Kürtçe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kürtçe etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2024 Cumartesi

Hayat Bilgisi


Eğitimciler, her konuda az-çok bilgi sahibi olması gereken kişilerdir. Okullarda her konuda az-çok bilgiyi de: 'Hayat Bilgisi' dersi kazandırır.

‘Hayat Bilgisi’; okula yeni başlayan çocuklara, üç yıl süre ile verilen bir dersin adıdır.  

'Hayat Bilgisi', bazı lokantalarda: 'Aşçı Tabağı' adıyla servis edilen bir yemeğe benzer. O tabak içinde, her çeşitten 'biraz' olduğu için de müşterisi aç kalmaz derler... 

Hayat Bilgisi konuları, yaşamın sürekli döngüsü içindeki ‘herkes’ içindir. Önyargı ve inat üretmeden, güncel ve yenilikçi anlayışla kişiye özgünlük kazandırmak isteyen bir derstir. 

Hedefinde: okuyan-yazan, gözlem-deney yapıp düşünen, yeni bilgilerle tanışan, onları bilinenlerle kıyaslayan, konuşan, tartışan, üreten ve her gün yenilenen özgün insanlar vardır. 

Sanırım, 'Hayat Bilgisi' dersinin en sevdiğim ders oluşu bu yüzdendir.  

Çünkü, bu ders: 'hem öğrenci hem de öğretmen' olarak her olgudan bir çıkarım yapmayı ve yaşam boyu; gelişen, üreten, paylaşan, uzlaşan bir birey olmayı öğretir insana. 

Bilimlerin kalıcı olduğu, bilgilerin de kısa ömürlü, geçici olduğunu herkes kabul eder. Dünyadaki bu hızlı gelişim-dönüşüm-değişim; sosyal yaşamı, teknolojiyi, bilgi ve tüm alışkanlıkları eskitir, işlevsiz kılar ve zamanla yok eder. Bizler eskileri bırakıp, yenileri kullanırken, bilim insanları da hiç boş durmaz yeni buluşlarıyla insanlığa hizmet ederler. 

Eğer bir toplum veya insan kendisini, bu hızlı değişim-dönüşüme uygun olarak güncellenmezse, işte o zaman geriler ve yenik düşerler.

Gerilememek ve yenik düşmemek için toplumsal dayanışma artmalı, her birey yaşam boyu: 'hem öğrenci hem öğretmen olma' ilkesine uymalıdır. Çünkü bu ilke toplum ve bireyin dinamosudur, bundan aldıkları güçle farkı fark eder, uyum sağlar ve yenilenirler. 

* * *

Birkaç satır aşağıda bir konuşmadan alıntılanmış, duyulan, bilinen ve çok düşündüren dört satırlık bir alıntıyı paylaşacağım. Kaynaklarda bir netlik yok, fakat bu söz ya Hrant Dink'e ya da Rakel Dink'e aittir. 

İşte o alıntı:  

"Ben üç dil biliyorum:
Ermenice, Kürtçe ve Türkçe.
Benim içimde bu üç dil hiç kavga etmiyorlar,
Barış içinde yaşıyorlar!”


Bu kısa fakat anlamlı söylem, aslında bir toplumsal çığlıktır.

Ve bu çığlığın derinlerinde de ülkemiz halklarının pek çok acısı ile özlemi saklıdır.

Eğer söz sahibi konuşmasına biraz daha devam etmiş olsaydı, bence peşi sıra bizlere şu soruyu da soracaktı:

-Peki, bu barışık dillerimiz günlük hayatımızda neden/niçin kavgalı?!..
O diller ki, yılanı deliğinden çıkarır ve kalpten kalbe yol açarlar! 

Acaba bizim ellerde o diller neden yasaklı ve de niçin kavgalı?  

Bildiğiniz gibi ben öğretmenim hem de bir vatandaşım. Şimdiki görevim, bu yaşanmış gerçeği/bu tuhaflığı bir 'olgu' kabul etmek ve 'Hayat Bilgisi' bilgilerimle, bu olgu için neden-niçin sıralaması yapıp bazı çıkarımlarda bulunmaktır. Böylece bu toplumsal yaraya kendimce 'insani' bir çözüm bulup katkıda bulunmak, hem de bu ayıbı teşhir etmektir.  

Öğretmenim demiştim, fakat ben bir öğretmenin: "...şu kadar satır yaz / şu kadar sayfa oku-yaz-çöz / şunu yap, bunu çiz.." diye başlayan, sınırı ve amacı belirlenmemiş ödevlerini hiç sevmem! 

Hayat Bilgisi ödevlerine ise bayılırım! 

Sevgili okurlarım, eğer kızıp darılan olmazsa, size bir Hayat Bilgisi ödevi vermek istiyorum.  

Haydi birlikte bir Ödev Oyunu oynayalım!   

İşte ödevimizin konusu: 

"Ben üç dil biliyorum:
Ermenice, Kürtçe ve Türkçe.
Benim içimde bu üç dil hiç kavga etmiyorlar,
Barış içinde yaşıyorlar!”
 

Ödev Soruları:
1. Soru: Yukarıdaki sözlerin sahibi kişi ne demek istiyor?
2. Soru: O kişinin içindeki barışık diller, dışarıda niçin/neden kavgalı?

Ödevin Süresi ve Kuralları: Süre isteğinize bağlı ve sınırlaması yoktur. İsteyen bu konuyu anlatan bir yazı yazar. İsteyen bir kişi veya gruba sunum yapar. İsteyen görüşlerini bana yazılı bildirir. Ancak tüm çıkarım ve çözüm önerilerinizin özgün anlatımınızla yapılması zorunludur. 

Ödev için Kaynaklar:

Tüm tarih, sosyoloji, felsefe, psikoloji, psikiyatri, ve pedagoji kaynakları ile kaynak kişi sunumlarından yararlanmak serbesttir.

Ödev ile ilgili hatırlatmalar:

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre; 
*Madde 1: Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar... 
Madde 2: Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir. 
*Anayasalarla o ülke vatandaşlarının hakları belirlenir. 
*Cumhuriyet öncesinde yurdumuzda Osmanlı İmparatorluğu egemendir. *Osmanlı 3 kıta, 7 denizin olduğu büyük coğrafyada 623 yıllık ömründe: yükselmiş, duraklamış, gerilemiş ve yıkılmıştır.
*Osmanlı İmparatorluğunda 1876'da Anayasa ilan edilir, 1878'de askıya alınır ve 1908 yeniden yürürlüğe girer. 
*Osmanlının, emperyalist güçlerce işgal edilen topraklarını kurtarmak için 'Kurtuluş Savaşı' başlamış ve daha devam ederken 1921 Anayasası kabul edilir. 29 Ekim 1923'te Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Daha sonraki yıllarda da 1924, 1962, 1982 Anayasaları kabul edilir... 

Kolaylıklar dilerim.  

26 Şubat 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (8)


Sosyal medyada hesap açmış olsa da etkili olarak kullanamıyordu. Hemen 'akıl hocam' dediği Ayşe'ye telefon edip, akşam üzeri çardakta buluşmayı teklif etti ve söz aldı. Sonra çay yanında ikram edecekleri için eli işte, düşleriyle de geçmişte olarak 
hazırlığa başladı.

* 

Mutlu bir evlilik yapıp anne-babasını mutlu edememiş, onlara özlemleri olan torunlar verememiş, anne olmanın hazzını; öğrencileri, arkadaş ve komşu çocukları ile yaşamaya çalışmış fakat sonunda 'yalnız' kalmıştı.  Kendisini; sığınak arayan çaresiz birisi ya da güzel apartmanlar arasındaki bir gecekonduya benzetmesi bundandı. Sonra bu duygu ve sıfatlara "Hayır!"-diye karşı çıkar, kendini paylar, donanım, güzellik ve erdemlerini bir bir sıralardı: "Benim büyüleyici gözlerim, ölçülü bedenim, mesleğim, 'insanlığı' odak alan, kucaklayıcı, eşitlikçi bir anlayışım var." -demekle yetinmez: "Peki, acaba ben çok seçici olduğum için mi evlenemedim, bu yüzden mi yalnız kaldım?" -diye yeniden kendini sorgulardı. 

O, evliliğin ilk günündeki gibi gülerek, titreyerek, el ele tutuşarak ve o heyecan yaratan duyguların sevgi-saygıyla devam etmesini istiyordu. Ama hiç de böyle olmadığını görüyor, anlıyor, biliyordu. O, gülermiş gibi yapan bir kurnaz eş olmamak için seçici davranmış yıllar öncesi yapılan birkaç teklifi kabul etmemişti. 

Aslında onun da iyi bir eş bulmak, iyi bir eş ve anne olmak, çocuklar doğurmak, onları sevip, sarmalayıp okşamak, emzirmek, ninnilerle masallarla büyütmek, iyi okullarda okutmak, iş sahibi olarak evlendirmek... Ve sonra da torunlara sahip olmak gibi istekleri vardı. 

Zaten bunlar birer düş veya hiç de 'olamaz' istekler değildi ki! Yaşıtı olan pek çok arkadaşı bu isteklerini gerçekleştirmişti, onlara özeniyor, hatta onları kıskanıyordu. İşte kimseye açıp paylaşmak istemeyip kendisinde saklı tuttuğu bu yüklerdi içine yağmurlar yağdıran.  

Şimdi kafası, örtüşen, örtüşmeyen pek çok duygu ve düşünceyle doluydu: "Acaba, yıllar öncesinden bugüne, bende heyecan yaratıp içimi titreten, özlemle 'keşke' diye diye aradığım birisi-birileri var mıydı?" -diye bir arayıştaydı. Bu içindeki alevleri söndürmek, soğutmak yerine, geçmişi kurcalayıp oralarda kendisini suçlayacak konular arayışıydı. Güneşin kavuran sıcaklığı azalmış, saat 5'e yaklaşmıştı. Birazdan komşu kızı Ayşe gelecekti.

*

Ayşe, cıvıl cıvıl mavi gözlü, samimi, sempatik, hoşsohbet bir kızdı. Çok az puan farkıyla Hukuk Fakültesine giremediği için bu yıl da dershaneye gidiyordu.   

Ayşe, gelince eve girmedi hazır olan tepsi ve çaydanlığı alarak birlikte çardağa gittiler. Piknik tüpü yakıp çayı kısık ateşte demlemeye bıraktılar. Kısa bir hoşbeşten sonra 

Birsen'in "Sevgili Ayşe, acaba telefon ve adres bilgisi olmayan 'Haydar ... ' adlı arkadaşımı bulmam için yardımcı olabilir misin? "-sorusuna:

Ayşe, "Tabii ki olur, Biricik Ablam!-dedi ve sosyal medyada kısa bir arama yaptı, aynı isimi taşıyan çok kişi buldu. Birsen, bunları tek tek inceledi, ayıkladı: "İşte, Haydar bu!..." -diye bir çığlık attı. Ve Ayşe'nin isteğiyle, kendi sosyal medya hesabını açıp, Haydar'a arkadaşlık teklifini gönderdi, onun son mesajını beğenip, yorum kısmına kendisini tanıtıp ev ve cep telefon numarasını yazdı. 

Haydar'ı arama ve mesaj gönderme işi 15-20 dakikada bitmiş, neşeli bir sohbet ve çay eşliğinde, kurabiye, peynirli börek ile dünden kalma zeytinyağlı sarmaları iştahla yemeye başlamışlardı. Göz ve kulaklarının beklediği mesaj gelmemiş, fakat vedalaşma zamanı gelmişti. Birlikte kap-kacağı toplayıp bahçeden çıkıp evin kapısına gelince, Ayşe'ye tekrar teşekkür edip, öpüştükten sonra ayrıldılar.

Eve girince, çardakta bastırdığı heyecanı geri geldi, titredi, içi içine sığmaz oldu ve dolaşarak telefonun çalmasını bekledi. Akşam sekize doğru ev telefonun sesiyle irkildi, yurtdışından aranıyordu. Arayan Haydar'dı. 

Birsen, birkaç saniye kimse konuşamadı, 'Alo' deyince de karşı taraf tok bir sesle: "Merhaba, sevgili arkadaşım merhaba! Ben, Haydar" -dedi. Birsen yine birkaç saniye konuşamayınca Haydar, Almanya'da olduğunu yakında Türkiye'ye geleceğini görüşüp uzun uzun konuşmak istediğini söyledi. 

Birsen'in tutukluğu biraz olsun geçtikten sonra: "Haydar arkadaşım, sana karşı mahcup olduğumdan tutuk kaldım, konuşamadım. Sen, sevip saydığım bir meslektaşımdın, fakat bir gece ansızın alıp götürüldün ve bizler seni hiç aramadık, sormadık. Özür dilerim." -dedi ağlamaklı olarak, 'Özür dilerim' cümlesi zor anlaşıldı.

Haydar: "Birsen öğretmenim, lütfen üzülmeyiniz, zaten siz arasanız da bana ulaşamazdınız ki! Bu konu biraz uzun ve çok karışık, en iyisi bunu e-mailiniz varsa söyleyin ben yazıp göndereyim."-dedi ve sonra e-mail adreslerini birbirlerine yazdırıp, bundan böyle bu saatlerde, ev telefonu ile görüşmek üzere sözleştiler...  

Haydar'ın e-mail adresine yazdıklarını sabah kalkınca gördü:    

*     

“Birsen Öğretmenim merhaba;

Sizinle görüştüğüm için çok ama çok mutluyum.  

O baskın gecesinden önce, sizin okula nasıl geldiğimi anlatmalıyım:

Sürgün geldiğim ilin merkezine yakın bir köyde öğretmendim. Maaş almak için il merkezine gitmiştim, maaşımı aldım ve arkadaşlarımla dernekte buluşup sohbet ettik ve vedalaştık. İhtiyaçlarımı almak için çarşıya gidiyorken, kalabalık bir grup sloganlar atarak geçiyordu, durup onları izledim, o sırada elinde bir tomar kâğıt olan biri, teksirle çoğaltılan bir bildiriyi elime tutuşturdu. Sonra okumak için katlayıp cebime koydum ve alışveriş yapacağım yere doğru yürüdüm. Birden birisi önüme çıkıp polis olduğunu söyledi ve kimliğimi istedi, çıkarıp verdim, baktı baktı ve ‘ellerini kaldır üstünü arayacağım’ dedi. Aradı ve o bildiriyi buldu. Birlikte karakola gittik. Geçmişimi ve okumadığım o bildiri hakkında sorular sorarak ifademi aldılar ve gece saat 3’e doğru serbest bıraktılar. Bir hafta sonra köye iki müfettiş geldi ve bana yine o bildiriyi sordular... Sonra da beni sizin okula sürgün ettiler. (Not: ben o bildiride neler yazıldığını hiç öğrenemedim.)

Bu atamayı iptal etmesi için Danıştay'da dava açmış, onun sonucunu bekliyordum. İşte sizin de bildiğiniz o gece yarısı ‘Polis!... Aç, aç kapıyı!’ ve kapıya inen darbe sesleri ile uyandım. Kapıyı açtım üç maskeli kişi içeri girdi. Beni kelepçeleyip evi didik didik aradılar. Birkaç kitabı ve beni alıp evden ayrıldılar. (Ev sahibim de uyanmış korku içinde bizi izliyordu).

Yine o okumadığım bildiri ve hiç tanımadığım bazı isimler hakkında bilgi istiyorlardı. Ben ‘bilmiyorum’ dedikçe, onlar çılgınlaşıyor ve dövüyordu. Sabah oldu, akşam oldu, ben hep aynı şeyleri söylüyorum, onlar ise dövüyordu. Kürt-Alevi olduğumu öğrendikleri için de bana 'Kızılbaş!' diye hitap edip yeni işkencecilere o adla teslim ediyorlardı. (Hapishanedekilere bunu anlatınca artık orada da adım Kızılbaş olmuştu) O gece beni başka bir ekibe teslim ettiler. Onlar da maskeliydi, gözlerimi bağlayıp arabaya bindirip, uzun süre gittikten sonra durdular, etrafı delice akan bir suyun çağlaması sarmıştı, sanırım bir köprü üzerindeydik. Giysilerimi çıkarıp beni çıplak olarak bir telis çuvalın içine koyup çuval ağzını sıkıca bağlayıp fırlattılar, içimden 'tamam buraya kadarmış' diyordum. Havada bir süre uçup şırapp diye buz gibi akan bir suyun içine düşüp sürüklendim ve birdenbire frene basılmış gibi olduğum yerde dönmeye başlayınca 'demek ki urganla bağlanmışım' -dedim. Orada ölmemeyi beklerken, yavaş yavaş çekilip sudan çıkarıldım, çuval içindeydim, dişlerim titreşip çarpışıyor, çok üşüyordum. Cellatlarım peş peşe tekmeler atıp: ’Ulan Kızılbaş, konuşacak mısın, yoksa denizde yem mi olacaksın!...’ -diyorlardı. Ben bilmiyorum dedikçe de onlar küfür edip çılgınca tekmeliyorlardı.

Bayılmışım, kaç saat sürdü, beni nasıl giydirip merkezlerine getirdiklerini hiç hatırlamıyorum. Uzuvlarıma elektrik verme, tavana asma ve tehditler artık sıradanlaşmıştı. Birkaç gün sonra savcı sorguladı, nöbetçi doktor darp izlerini göre ‘sağlam’ raporu ve nöbetçi mahkeme de ‘tutuklama’ kararı verdi. (Bu arada bir ekip de doğduğum köye gidip evimizde arama yapmış Türkçe bilmeyen anne-babama hakaret edip, onlara oğullarının ‘Komünist’ olduğunu söylemişler.)

Pek çok kişinin sanık olduğu bir davadan yargılanıyordum ve ben bu sanıklardan hiçbirini tanımıyordum. Mahkeme 4 yıl sonra bitti, ben de ‘beraat’ ettim. Fakat düzen beni kendine düşman saymış, ben de artık eski Haydar değildim. 

Dışarıya çıkmadan iki yıl önce, annem babam altı ay arayla özlemimi çeke çeke ölmüşlerdi. Şimdi benim gidecek bir yerim, yapacak bir işim ve yaşam tutkum olsa da yaşam güvencem yoktu. Ne yapmalı, nasıl yapmalı! arayışı sonunda, hapishane dostlarımın dostlarını bulup bir tır kasası içinde Almanya'ya ulaşabildim. O dostlarımın dostları burada da yalnız bırakmadılar beni, elimdeki mahkeme belgelerini ilgili yerlere verince kolayca 'sığınmacı' oldum, iş verdiler çalıştım. Fakat burada tanış çok azdı, farklı bir dil ve kültür içinde kimliksiz kalmış, boğuluyordum. 'Dilin en önemli kimlik olduğunu' öğrenmiş hem çalışmış hem de dil öğrenerek yeni bir kimlik kazanmıştım. 

Sevgili arkadaşım işte böyle...  Yakında geleceğim, eğer isterseniz (ki, ben çok isterim) buluşup daha uzun konuşuruz.

Sevgi ve saygılarımla... 

'Kızılbaş' Haydar"   

 *  

Haydar, 'yurtdışı konuşmaları bedava' bir tarife ile hemen her akşam o saatte arar olmuştu. Birsen de neredeyse tüm yaşam düzenini bu konuşma saatine uyarlamıştı. Günlük ev ve bahçe işlerini bitirdikten sonra oturup, Haydar'ın mektubunu yeniden okuyor telefonun çalmasını bekliyordu. 

Haydar'ın 15 gün sonra geleceğini söylediği akşam:

Birsen'in, "Gelecek, gelecek, gelecek!"...

Haydar'ın da "Geleceğim, geleceğim, geleceğim!"... 

Çığlıkları iki ayrı coğrafyanın sokaklarında yankılanmıştı. 

Gelecek, geleceğim, gelecek, geleceğim, gelecek!  


Diğer yazılarım için: tıklayınız


19 Şubat 2021 Cuma

Birsen Öğretmen (7)


Karabasanları olmayan çok sayıda güzel rüyaların olduğu huzurlu bir gece geçirmişti. Tatlı tatlı esneyerek gerindi ve bir o yana bir bu yana dönüp sevinç içinde gözlerini araladı. 

Biraz ter koktuğunu anladı ve içinden: "Biraz sonra duş alırım" -dedi. Bugün yatak onu içine çekmek istiyor, bırakmak istemiyordu. Hem, zaten dün bahçede çok çalışmış, bugüne iş bırakmamıştı. İyi geçen gecesini hatırlamak, biraz da sabah keyfi yapmak isteğiyle yataktan çıkmayı erteledi. Yarı uykulu, yarı uyanık uzunca bir zaman daldan dala düşüncelerle oyalanıp durdu. Sonra ani bir kararla; "Önce banyo, sonra kahvaltı"-diyerek hızlıca kalktı. 

Banyo, kahvaltı, bulaşık işleri çok uzun sürmedi. Kitaplığın önüne varıp orta çekmeceyi açtı, oradaki üç albümü göz ve elleriyle okşadıktan sonra, üçüncüsünü aldı ve onu, iki eliyle göğsüne bastırıp pencerenin önündeki kolçaklı koltuğa oturdu. 

Kırlangıç çığlıklarını duyunca hemen pencereyi açtı, kırlangıçları çok severdi. Bugünler onların en hareketli günleriydi, çünkü saçak altında onlara ait mimari harikası birkaç yuva ve içinde de ağzını açıp bekleyen yavruları vardı. Kırlangıçların kimi yuvasına dalıp gagasına sıkıştırdığı yemleri bir ona bir diğerine sırasıyla veriyor, kimi bu işi bitirmiş ki, sevinç çığlıkları ve taklalar ata ata yeni yemler bulmaya gidiyordu. Birkaç dakika onları sevgiyle izledi izledi ve yeniden koltuğuna geri döndü. 

Ve albümün yapışkanlı şeffaf jelatinle korunan sayfalarını bir bir çevirmeye başladı. Orta sayfaların birinde gördüğü bir fotoğraf ilgisini çekti. Ona uzun zaman baktı sonra da yapışkanlı koruyucuyu hızlıca kaldırıp onu eline aldı: Bu; ilkokulların 5, ortaokulların ise 3 yıl olduğu 80'li yıllardan bir bayram töreni... Her sınıf 3' er şube ve öğretmenleri de yanlarında, böylece peş peşe 3'erli sıralanmış 5 uzun kuyruk oluşmuş. Birsen, 3/A sınıfıyla ortada ve en ön sırada.

Babasından kalan büyüteci eline alıp öğrencilerini tek tek görüntüledi, onları bakışlarıyla okşadı, sevdi, bazılarının ismini unutmuş olduğu için de üzüldü. Sonra da büyüteç elde fotoğraf karesindeki öğrenci, öğretmen, yönetici, velileri de bazı duraksamalar ve dönüşler yapa, yapa dolaştı. Sararmaya başlamış olan bu siyah-beyaz fotoğraf karesi, çokça yaşantıyı çağrıştırıp anımsatırken, onu, kâh sevindirdi, kâh üzdü. 

Ve içindeki kendisi dile geldi: "Yaşam sürekli gelişerek, değişerek evrimleşiyor. Bunun için her canlı genleriyle; yaşam direncini ve pek çok özelini milyarlarca yüzyıl ötesine taşıyor. Peki, nasıl olur da bir insan, onlarca yılı kısacık bir 'an' içine sığdırıyor? O halde zaman, iki tik tak arasındaki sonsuzluktur! Eğer öyle olmasaydı, duygu ve düşünceleriyle yola çıkan insan, geçmişteki onlarca yılı birkaç saniye içinde yaşayabilir miydi hiç?"  -diye sorular sordu kendine.

Şimdi ne uyuyor ne de düş görüyordu: Ortada; okulunu, öğrencilerini, öğretmen arkadaşlarını, velilerini ve onlara dair yaşanmışlıkları anlatan bir fotoğraf vardı. Fotoğrafın her noktasını detaylıca inceledi, fakat iki konuya odaklandı onları daha yoğun düşünmeye başladı. Tabii ki önceliği sınıfına, öğrencilerine ve onların içindeki en çok horlananlara verdi. 

* 

1. OKULU ve 3/A SINIFI:

Okulumuzun bulunduğu ilçe; verimli tarla ve bahçeleri ile ünlenmiş ve böylece mevsimlik çalışan yoksullar için bir 'ekmek teknesi' olmuştu. Burada ekim, dikim, kaldırma (hasat) işlerini mevsimlik işçiler yapardı. Bazı mevsimlik işçiler ailece yoksul mahallelere yerleşip kalıcı olurken, bazıları ise işlerin başladığı aylarda çocuklarıyla birlikte gelir, işler bitince de memleketlerine geri dönerlerdi. 

Bir tepenin eteklerinde, daha çok yoksul ve orta halli insanların barındığı bir mahallenin orta yerindeydi okulumuz. İlçenin pek çok toprak zengini olsa da onların çocukları, bizim okula değil, daha çok ilçe merkezi ve ovaya doğru olan okullara giderlerdi. Okulumuzun ferah derslikleri, geniş bahçesi, yeterli tören ve etkinlik alanları vardı. Sınıflarda ortalama 35-40 öğrenci olurdu, fakat bu sayının yaklaşık dörtte birini mevsimlik işçi çocukları oluşturduğu için onların gidiş-dönüşlerine göre sınıfların mevcudu azalır veya çoğalırdı.

Burada da öğretmenliğin ilk iki yılında, Toroslardaki mezralardan okula gelen 'Yörük' çocuk ve velilerinin yaşadığı sorunların benzeri yaşanıyordu. (Ki, o günleri ve öğrencilerini her hatırlayışında, sanki içinde bir fırtına başlar, karla karışık yağmurlar yağardı). Orada; kendilerini elit sayan 'köylüler', bu insanları 'Yörük' diye, burada da mevsimlik işçi çocuklarını 'Köylü-Kürt' olarak ötekileştiriyorlardı. Bu ayrımcı bakışa çocuklardan çok anne-babalar sahipti. Bu da öğrenciler arasında ayrım yapmamaya özen gösteren Birsen'i çok çok üzüyordu.  

Kara-kuru-çelimsiz-soluk benizli, yaşından daha yaşlı görünen çocukların herkes gibi siyah önlük-beyaz yakaları vardı. Belki önlük onların yamalı giysilerini biraz olsun saklardı, fakat ürkek bakışları, tarazlı saçları, arpa ekmeği gibi çatlak-patlak elleri ve çamurlu lastik çizmeleri herkese onların yoksulluklarını fısıldardı. 

Boyunlarına asılı çantanın içinde; gazeteye sarılmış azık, kitap-defter bir de özenle koruyup, kaybolunca ağladıkları 2-3 santimlik kurşunkalemleri olurdu. Bunlar, daha çok ders yılı başlangıcında sınıfta-bahçede-çevrede yadırganırlar, sonra zamanla kabul görürlerdi. Hele de bazılarının değişik gırtlak sesleriyle türküler, ezgiler söylemesi sınıfa renk ve neşe katardı. Fakat bazı arkadaşlarının şivesi nedeniyle kıkırdaması ve alay etmesi onları çok üzerdi. Bunun için ders anlatırken veya bir parçayı sesli sesli okurlarken hep gergin, ürkek ve güvensiz olurlardı. 

Bu çocukların, kendilerine benzer ürkek, çocuk yüzlü, anne ve babaları vardı ve bunların çoğu da Türkçe bilmez, Kürtçe konuşurdu. Yoksullukları bitsin diye, okula giden çocukları dahil, tüm aile fertleri fırsat buldukça çalışırdı. Herkes becerisine uygun işler bulur; kimi evlerde temizlik ve bakıcılık, kimi eskicilik, kimi seyyar satıcılık, kimi amelelik, kimi ayakkabı boyacılığı ve kimileri de tarla ve bahçelerde çalışırdı. Fakat her nedense, bu yoğun çalışmalar bile onların yoksulluklarını yok etmiyordu.

Anne-babalar, veli toplantıları ve çocukları için görüşme amacıyla okula pek gelmezlerdi. Bazıları izin alamaz, bazıları gerek duymaz, bazıları da gelmek istemezdi. Gelmek istemeyenlerin gerekçeleri; yoksullukları ve anadilleri nedeniyle ayrımcı bakışlar ve 'Köylü'-'Kürt' gibi alaycı sözlerle karşılaşmak ve çocuklarına üzüntü yaşatmak istemedikleri içindi. Sanki kimlikleri onlar için bir eziklik ve 'utanç(!)' konusu olmuştu. Birsen bu durumu bildiği için fırsat buldukça kendisi giderdi o velilerin evlerine. Bu ev ziyaretleri yapıldığında hem veliler hem de çocuklar çok mutlu olurdu. 

Çocuklar ilk günlerde sınıfta yadırgansalar da sonraları kabul görürlerdi.  Kimi gırtlak farklılığı ile türkü ve ezgiler söyler, kimi sportif etkinliklerde başarı sağlar, kimi becerileriyle, kimisi de ders başarıları ile sınıfa renk katardı. Bu çocuklar beslenme saatlerinde de ki yaşanırdı. O gün eğer çantalarında azıkları varsa onu sessizce çıkarır, çaktırmadan da "Bakalım onlar neler getirmiş" bakışları atıp, imrenerek arkadaşlarına bakarlardı. 

*

2. HAYDAR ÖĞRETMEN:

Tören sırasında çekilen fotoğrafta; 3/A sınıfının yanında, 4/A sınıfı ve sınıf öğretmeni Haydar Bey vardı. İçi ürperdi! Birsen ile aynı yaş ve meslek kıdemi olan Haydar öğretmenin albümde iki fotoğrafı vardı. Birisi şimdi elinde tuttuğu, diğer de öğretmenler odasında çekilmiş olandı. Hemen onu da bulup çıkardı, önündeki sehpanın üstüne koydu ve sonra da bir ona, bir diğerine bakarak düşündü ve hatırlamaya çalıştı.

Haydar Bey’le, kısa bir süre birlikte çalıştığı halde, ona duyduğu saygı ve sevgi yüzünden onu unutmamıştı. Aniden ayrılışına da çok üzülmüştü. Şimdi de onu bir fotoğraf karesinde görmenin duygusallığını yaşayarak o günleri düşünmeye başlamıştı: 

Ülkede yine, yeni bir "sin-sus-sis" iklimini egemen kılan bir sıkıyönetim vardı. Sıkıyönetim çokça ve sıkça ilanı edildiği için hangi yıl olduğunu tam olarak hatırlamıyordu. İşte o yıllardan biriydi. 

Haydar öğretmen, o yıl komşu bir ilden 'sürgün' gelmişti. Kendisine, o yıl il merkezine atanan bir öğretmenin 4/A sınıfını vermişlerdi. 

Haydar, çocukları, velileri, öğretmenleri kısaca 'insan sever', kolayca dostluklar kurabilen değişik birisi idi. Kısa zamanda okulda ve çevrede çokça seveni, birkaç da sevmeyeni olmuştu. Onunla bazen öğretmenler odasında, bazen de okul bahçesinde karşılaştıklarında sohbet ederdi. Onun, yalın, doğru, hilesiz, samimi bakışları vardı. Dinleyenlerini daha çok gözleriyle, onların derinlerine işleyerek yankı yaratan bakışlarıyla etkilerdi. 

Haydar'ın bu etkili iletişim gücü; 'Çok seçicidir, çok zor beğenir' denilen Birsen'den bile çokça 'artı' almıştı. Arkadaş olmaları böylesi duygularla başlamış ve sürüp gidiyordu. Bir gün okula, Haydar'ın evine sabaha karşı baskın yapılarak gözaltına alındığı haberi gelmişti. Bu haber; öğrencileri, öğretmenleri, velileri hatta okul yönetimini bile çok üzmüş, bir şok etkisi yaşatmıştı. Sonraki günlerde de Haydar'ın tutuklandığı, okulla ilişkisinin kesildiği ve uzak bir cezaevine gönderildiği haberi gelmişti... 

Birsen, nemli gözler ve özlem duygusuyla bu anları anımsadı ve her iki fotoğraf karesindeki Haydar'ı sevgiyle okşadı. Sonra birdenbire: "Belki sosyal medyada Haydar'ı bulabilirim!.." -dedi. 

Kalp atışları hızlandı, gözleri ışıldadı...  

(Devam edecek)


Diğer yazılarım için: tıklayınız


 

8 Mayıs 2020 Cuma

YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (4)


Hafıza bir görüntü ister.
Bernard Russell 

Geçen hafta Mezela Spi zirvesine ulaşınca doğaya kuş bakışı ile bakmış, biraz oyalanmış, dinlenmiş ve Peri Suyu Vadisi görsel coşkusuna kapılmıştık. O coşku ile oynamış, eğlenmiş yayla evimize bir "mutlu-yorgun" olarak varıp, gecelemiş ve yeni güne hazırlanıp yeniden köyümüze dönmüştük.

Dün, bugünkü yazımı düşünerek kahvaltı yapıyor, aynı zamanda da FOX TV’de İsmail Küçükkaya’yı dinliyordum. Günün sürpriz konuğu ise: milyonların oyunu aldığı halde yok sayılmaya çalışılan partinin (HDP) Eş Genel Başkanı Mithat Sancar idi. Sn. Sancar, çok donanımlı bir hukukçu, sevecen biri kişilik... Tane tane ve vurgular yaparak herkesin anlayacağı şekilde konuşuyordu. Bu da monoton, dışlayan, ayrıştıran haberciliğe bir tat, bir renk katıyordu.

Sn. Sancar’ın bu etkili konuşmasındaki bir cümlesini, şöyle özetledim: “Anadilim Arapça idi, sokakta Kürtçe konuşan Kürt ikiz kardeşlerim ile tanıştım, Kürtçeyi de öğrendim...”  Sn. Sancar ile hemşehri olan Sn. Murathan Mungan da diyor ki: "Bildiğim, toprağın değil, dilin vatan olduğudur, insanı kardeş eden dildir. Kan bağı aldatır. Çünkü bağ çözüldüğünde geriye kan kalır." İşte bu sözler beni düşündürdü, etkiledi ve yazımın akışını biraz değiştirdi.…
   
Mezela Spi zirvesinden Peri Suyu Vadisi’ne bakarken doğanın o muhteşem görselliği duygularımı ele geçirmiş olacak ki, buradaki toplumsal dokuya  çok fazla yer vermemişim. Oysa doğa insanla bütünleşirse, ancak o zaman anlamlı bir yaşam alanı olabilir. Bunun için “soysal hafıza”yı da dillendirmeli...

Bilirsiniz, mitolojide Olympos dağına yerleşerek yer ve göğe hükmeden tanrılar tanrısı Zeus ile diğer tanrılar arasında zaman zaman güç savaşları yaşanır. Bu efsanelerden bir de şöyle:  Prometheus ve Epimetheus adında iki kardeş tanrı varmış. Çok akkıllı ve insan sever olan Prometheus, Zeus’a haber vermeden ateşi çalıp insanlığa hediye eder. Zeus buna çok kızar ve öç almak ister, ancak çok akıllı olan Prometheus yerine, onun biraz safça olan kardeşi Epimetheus’u hedef alır. Ve Epimetheus’a, yaratmış olduğu güzeller güzeli “Pandora”yı sunar. Zeus, ayrıca Pandora’ya; ‘kesinlikle açmayacaksın!...’  diyerek kapalı bir kutu hediye eder. Ancak Pandora, merakına yenik düşer ve 'acaba içinde ne var' diyerek bu kutuyu açar. Ve Zeus korkusu içinde hemen o anda kutuyu yeniden kapatır. Ama ne yazık ki olan olmuş ve  kutuda sadece umut tutuklu kalmış, diğer tüm kötülükler de dünyaya yayılmıştır…

O günden beri kötülükler ortaya çıkınca; “Pandora’nın Kutusu açıldı!" derler.

Bu bir efsane… Biz yine konumuza dönelim.

Peri Vadisi - Barış Vadisi

Peri vadisi; Erzurum sınırları içinde doğan Peri Suyu'nun, Bingöl'ün Yedisu, Kiğı, Yayladere, Elazığ'ın Karakoçan, Tunceli'ın Nazmiye ve Mazgirt ilçelerinden geçip Munzur'la birleşerek Fırat'a dökülene kadar devam eder.

Bu vadiyi çevreleyen pek çok dağ ve tepe vardır, biz bunları temsilen o vadide karşı karşıya duran en heybetli dört dağı seçelim: Çiya Korboğê ile Grê Gagfine ve karşılarındaki Silbus ile Taru, dağları... 

Bu dağlar, ilkbahar ve sonbaharda mitolojide anlatılan korkulu efsenler benzeri çokça savaş çıkarırlar. Yüklü bulutların arkasına saklanıp karşılıklı korkunç sesler çıkarıp bombalar atar, ışık hızlı mermiler, kül eden şimşeklerle savaşırlar.Sular coşar, fırtınalar çıkar. Tüm canlılar çaresizce korku içinde sinip bakar olup bitenlere. Zaten buradaki tüm canlılar sıkça olan yangın, sel, çığ ve deprem felaketleri yaşadıkları için ürkek ve de korkaktılar. 

Fakat buna karşın yaşam, kendi diyalektiği içinde akıp gider...

İşte bu yaşam diyalektiğine göre bu coğrafyaya (Peri Vadisi ve çevresi) bakarsak; Doğadaki biyolojik çeşitliliğin sosyal yaşama da yansıdığını görürüz. Daha öncesini çok iyi bilmesek bile asırlardan beri bu topraklarda Kürtler ve Ermeniler aşiretler halinde yaşarmış, çok sonraları 1071’de Türkler, 1700’li yıllarda Üsküp’ten Arnavutlar gelip yerleşmişler bu coğrafyaya. Demek ki buradaki köylerde, şehirlerde pazarlarda; İslam, Hristiyan, Sünni, Alevi inançları, Kürtçe, Ermenice, Zazaca, Türkçe, Arnavutça dilleri, farklı kültür ve yaşam tarzları yan yana gelmiş, karşılıklı hoşgörü ve saygı içinde yaşamış.

Belki bu insanlar; kimlik, inanç, sosyal yaşam, inanç farkları, ekonomik çıkarları için, daha çok da; su, tarla, bahçe, arazi, mera, alacak-verecek konularında karşı karşıya gelmişlerdir. Bu nedenle de; tartışma, kavga, bazen de ölümlü suç olayları da yaşanmıştır.

Ancak bölge insanları bu sorunlarını çözmek için hep ara bulucu bilge kişiler bularak ya da mahkemelerde haklarını aramışlar. Sonunda da dargınlıklar azalmış, barış olmuştur. Yöre insanlarının karşılıklı olarak; evlilik, kirvelik ve dostluklar kurması, bir arada yaşamayı daha kolay, barışı daha kalıcı,daha da güçlü kılmıştır. İşte bunun için; “Peri Vadisi = Barış Vadisi” olarak anılmıştır. 

Bir örnek olarak köyümüz Zenan bakalım; köyümüz, dört Sünni ve üç de Alevi köyü ile sınırları olan Sünni inancına bağlı bir köydür. Zaman zaman kendi içinde ve komşu köylerle su, tarla, bahçe, arazi, mera vb. gibi konularda karşı karşıya gelmiş olsalar da sonunda hep anlaşarak köy ve çevre köylerle barış sağlanmış birlikte yaşam kolaylaşmıştır.

 Ve “Barış Vadisinde” ‘Pandora’nın Kutusu’ Açılıyor

Şimdilerde Yedisu, Adaklı, Kiğı, Yayladere, Karakoçan olmak üzere toplam beş ilçe ve köylerini barındıran Peri Vadisi sadece Kiğı ilçesine bağlıymış. Ve bu yerleşim birimlerin hemen hemen yarısı da Ermenilere aitmiş. Buralarda insanlar, insani ve ticari ilişkiler kurmuş barış içinde yaşarlarmış. (Olur ya, eğer bu bilgilere inanmayanlar varsa, lütfen bilgisayardaki bir arama motoruna başvursunlar.)   

Ancak bu barış coğrafyası; 1900'lı yılların başlarında ve 1937'de çok büyük acılar yaşamıştır. 1909-1915 yılları arasındaki insani felakette Ermenilerin, malları talan edilmiş, çocuk-kadın-yaşlı suçsuzların bir kısmı öldürülmüş, kalanları ise zorunlu göç ettirilmiş, gidenlerin büyük çoğunluğu da göç yollarında ölmüştür. 1937 yılında ise, bir bölümü Peri Vadisi içinde yer alan  Dersimli Alevilerin çocuk-kadın-yaşlı suçsuz insanları mağaralarda imha edilmiş, bu insanların bir kısmı da başka diyarlara sürgün edilmiştir. Böylece çok büyük acılar yaşanmıştır. 

Şimdi herkese iki vicdani soru:

Bunca Ermeni neden/niçin köyünü, evini, tarlasını terk etti?  

Dersim'in çocuk-kadın-yaşlı suçsuz insanları neden/niçin öldürüldü?

Bence bu barış ortamını emperyalist işbirlikçi ve tetikçileri olan;  ağa, bey, şêx, mir, hamidiye alayı ve benzerleri tarafından yok edilmiştir. Bu sonuca da yalan yanlış algılar yaratarak, halkları ayrıştırıp inançsal, ırksal düşmanlıklar yaratılarak ulaşılmıştır. Böylece ikiz-üçüz-dördüz kardeşlik kalmış, ne de dünün "sevgili komşusu", kalmıştır. Bunların yerine öfke, kin, nefret dolu bir düşmanlık kalmıştır... 

Siz ne dersiniz?

Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.


Diğer yazılarım: tıklayınız