir ilişki mi var? Yoksa, “sessiz kalmak”  bulaşıcı bir hale mi gelmiş!..

Peki, bu gençlerden birisi sizin çocuğunuz olsa ne düşünürdünüz? 

***
AKP iktidarıyla imam hatip rüzgârına tutulan eğitim sistemimiz, ortaçağa doğru hızla yol alıyordu. Ve bu durum, halkın büyük çoğunluğunda 'gelecek endişesi' yaşatmaya başlamıştı...

İşte böyle bir ortamda, MEB’in başına Sn. Ziya Selçuk getirildi. O, eğitimciliği ile tanınan birisiydi. Onun bu kimliği, parti farkı olmadan toplumun her kesiminden büyük destek almış, bir “umut” yaratmıştı. 

Akıl ve mantık, Z. Selçuk'un kendisine verilen bu desteğe saygı duyması ve  çalışmalarını objektif olarak yapmasını gerektiriyordu. Çünkü ancak o zaman, bilimsel  çizgiden ayrılmış olan eğitim sistemimiz, çağa uygun, demokratik, laik ve bilimsel bir anlayışa kavuşabilirdi. Bakanın, eğitim sorunları için bilimsel yöntemlerle çalışan bir ekip oluşturması, öğretmenlerle el ele verip, dinci-ezberci hale getirilen eğitim sistemini öğrenci merkezli kılması isteniyor ve bekleniyordu.  

Ama ne yazık ki böyle olmadı... 

Ziya Selçuk'un niçin bakan seçildiği de çok geçmeden anlaşıldı: Meğer bu atama; azalan kamuoyu desteğine yönelik bir algı operasyonu, yani bir proje imiş!.. 

Ziya Bey, ara sıra öğrenci-veli-öğretmenlere bazı sözde kalan sözler söylese, espriler yapsa da, beklentilere cevap veremedi. Kısacası, kendisinden öncekileri hiç aratmadı. 

Konuşmaları ve medyadaki paylaşımlarında da önemli gaflar yaptı: 

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olan AKP adayı Binali Yıldırım'ın vaatleri olan reklamı, kendi sosyal medya hesabında paylaşarak taraf olduğunu herkese ilan etti!.. 

Ayrıca, bilimsel verilere dayanmadan bazı imam hatip güzellemeleri yaptı ki, bu durum hiç bir akademisyenin başvurmadığı bir yoldur. Böyle yaparak tarafgirliğini pekiştirdi ve 'bir imam hatip sevdalısı' olduğunu da kanıtladı. 

İşte bilimsel dayanaktan uzak konuşmasından iki alıntı: 

1.“İmam hatipler vicdan ile liyakatin bilim ve teknolojiyle birleştiği yerdir” 

2.“İmam hatip meselesi aslında dünyada bilimle, manevi atmosferi, maddeyle manayı birlikte ele alabilecek bir atmosferi, ortamı, iklimi, birçok dünya ülkesine, millete de örnek olarak gösterebilecek numunedir”

Ziya Bey, işte bu eylem ve söylemleriyle; hem eğitimin etik kurallarını çiğnedi, hem de kendisine verilen kamuoyu desteğini kaybetti...


*
Şimdi benim de Sn. Selçuk'a birkaç sorum olacak:
  • İslami vakıf, tarikat ve cemaatlerin güvenlik, yargı,... ve MEB'de yaptıkları biliniyorken, siz neden anlaşmalar yaparak, bu yapılanmalara okullarımızda alan açıyorsunuz? 
  • MEB'de etkin kılınan "imam hatip anlayışı" ile (çıkarcı ve fırsatçılara kul olabilecek); düşünmeyen, sormayan, yorumlamayan, bağımlı ve ezberci bir nesil yetiştiğini biliyor musunuz? 
  • ÖSYM 2019 Raporundan alıntıladığım yukarıdaki tablo hakkında ne düşünüyorsunuz? 
  • Siz eğitimci bir akademisyensiniz, dünyada; bilimi, fenni öteleyip de sadece dini eğitimle ilerleyen bir ülke olduğunu duydunuz mu? 
  • Eğer dini eğitimle ilerleyen bir ülke yoksa, siz niçin bir eğitim bakanı olarak, imam hatip güzellemeleri yapmaya ihtiyaç duydunuz?
  • Ortaçağ anlayışı ile çalışan, deney ve yorumlama yaptırmayan, sadece bellek geliştiren ezberci bir yöntemi esas alan imam hatip anlayışına bu tutkunuz nereden çıktı? 
  • Sn. Selçuk, mademki, İmam Hatipler eğitimde bir 'numune' ve imam hatip eğitim anlayışı ile okulculuk bu kadar gerekli/önemli ise; neden siz de kurucusu olduğunuz okulları, Özel Maya İmam Hatip Okulları'na dönüştürmüyorsunuz? 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

13 Nisan 2018 Cuma

17 Nisan yurda ışık saçarken

Canlılar bulundukları coğrafi ortamda sağlıklı yaşamak için; toprak, su, hava ve güneşe ihtiyaç duyar, yuva kurar, beslenir, barınır, çoğalırlar. Böylece genleri ve kültürlerince belirlenmiş yaşam tarzlarına uygun bir yaşam sürerler.

İnsanlar dışındaki canlıları bitkiler ve hayvanlar olarak ayırırsak, bitkilerin yavrularına nasıl bir eğitim verdiklerini pek bilmesek de, hayvanların yavrularını "yaygın eğitim"den geçirdiklerini biliyoruz.  İnsanlar ise yavruları için; hem yaygın ve örgün eğitime, hem işe, hem de adalete ihtiyaç duyarlar. İnsanlara özgü bu istekler ancak işbirliğine dayalı bir toplumsal yaşam içinde mümkündür. 

Sadece çıkarlarını düşünen politikacılar için, iktidarda uzun yıllar kalmanın biricik yolu, kendilerine biat edip sorgulamayacak cahiller olduğunu iyi bilirler. Aydınlığa düşman bu anlayışlar, cahil yetiştiren kurumlara ve çağ dışı olmuş ezberci eğitimi çok önemserken, insan hakkı olan iş ve adaleti de, sadece kendi kıstaslarına uygun olanlara vermek isterler. 

İktidar olmanın gücünü her alanda kullanır, hamasi vatan-millet nutuklar söyler, şiirler okur, öncelikle de aydınlık kurumları ve kadrolarını hedef alırlar. Bu kurumları işlevsiz, itibarsız kılarak kapatır, kadrolarını da etkisiz bırakıp yıldırmak için; tehdit eder, sürgün eder, görevden uzaklaştırırlar.

Ülkemizde de böylesi durumlar yaşandı ve yaşanıyor.: 

Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940 yılında açıldı, 1946 yılından başlayarak hedef alındı ve 1954 yılında kapatıldılar.  Hem de başardıklarıyla, dünya eğitim tarihinde örnek kuruluş olmuşken... 

Köy Enstitüsü felsefesi, halkı ve demokrasiyi çok önemsediğinden; eğitim, sanat, tarım ve sağlık alanlarına öncelik verir. Bu anlayışla yetişen kadrolar; hurafe, cehalet, bağnazlık, sıtma-tifo-trahom-veba-verem, kara saban ile savaşmaya başlaryıp, ağalık düzenine  korku salarken, bazı Köy Enstitülüler de sanat-edebiyat-bilim insanları olarak dünyaya açılmıştı. İşte tam da bu anlayış yaygınlaşıp, Anadolu’ya ışık saçmaya başlamışken… 

Öğretmen okulları mesleğini içselleştiren çevresini, öğrencisini tanıyan onlara rehber olan öğretmenler yetiştirirken…

Fen ve Anadolu Liseleri, ülkenin geleceği için önemli gençler yetiştirmeye başlamışken... 

İlköğretim okulları ve Orta öğretim okulları çağdaş dünyaya ayak uydurmaya çalışırlarken…

Her kurum işlevine uygun bilimsel donatıya sahip olmaya çalışırken; karşılarına bilimi, aydınlığı, demokrasiyi, laikliği sevmeyen, halk düşmanı karanlık sesler ve güçler çıkmıştır. Böylece bu güzel kurumlar; söylenen yalanlarla, yaratılan algılarla yıpratılarak kapatılmış veya işlevsiz bırakılmışlardır. 

Günümüz iktidarı da düşlerini gerçekleştirmek için Orta Çağ'a yelken açtı... Bu amaçla bütün okullarda; Sünni diyanetin yönetiminde, dinci olan, tarikat, vakıf ve derneklerin yörüngesinde imam hatip anlayışını egemen kıldılar. Ayrıca halkın karşı çıkmasına rağmen, kentin ve mahallenin en gözde, en merkezi okullarına imam hatip tabelalarını astılar.

Ve kısmen başarılı da oldular....

***
Ancak; 

Konya İl Milli Eğitim Müdürlüğü’nün şehirdeki dinci vakıflarla düzenlediği “gençlik ve inanç” konulu çalıştayda aşağıdaki tespitler yapılmış:
  • Öğrencilerin anlatılan dini bilgilerdeki tutarsızlıklar nedeniyle deizme kaydığı,
  • Din dersi öğretmeninin öğrencisine uygun rol model olamadığı,
  • Çocukların sorularının ya yanıtsız kaldığı ya da bastırıldığı,
  • MEB’in ders materyallerinin çocuklar değil yetişkinlere uygun ve yetersiz olduğu...

AKP iktidarı metal yorgunluğu içinde olduğunu ilan etmişti. Bilindiği gibi “metal yorgunluğu” metali işlevsiz bırakıyor. AKP artık iktidar yorgunu ve güç zehirlenmesi yaşıyor.

Bu yorgunluğu gidermek için ne girmiş olduklarını ilan ettikleri “Afrin operasyonu”, ne havuz yetmediği için Doğan Medya’yı alarak göle çevirme istekleri, ne de sanatçı geçinenlere şarkılı türkülü savaş güzellemeleri yaptırmaları buna çare olacak.

Bakın maliye bakanı ve ekonomiden sorumlu bakanları da “ kendi topuklarına sıkmaya” başlamışlar. 

AKP iktidarının en çok destek aldığı iki grup var: 

1. Kadınlar; yıllardan beridir kadınları eve kapatıp yaşam sahnesinden silmek istiyorlardı. Bunu kabul etmeyenlere de TBMM Başkanı gerekli işareti verdi... 

2. Küçük esnaf; her tarafa diktikleri AVM’lerin küçük esnaf iflaslarına neden olacağı hep söylenirdi. Ancak Esnaf Konfederasyonun verileri çok üzücü: Çünkü  2017'nin ilk iki ayında 19.859, 2018'nin  ilk iki ayında 20.308 ve 2014-2018 yılları arasında da toplam: 430.275 esnaf iflas etmiş. 

İstekleri hemen gerçekleşti: 9 Boğaziçili öğrenci tutuklandı...

Bu gelişmeler olurken; nasılsa göl maya tutmuyorbunlar er-geç bitecek diye beklememeliyiz. Çünkü ülkemiz adım adım karanlığa gidiyor. Geleceğimiz tehdit altında iken korkak, ürkek, dışlayıcı, küçük grupçu tavırlar göstermeden, herkes için güvenli ve demokratik bir gelecek ortak paydasında buluşmamız gerekir. 

İşte o zaman hep birlikte; 

Artık bunlar iflah olmaz, silkeleyin düşecekler!…, diyebiliriz...



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

23 Şubat 2018 Cuma

Bütün okullar "ikna odası"...

Bize bol bol ziya kucakla getir; düşmek, etrafı görmemektendir. Tevfik Fikret
  
Günümüzde bilim, teknoloji ve iletişim sistemleri uzakları yakın kılarak, dünyayı adeta küçük bir köye dönüştürmüştür. Tanışların bol olduğu böyle bir dünyada birey ve gruplar; özgünlüklerini koruyarak, eşdeğerli, özgür, barış içinde yaşamak isterler. 

Birlikteliği kolay kılmak için de bazı değerlere sahip olmaları gerekir. İnsanlık değerlerini, özgün değerler ve ortak değerler olarak iki bölüme ayırabiliriz.

Özgün değerler; bio-psiko-sosyal alanlardan kaynaklanan bireye ve ait olduğu gruba ait olan kısmi benzerlikler ve farklılıklardır. Örnek olarak; dil, ırk, din, inanç, kültür, gelenek gibi yerli, milli benzerlikleri ve bireysel farklılıkları sayabiliriz. 

Günümüz dünyası öylesine harmanlamış ki, hiçbir ülkede %100 olarak sadece özgün değerlere sahip insanlar göremezsiniz. Böylesi bir durum ancak olsa olsa başkalarınca henüz görülmemiş olan ilkel kabilelerde olabilir. Ki orada da mutlaka bireysel farklılıklar vardır.

Özetle “yerli ve milli olmak”; emperyalist güç ve işbirlikçilerinin sömürü düzenlerini sürdürmek için, düşünemeyen, yorum yapmayan, sadece itaat eden taraftar bulma amaçlı yapay bir algı, politik bir tuzak proje, bir gelecek ütopyasıdır.
*
Ortak değerler; Özgürlük, barış, demokrasi, laiklik, eşdeğerlilik, hak, hukuk, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk, insan onuru, dayanışma… Tüm insanlığa özgü üstün/erdem olan ortak değerlerdir. Yargıcın, doktorun, öğretmenin, yöneticinin vb. işini yaparken farklı inanç ve anlayışlara saygı duyması, kararı ayrım yapmadan vermesi/uygulamasıdır.

Görüldüğü gibi “ortak değerler” ne yerli, ne milli, ne de belli bir inanç sistemine aittir. Bunlar, herkesi kucaklayan insaniyet mirasıdır.

O halde; insanlık ve çevrenin geleceğini, insaniyet değerlerine uygun olarak eğitilmiş nesiller belirler.

O halde; eğitim sorunları da sadece bir ülke veya belli bir coğrafyanın sorunu değil, tüm dünyayı ilgilendir.

***
Ülkemizin çok önemli eğitim sorunları var. 

Peki, acaba sorunlara çözüm bulmakla görevli iktidar ne yapıyor? MEB'de neler oluyor?

Kuşku yok ki,“28 Şubat” anlayışının “başörtüsü” ve "ikna odası" uygulamaları, AKP'nin doğuşunu sağladı. Çünkü onlar "mağduru" çok ustaca oynadılar ve aldıkları önemli destekle de iktidar oldular.  

Büyük öfke ve kinleri vardı. İlk hedefleri de; okullar, çocuklar, gençler ve öğretmenlerdi.  “28 Şubat” anlayışı benzeri uygulamaları bu kez onlar kullanıp ülkenin yarısını "öteki" ilan ettiler.. Müfredatlar imam hatip anlayışına uyarlandı.

Artık anaokulundan üniversiteye tüm okullar Diyanet'in şemsiyesi altında ve vakıf, tarikat, derneklerin danışmanlığında; dindar ve kindar nesiller yetiştirmekle meşguller... Güncel sloganları “yerli ve milli olmak”. Yani; farklılıklar yok, sadece bir coğrafya,  sadece bir inanç, sadece bir tarikat ve sadece bir ırk var!...

Sonuç olarak: 16 yıllık iktidar; ülke sorunlarına çözüm bulamadığı gibi, Eğitim alanında, her gün, dünü aratacak yepyeni daha büyük sorunlar üretmeye devam etti/ediyor. AKP, ülkemizin tüm okullarını birer "ikna odası"na çevirdi. 

***
Sosyal medyada bir eğitimci herkese aşağıdaki soruyu sormuştu:

“Diyanet İşleri Başkanlığı, okullarda teşkilatlanmaya ilişkin (gençlik çalışmaları yönergesi) hazırlamış. Bu nasıl bir teşkilatlanma??”

Ben de bu soruya neden olan Diyanet İşleri Başkanlığı “Gençlik Çalışmaları Yönergesi"ni arayıp buldum. İşte bu yönergenin hedefleri:

“Okullarda yürütülecek gençlik hizmetleri
MADDE 11- (1) Üniversite, lise ve ortaokul düzeyinde gerçekleştirilecek gençlik çalışmaları aşağıdaki ilkeler çerçevesinde yürütülür.
a) Çalışmalar, okul idarecileri ve öğretmenler ile etkin bir işbirliği halinde gerçekleştirilir.
b) Gençlik çalışmalarının yaygınlaştırılabilmesi ve daha etkin hale getirilmesi amacıyla okullara göre planlamalar yapılır.
c) Okulların yoğun olduğu mahallerde gençlik çalışmalarının yürütülebileceği, gençler için cazibe merkezi olacak Diyanet Gençlik Çalışmaları Merkezleri ve okuma salonları açılmasına veya gençlik merkezi vb. mekânların kullanılmasına yönelik çalışmalar yapılır.
ç) Okullar periyodik aralıklarla ziyaret edilir. Okul ziyaretlerinde sadece konferans tarzı etkinliklerle yetinilmez. Düzenli ve sistematik programlar aracılığıyla gençlerle iletişime geçebilmenin imkânı oluşturulur.
d) Okullarda Diyanet çalışmalarını koordine etmek amacıyla genç gönüllüler arasından temsilciler belirlenir.
e) Okul temsilcileri ve sınıf temsilcileri ile periyodik değerlendirme toplantıları gerçekleştirilir.”

***
Şimdi ben saygıdeğer okurlarıma birkaç soru soracağım, isterlerse onlar da çevrelerine sorsunlar. 
Acaba bu çağda; 
Kim, çocuklarının bilimden uzaklaşmasını ister?

Kim, yakın çevre ve uzaklardaki insanların; düşünce, anlayış, inanç, milliyet farklılıkları nedeniyle  çocuklarınca yok saymasını, düşman görülmesini ister?

Kim, çocuklarının sadece yerli, milli, dindar ve kindar bir eğitim alarak yetiştirmesini ister?

(İşte bugün böyle nesiller yetiştirmek istiyorlar.  Onun için hedeflerinde okullar, çocuklar, gençler var.)  

Peki, yukarıdaki yönergenin "hizmetleri" size kimin örgütlenme tarzını hatırlatıyor?!...


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız