ırkçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ırkçı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ocak 2022 Cuma

Coğrafya Kader Mi?

Geçtiğimiz yaz mevsiminde çokça deprem, sel, orman yangının olması, zaten pek çok toplumsal sorunu bulunan ülkemize zor günler yaşattı. 

Belki de bu yüzden: “Coğrafya Kaderdir!” sözü sıkça kullanılır oldu. Aslında bu söz, hem iklimsel (ya da bilimsel) hem de inançsal bir yargıdır. 

Yaşam başladığından beri, her coğrafya ve oradaki her varlığın kendine özgü demirbaşları olmuştur. Bu demirbaşlar, her özneye bazı eksi ve artılar sağlayan fiziksel, biyolojik farklılıklardır. Bu farklılıklar zamanla; değişim-dönüşüm-başkalaşıma uğrasa bile hep var olacaktır. 

Fakat ülkemiz ve benzeri ülkelerde, bu doğasal gerçekliğin bilimsel yönü bile isteye es geçilmiş, sadece insanı çaresiz-pasif kılan ve keder üreten kaderci bölümü öne çıkarılmıştır. 

Böylece bu sözün büyüsüne kapılan insanlar; insan ve emek karşılığı olan haklarını istemek yerine, sadece egemenlerce kendisi için uygun görülenlerle yetinmeyi, pasif ve suskun olmayı öğrenmiştir.

Fakat bilimsel bakışı ve onun araştıran deneysel yöntemi bu kaderci anlayışlara boyun eğmemiştir. Ne yapmalı, nasıl yapmalı diye hep çareler aramış, bulmuş ve uygulamıştır. 

Bu anlayışa varan emekçiler, haklarını bildikleri için verilenle yetinmemiş, haklarını isteyip almış, sömürü çarkı içinde olup-biten haksızlık ve yolsuzlukları açığa çıkarıp hesap sormuştur. Ve böylece haklarını alan emekçiler daha istekle çalışıp, daha çok üretmişler. 

İşte bizim gibi ülkelerde eksik olan, bu bilimsel ve insani anlayıştır!   

Eğer biz ve benzer ülkelerde de bilimsel anlayış egemen olsaydı insanlar; arar, bulur, durmadan istekle çalışır, kurak çöllere bile yaşamı taşırlardı. Böylece, birer doğa olayı olan: deprem, sel ve orman yangınlarındaki insan hataları sonucu  oluşan kayıplar tümüyle engellenmiş olmasa bile, zararlar en alt düzeye inerdi.


Fakat olan olmuş, keder üreten coğrafya, kendisine kaderci bir iktidar ve muhalefet yaratmış, onlar da çaresiz, yılgın, güvensiz halkı, oyalamaya çalışmış ve buna devam ediyorlar.   


***


Şimdi size, çokça tepki çekeceğimi bile bile: 


Yirmi yıllık iktidar ülkede, en çok ırkçı-milliyetçi-İslamcı-savaşçı-çıkarcı olanlara yaradı! 


MHP ve İYİ Partinin ırkçı anlayışı hem iktidara hem de muhalefete kelepçe olmuş, onları kuşatıp kıskaca almıştır!


Bunun için de AKP iktidarı yönetemiyor, sürekli olarak muhalefet içi bir denge arayışında olan CHP de gelişip yol alamıyor! 


Ve sonuç olarak şimdi ülkenin gündemi: 'Kim daha Türk, kim daha İslam' olmuş durumda!


Desem!... 


Ki, dedim bile...


Peki, bu dört cümle sizce yanlış mı?


Kuşkusuz, 'Yanlış!' diyen pek çok kişi de diyecektir ki: 


İYİ Parti başka, MHP başka parti değil mi? 


Gerçi, bir soru, başka bir soru ile cevaplanmaz derler ya, bence bu soru için, bir karşı soru çok gerekli: 

 

Peki, İYİ Parti ve MHP'nin hangi ilkeleri, hangi söylemleri farklı?


Şimdi de geçmişten bugüne bazı sayısal verilere bakalım:


2002'de: AKP: %34,42 / CHP: %19,42  / MHP %8,35 ... oy almış.


Günümüz kamuoyu araştırmalarına göre: AKP ve CHP'nin oyları aynı kalırken, İYİ Parti ve türevi olduğu MHP'nin toplam oyları: %25 olmuş! 


Yüzde 8,35 olan oyları şimdi yüzde 25'e ulaşmış! 


İşte bu sonuç da onların egosunu coşturmuş!


Bu anlayış; ülkemizdeki milyonlarca, Kürdü, onların dili ve kültürünü yok saymakta, onlarla bir arada bulunmak istememektedir. 


Bu, herkesi Türkleştirmek, Turan'da buluşturmak ülküsü olan bir anlayış. Bu anlayışla insanlarımız, ayrışıp kutuplaşmakta, böylece ülke sorunları çözümsüz kalmaktadır. 


Bunun için halkımız, sindirilmiş, yılmış, olup bitenlere duyarsız, suskun kalmış bir durumda. 


Bunun için ülkemizde acılar, bir değil, birkaç değil, sıralansalar katar katar uzayıp gider. 


Örnek olsun diye acı ve yaralarımızı taşıyan katarın, sadece bir vagonuna bakalım birlikte:   


Önlem alınmadığı için aynı zamanda 7 ilde 21 yangında ormanlar, börtü böcek ve nice canlılar yanıp yok oldu. 


Birilerine çıkar sağlasın diye plansızca dere, ırmak yataklarına yapılan barajlar dolup taştı, oluşan seller; köprüleri, evleri, bahçeleri, tarlaları, nice can ve canlıları yok etti.


Çıkar çevrelerine bilmem kaç yıllığına sunulan limanlarımızın, birer kokain geçiş merkezi olduğu söyleniyor.


Gasp edilen insani ve mesleki haklarını isteyen veya bir konuda farkındalık yaratmak isteğiyle sokağa çıkmak isteyen: avukat, doktor, memur, öğrenci, işçi ve köylüler, jandarma ve polislerce kuşatılıp yürütülmüyor, hatta bazen darp ediliyor. Bu evrensel insan hakları ve hukukuna karşı duruştur. 


Askıda ekmek, daha ucuz ekmek alabilmek için uzun uzun kuyruklar!


Çok sık aralıklarla, benzine, mazota, doğalgaza, elektriğe zamlar...


Kısmi afla organize suç liderleri, saldırganlar, dolandırıcılar hapisten çıktı. Onların yerleri de düşüncesini açıklayanlarla dolduruldu.


Ülkemiz, tüm komşu ülkelerle kavgalı iken, çıkarlar üzerine kurulan dostluklarla, Katar ile Suudi Arabistan'ın albenisi arttı.


Ve eril bir anlayışla: Aysel Tuğluk'a yaşatılanlar, Sezen Aksu'nun 'dilini koparma' isteği, Sedef Kabaş'ın gece yarısı gözaltına alınması ve Garibe Gezer'in 'garip' intiharı...


Eğer halkımız, geçen yaz yaşanan yangın, deprem, selleri ve onların yaşattığı acı ve kederleri, çare bulunmaz bir 'kader' sayarsa...


Ve eğer, tüm acıları sorgulayıp bir daha yaşanmaması için iktidarı önlem almaya zorlamazsa, o zaman gelecek yaz ve sonrası yıllarda aynılarını, belki daha da büyüklerini yaşarız. 


Fakat eğer, yangınları söndürecek uçaklar, araç-gereçler, deprem ve seller için de gerekli koruyucu önlemler alınırsa, o kader de kederler de değişir.


Bunun için de bilimsel, demokratik ve barışçıl birliktelikler gerekir. 


Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


7 Ocak 2022 Cuma

‘Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne Çekince!


Anadolu, dünyanın en eski yaşam beşiklerinden birisidir. Binlerce yıldır bu coğrafya; hem çok tanrılı hem de İslamiyet, Hristiyanlık, Yahudilik gibi dinler ve Türk, Kürt, Rum, Ermeni, Süryani, Azeri, Laz, Çerkez, Gürcü, Terekeme gibi yüzlerce halk için barınak olmuştur. Bu ortak vatanda, her halkın kendine özgü dili ile tüm yaşamını içine alan bir kültürü olmuştur. 

İnsan psikolojisi gereği olarak, herkes önce kendisini ve kendisine yakın olanı sever. Fakat, bence bu doğal "ben" duygusu, bireysel bir tercih sayılmalı ve toplumsal yaşama hiç yansımamalı. Çünkü toplumlar; eğer eşitlikçi anlayış ve karşılıklı saygı içinde olurlarsa, ancak o zaman pek çok farklılığı huzur içinde bir arada yaşatabilirler. 

Bir ülkede bir grup: "Bu coğrafya bizim, biz ne istersek olur!" anlayışıyla, 'diğer' gruplara ait; dili, dini, inancı, müziği, kültürü görmezden gelerek yok sayarsa... Onların yaşadıkları, köy, mahalle, semt, kent, bölge, dağ, ova adlarını değiştirir, çocuklarına vermek istedikleri isimleri sınırlayıp yasaklarsa bu anlayışa ne denir?


Sanırım buna tücül anlayış demek yeterlidir. 


Katılımcılığı, çoğulculuğu, çeşitliliği, istekliliği yok eden, sindiren, susturan, sadece kendi doğrularını dayatan tepeden inmeci tekçi kötücül bir anlayış... 


Kötücül anlayışın olduğu ülkelerde egemen güç; en çok kendi dilini, inancını, yaşam tarzını, müziğini, kültürünü sever ve bu değerlerini asimile etmeğe çalıştığı diğer farklılıklara dayatır. 


İşte bu dayatmalar, doğal olarak diğer grupların tepkileriyle karşılaşır ve dirence dönüşür. Bu direnç sonucunda da çatışmalar, baskılar ve acılar başlar. 


İşte bu acılardır; öfke-kine dönüşüp bireysel ve toplumsal belleklere kazınan, bunlardır unutulmadan geleceğe kötü miras olarak taşınan.    


***

"Hatırlamak, bir buluşma biçimidir" der Halil Cibran.

Herkesin derinlerinde örtük bellekleri vardır, buralarda depreşir tüm içtepi, fısıltı, coşku ve acıları... 


Herkesi en çok bu yaraları yaralar, bu coşkuları oyalar. 


İşte, tüm bu içeride baskılanıp saklananların dile gelmesidir yüzleşmek. 


Her insan dile getirirken; dinleyenle, halden anlayanı ile buluşur, onlarla çoğalır, iç çatışmaları sönümlenir, huzur ve barışa kapısı aralanır. 


İki dünya savaşı, uzunca yıllar da soğuk savaş yaşamış olan insanlık; öfke-kin-düşmanlık gibi belleklere kazınacak yaralar oluşmasın diye hep çareler aramıştır. "Çocuk Hakları Sözleşmesi" de bu çarelerden biri olarak karşımıza çıkar.


"Çocuk Hakları Sözleşmesi", Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun 20 Kasım 1989 günkü oturumunda kabul edilmiş ve 2 Eylül 1990'da da yürürlüğe girmiştir. 


Sözleşmenin amacı: geleceği kuracak olan çocuklar arasında her tür ayırımcılığı engellemek ve onlara eşitlikçi bir anlayışla: insan haklarını vermektir.


Bu hak-hukuk sözleşmesi, amacına ulaşmak için tüm taraf devletlere bazı sorumluluklar yükler.


Türkiye, bu sözleşmeyi 14 Ekim 1990'da imzaladı ve 27 Ocak 1995'te Resmî Gazete'de yayımlayıp yürürlüğe koydu. Fakat, imzalarken de bu sözleşmenin üç maddesine 'çekince' koymayı unutmadı!


Çekince konan maddeler ülkemizdeki azınlık çocukları, özellikle de ülke çocuk nüfusu içinde önemli bir yer tutan Kürt çocukları içindi.


İşte, "biz et ve tırnak gibiyiz" dedikleri için çekince konan o maddeler:


  • Madde 17: Kitle iletişim araçlarının azınlık grubuna veya bir yerli ahaliye mensup çocukların dil gereksinimlerine özel önem göstermeleri konusunda teşvik edilmesi.  

  • Madde 29: Çocuğun anne-babasına, kültürel kimliğine, dil ve değerlerine, çocuğun yaşadığı veya geldiği menşe ülkenin ulusal değerlerine ve kendisininkinden farklı uygarlıklara saygısının geliştirilmesi.

  • Madde 30: Dini ya da dilsel bir azınlığa ya da yerli halka mensup bir çocuğun, kendi kültüründen yararlanma, kendi dininin gereklerini yerine getirme ya da kendi dilini kullanma hakkından yoksun bırakılmaması. 

Bu çekinceler, ülkemizde bulunan birçok etnik kültürün çocukları için; dil, eğitim, kültür hakları kısıtlamasıdır. Fakat sözleşme, her çocuğun kendi anadilinde eğitim alma hakkı olduğunu ilan ediyordu. Demek ki, çekinceler, sözleşmenin amacı ve demokratik özü ile de bağdaşmıyor.


Çünkü, bir örgün eğitim kurumunda okutulup öğretilmeyen anadiller ve kültürler zamanla unutulup kaybolur.


Çünkü, bir kültürün yok olması, o toplumun da gelecek zamanda yok olması demektir.


Çünkü, bu engellemeyle, anadili dışında bir dil bilmeyen ebeveynler ile çocukları-torunları arasındaki iletişim bağı koparılıyor. Ayrıca böyle bir eğitime karşı olanların çocuklarını da eğitim dışı bırakıyor. 


Çünkü, bir dili, onun kültürünü yok eden asimilasyondur bu! Ve suçtur.


Eğer bir çocuğun ait olduğu topluluğun dili ve kültürünü öğrenmesi temel bir insan hakkıysa (ki, öyledir), o halde bu hizmet, her çağdaş devletin öncelikli bir görevidir.


Her çağdaş devlet, tüm çocuklara ayrımsız olarak kendi anadillerinde, bilimsel ve parasız bir örgün eğitim sağlamalıdır.


Demokrasiler; katılımcılık, çoğulculuk, çeşitlilik içinde ve istekli olarak verilen emeklerle gelişirler. 


Eşit, özgür, mutlu ve barış içinde bir yaşam sürmek isteyen her ülke, öncelikle içindeki farklılıkları saygın birer zenginlik saymalı, onlara eşit hizmetler sunmalıdır.

 

Şimdilerde, 4-5 yaşlarındaki çocukların, 2-3 dili kolayca öğrendiği ve bu çocukların hem okulda hem de iş yaşamında daha başarılı olduğu gerçeği tartışmasız kabul ediliyorken...


Ve şimdilerde uygar dünya çok dilli eğitim sistemlerine yönelmişken...


Niçin bizim ülkemizde de çift dilli veya çok dilli eğitimi başlatacak bir süreç başlatılmaz!


***

Şimdi de bazı kolay sorularla yazımızı sonlandıralım:


"Çocuk Hakları Sözleşmesi" bir hak-hukuk sözleşmesi midir?


Peki, bu sözleşmenin imzacısı olan ülkemizde: Kürt, Laz, Çerkez, Gürcü gibi farklı kimlikli çocuklar niçin kendi anadillerinden eğitim alamıyor?


Peki, Türkiye niçin bu hak ve hukuk sözleşmesine koyduğu ayrımcı-ırkçı çekincelerini kaldırmıyor?


Ve çok çok kolay üç soru daha:


Bu sözleşmedeki insan haklarını isteyenler mi bölücü?


Yoksa bu sözleşmeye bu çekinceleri koyanlar mı bölücü?


Şimdi söyleyin bakalım, kimdir ayrılıkçı ve bölücü?!


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

2 Ekim 2020 Cuma

ÜRKEK MUHALEFET ile HDP


AKP-MHP iktidarı sonunun geldiğini biliyor!.. 

Bu gerçeği; dip yapan ekonomi, işsizlik verileri, meydan, sokak, pazar görüntüsü ve anketlerden görmüş, öğrenmiş, anlamıştır. Bu korku ve panik hali ona, ülke içinde; taraftarlarını muhaliflere düşman etmek, dışarıda da ülke için yeni yeni düşmanlar bulmak için sürekli algılar yaratmak gibi pek çok yanlış yaptırıyor. Korkuyorlar! İşte bundandır, bir o yana, bir bu yana saldırmaları. 

Tek amaçları, çökmekte olan iktidarlarını korumak!..

Tek hedefleri, iktidara  göz dikmiş "ürkek muhalefet"

Asıl korkuları da, ürkek muhalefetin HDP gibi dik durması...

Bir de buruk sevinçleri var: "Muhalif olan parçaların hiçbiri tek başına iktidar olabilecek kamuoyu desteğine sahip değil!..."

Muhalefetin Çaresizliği 

Ürkek muhalefet; aslında iktidarın her gün güç yitirdiği, muhalif olan hiç bir grubun da %50+1 oyu bulamadığı gerçeğini biliyor ve görüyor. Fakat diğer gruplarla demokratik uzlaşıyı sağlayacak güç birliği için gerekli ortak paydayı kuramıyor. Çünkü her grup kendince şark kurnazlığı yapıyor; "diğerlerine" kendi özlem, çıkar ve ilkelerini dayatarak onları kendilerine benzetmeye çalışıyor.

Ürkek muhalefetin ortak noktaları: HDP düşmanlığı!.. 

Oysa birlikte olmanın muhteşem başarısını, büyük şehir belediye seçimlerini bir bir kazanırken gördüler. Bu başarının tek mimarı da "çirkin ördek yavrusu" ilan ettikleri HDP olmuştu. Bu gerçeği de gördüler, 'mahcupça' kabul ettiler, fakat bu partiyi aralarına almayı hiç istemediler.

O günlerde HDP; "demokrasi ve barış" kazansın dedi ve bu kurnaz pragmatist anlayışlara yardım etti. Fakat onlar; 'bu partinin de bizler gibi amaç, ilke ve öncelikleri var.' diye hiç düşünmediler. 

Çünkü HDP ülkede baş sorunun Kürt sorunu olduğunu ve bu sorunun ancak "demokrasi - barış" ortamında, her farklı kimliğe eşit vatandaşlık hakları tanımakla çözüme kavuşabileceğin söylüyordu. Ama ürkek muhalefet (ki, sanki içinde bir Doğu Perinçek damarı saklı); bu görüşleri bölücülük sayıp karşı çıkıyor, duymak bile istemiyor ve tıpkı AKP-MHP iktidarı gibsadece HDP'nin oylarını istiyorlar.  

Bu anlayış içindeki ürkek muhalefet, iktidarı alacak adımları atmıyor. 

***

Bu iklimin etkisinde kalan dostlarımız sık sık soralar: 

"Kürtlerin neyi eksik, hangi hakları yok ki?" 

-Sadece bir kaçını sayalım bakalım: 

Kürtlerin ana dillerinde; okur-yazar-konuşur olmaları, şarkı-türkü-masal söylemeleri, çocuğuna isim vermeleri, ölüsüne mevlit okumaları..., yasaktır. Coğrafyalarındaki, dağ, tepe, köy, kent isimleri değişmiştir. Sadece bunlar bile onların; kimliksiz, köksüz, kültürsüz bırakılmak istendiğini göstermez mi? 

Özetlersek: dil, bir halkı geleceğe taşır. Hani: “Savaş barutsuz kalınca kaybedilir” ya, bir halk da dilsiz kalınca...

Kimliksiz, köksüz, kültürsüz kalmak!...

Şimdi lütfen bir an için kendinizi bu hakları olmayan bir Kürt olarak düşününüz. 

Düşündünüz mü? Peki, neler hissettiniz?

Biliniz ve inanınız ki, bu insanlar 3-4 kuşaktır hep bu duygu ve hisler içinde dirençle yaşadı ve yaşıyorlar. 

Onların bu istekleri birer lütuf değil ki, her biri evrensel insan hakkı, hem de ülkemizin altına imza attığı insan hakları sözleşmesi içinde satır satır sıralanan haklar...  

Bu coğrafya  dünya kültürüne beşik olmuş Anadolu... Bu toprakların en kadim halklarından birisidir Kürtler. 

O halde, Kürtlerin insani hakları, kültürleri niçin yok sayılıyor?

Peki, vicdanlar olanlara neden sessiz?! 

Bu ayrımcılık, nefret suçu, ya da ırkçılık değil mi?

HDP'nin nice lideri ve üyesi hapiste, seçimle kazandığı hemen hemen tüm belediye  başkanlıkları kayyımlara devredildi. Yetinmediler, şimdi de Anayasa Mahkemesince aklanmış ve haksızlık yapıldı diye mağdurlarına tazminatı ödenmiş olan bir davayı yeniden gündem yaptılar kitlesel gözaltılar(!) yapmaya başladılar.  

Haa, bir de Demirtaş'ın o meşhur kahvaltıda buluşma teklifi vardı. Bu insani diyalog çağrısı bile ilkel kan davası anımsatmasıyla karşılık buldu. Ne kadar yoz ve çirkin!...

Ey muhalefet partileri! Hani siz hak-hukuk-adalet diyordunuz neredesiniz?  

Artık gerçeklerle yüzleşiniz! Seçimlerde "istemem yan cebime koy"  şark kurnazlığını da bırakın, bu kurnazlık sürgit devam edemez, etmemeli...   

Sağduyu, HDP ile demokrasi ve barış ortak paydasında buluşmanızı ister.

***

Zaten iktidar işini bırakmış, elindeki yargı, yürütme, güvenlik, eğitim, medya ve algı mühendisliği desteği ile muhalif insanları ve onların temsilcisi olan parçalı muhalefete yükleniyor. Onları bir arada tutmamak için farklılıklarını "düşmanlık" haline getirmeye, parçaları uzlaşmaz kılmaya çalışıyor. Ve onları; haksız, hukuksuz, adaletsiz, güvensiz, güvencesiz, eğitimsiz ve çaresiz bırakmayı başarıyor. 

İktidardakiler, muhalefeti dağınık ve uzlaşmazlık içinde gördükleri an, ellerini ovuşturup gülüyor, sonra da bu durumu fırsata çeviriyorlar. 

Eyy, parçalı muhalefet ve destek verenler! 

Yıllardır; EGO, kibir ve baskıdan çok çektik. Eğer çektiklerimizin bitmesini, bize çektirenlerin de demokratik yollarla gitmesini istiyorsak, şimdi farklılıkları zenginliğe dönüştüren adımları atmanın tam zamanı... 

Biz farklılıklarımızı kabul edip ve birbirimize saygı duydukça çoğalır ve "insanlık" ailesinde yer alırız. O halde bu barışçı birlikteliğe kim engel olmak isterse onların; EGO'ları, ırkçı, dar grupçu anlayış ve eylemlerine de karşı  durmalıyız. Ancak o zaman ortak vatanda demokrasi ve barış içinde mutlu, huzurlu bir yaşam olabilir.    


Diğer yazılarım için: tıklayınız