Özgürlük, insanın yaşayarak, düşünerek, tadarak bulmuş
olduğu onurlu bir yaşamın anahtarıdır. İnsanlık tarihi savaşların tarihidir, bu
savaş, gasp edilen özgürlüklerini isteyen ezilenler ile özgürlükleri gasp eden,
nüfuzlu, güçlü, kudretli, zalim olan veya (kısaca) erk arasında geçer.
Farklı düşündükleri için yaşarken hapis yatmış,
yurdundan uzaklaşmış, çok çile çekmiş, idam edilmiş çokça bilge, çokça önder
var dünyamızda. Asırlar geçmesine rağmen onlar halen saygı ile anılıyor ve
yaşatılıyor. Oysa onlara çile çektiren nice krallar, nice tiranlar ya unutulup
gitti veya nefretle anılmakta…
Hallâc-ı Mansûr (858-922 farklı
düşündüğü için sürgün yaşamış yobazlarca vücudu lime lime edilerek idam
edilmiş). Şöyle der:
"Ötekini anlamak için, ötekini
kendine katmak değil, ona gitmek gerekir."
Voltaire (1694-1778
yazdığı eserler, eleştiri ve hicivleri ile Kilise ve egemenleri kızdırdığı için
defalarca hapis yatmış, ülkesi Fransa’yı terk edip İngiltere ve İsviçre’ye
gitmek zorunda kalmış) Şöyle der:
“Düşüncelerine katılmıyorum ama
senin düşüncelerini savunma hakkını sonuna kadar destekleyeceğim”
Hallâc-ı Mansûr 1100, Voltaire ise 270
yıl önce demokrasiyi böyle tanımlamış.
Bu gün yurdumuzda yaşananları yaşayıp, görüp,
düşündükçe, olup-bitenlerde en etkili nedeninin yukarıdaki sözlere uygun bir
demokrasi anlayışı ve uygulamasının olmayışı olaraku söyleyebiliriz.
Nasıl üzülmez insan?!..
“Öteki” ilan edilenlerin onurları, özelleri yok sayılmış ve siz yoksunuz
denmiş. Onlar ise “biz de varız, dilimiz de var…” deyip direndikçe, asimile
olmuş, şiddet ve baskı görmüşler. Tüm bu zalimliği yapanların tek amaçları
varmış, onların onur ve özellerini yok edip “kendine katmak”…
Sonuç 1: Ölümler,
ev-bark yıkımları, işsizlik, haksızlık, açlık, nefret söylemleri…
Sonuç 2: Olanları kabul
etmeyip kınama bildirisi yayınlayan akademisyenlerin başına gelenler…
Sonuç 3: Milyonların
oyları ile seçilmiş bazı vekillerin, vekili oldukları insanlara sahip çıkma ve
sorunlarını dile getirmeyi suç saydılar. Böylece, demokrasinin ön koşulu olan
özgür düşünme ve düşündüğünü söylemeyi oylayarak(!) seçilmiş vekillerin bu ‘İnsan
Hakkı’nı yok etmeye çalıştılar/çalışıyorlar.
Sizce bu üç sonucun hangisi daha az
önemli ve hangi sonuca katlanıla bilinir?
Şimdi size zor bir soru:
Oylanarak insan hakları yok
edilebilir mi? (Dili, dini, ırkı, inancı, düşüncesi…)
***
Doğru haber vermek için alın teri döken, baskıya
direnen bir günlük gazeteyi (sayıları çok az da kaldı ama) alalım elimize;
manşetlere, yazarlara, çizerlere, spor ve ilan sayfalarına kadar her köşesine
bakalım.
İşte birkaç haber:
Ana Muhalefet Partisi Başkanı ve 20 kadar kafadaşı,
Anayasaya aykırı olduğunu ilan ettiği bir yasa olan “dokunulmazlıkların
kaldırılması” yasasının çıkması için iktidara destek vererek, anayasal
haklarını ihlal etti…
Şimdi de “Anayasaya aykırı” olana
niçin destek olduğuna bahaneler arayışında. Niçin?!
Her gün taraf olduğunu ilan edip, karşı tarafa ağır
sözler söyleyip benzetmeler yapan ve “anayasaya uymayacağını” açıklayan, %52 oy
alan Cumhurbaşkanımız, toplantılarına yüksek yargı başkanlarını da (bunlar da
benden yana dercesine) almaya başladı… Başkanlar da sadece onun “kız öğrenci
yurdu” için olan sözlerini alkışlamışlarmış, bu da mesleki etik ilkelere hiç
aykırı değilmiş… Hukuk’un ve hukukçunun asıl görevi ezileni, haksızlığa
uğrayanı, malı canı yok edileni erk karşısında korumak, yasa dışına
çıkanı cezalandırmak… Ama Hukuk etik ilkelerini unutmuş, taraf olmuş alkış
tutuyor güçlüye…
Hakları gasp edilen ve haksızlığa
uğrayanlar bu gösteriden sonra neylesin, nereye başvursun?!..
Cumhurbaşkanımız, yüzlerce sivil ölümün olduğu,
evlerin eşyaları ile birlikte yıkılıp yakıldığı, sokaklarda sadece toma ve
tankların dolaşabildiği, okulların kapatıldığı, aylar süren sokağa çıkma
yasağının uygulandığı ve tarihi dokusunun yok edildiği yerlerden biri olan
Diyarbakır’a toplu açılış töreni için gitmişti. Burada da Partili
Cumhurbaşkanlığını ilan edercesine partisinden olmayanlara yine kızmış, yine
bağırmış… Yine "Bunlar ateist, Zerdüşt….” Nutukları çekmiş.
Ve nihayet sivil ölümlerini de kabul etmiş…
Kentleri toplu mezara dönüşmüş, canı
malı yok olmuş olanlar, ne yapsın toplu açılışları?
***
Yazılı ve görsel medya:
Yazılı ve görsel medyanın asıl görevi yurdunuzda ve
dünyada olup bitenleri tarafsız bir şekilde okurlarına/izleyicilerine
yazmak/anlatmaktır.
Doğru mu? …
- Evet, doğru fakat yurdumuzdaki uygulama oldukça
farklı:
- Bazı kurumlar mesleğin etik kurallarını çiğneyip, sadece patronlarının ve yandaşlarının çıkarlarına uygun çalışıyor…
- Havuz medyasının görevi belli, yapay gündemler yaratıp, hedef şaşırtmak iktidar yanlısı algılar oluşturmak...
- Peki, bizden alınan vergilerle kurulup, maaş alıp beslenmekte olan bir kamu kurumu var, adı da TRT, o ne yapıyor?
Seçimler yapıldığında TRT’nin
iktidar yanlısı olduğu, tarafsız kalmadığı; saat-dakika-saniyelerle yazılarak
grafikler çizilerek belgelendi. Aynı taraflılığına devam ediyor.
- Sayıları çok az da olsa görevini yapmaya çalışan tek tük yazılı ve görsel medyamız da var.
Onların da, bazı yazar ve çizerleri
hapishanelerde, önemli bir kısmı da adliye koridorlarında yargıç karşısına
çıkma sırasını bekliyor.
- Diğer yazılı ve görsel medya kuruluşları da iktidarın emrindeki birer resmi kurum gibi, haberler hazırlıyor, oturumlar düzenliyor ama bu işlerin hepsi izne tabi.
Kim hangi konuda ne konuşacak, kim
ne yazacak, kim hangi oturumu hazırlayacak, kimler konuşmacı olacak, kimin
işine son verilip, kime köşe hazırlanacak… Her şey izne tabi, her şey kontrol
altında…
Peki bu isteklere uyulmazsa, ya da direnip karşı
çıkarlarsa ne olur?!..
-Müfettişler, denetimler, ihaleler,
dosyalar, ilişkiler, kapıya kilitler ve kayyımlar…
Bu yazı radikalyazar.com’da:
http://www.radikalyazar.com/ozgun-ozgur-dusunceye-savas-acanlar/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder