13 Haziran 2016 Pazartesi

Özgün ve özgür düşünceye savaş açanlar




Özgürlük, insanın yaşayarak, düşünerek, tadarak bulmuş olduğu onurlu bir yaşamın anahtarıdır. İnsanlık tarihi savaşların tarihidir, bu savaş, gasp edilen özgürlüklerini isteyen ezilenler ile özgürlükleri gasp eden, nüfuzlu, güçlü, kudretli, zalim olan veya (kısaca) erk arasında geçer.

Farklı düşündükleri için yaşarken hapis yatmış, yurdundan uzaklaşmış, çok çile çekmiş, idam edilmiş çokça bilge, çokça önder var dünyamızda. Asırlar geçmesine rağmen onlar halen saygı ile anılıyor ve yaşatılıyor. Oysa onlara çile çektiren nice krallar, nice tiranlar ya unutulup gitti veya nefretle anılmakta…
Hallâc-ı Mansûr (858-922 farklı düşündüğü için sürgün yaşamış yobazlarca vücudu lime lime edilerek idam edilmiş). Şöyle der:

"Ötekini anlamak için, ötekini kendine katmak değil, ona gitmek gerekir."

Voltaire (1694-1778 yazdığı eserler, eleştiri ve hicivleri ile Kilise ve egemenleri kızdırdığı için defalarca hapis yatmış, ülkesi Fransa’yı terk edip İngiltere ve İsviçre’ye gitmek zorunda kalmış) Şöyle der:

“Düşüncelerine katılmıyorum ama senin düşüncelerini savunma hakkını sonuna kadar destekleyeceğim”

Hallâc-ı Mansûr 1100, Voltaire ise 270 yıl önce demokrasiyi böyle tanımlamış.
Bu gün yurdumuzda yaşananları yaşayıp, görüp, düşündükçe, olup-bitenlerde en etkili nedeninin yukarıdaki sözlere uygun bir demokrasi anlayışı ve uygulamasının olmayışı olaraku söyleyebiliriz.  Nasıl üzülmez insan?!..

“Öteki”  ilan edilenlerin onurları, özelleri yok sayılmış ve siz yoksunuz denmiş. Onlar ise “biz de varız, dilimiz de var…” deyip direndikçe, asimile olmuş, şiddet ve baskı görmüşler. Tüm bu zalimliği yapanların tek amaçları varmış, onların onur ve özellerini yok edip kendine katmak”…

Sonuç 1: Ölümler, ev-bark yıkımları, işsizlik, haksızlık, açlık, nefret söylemleri…

Sonuç 2: Olanları kabul etmeyip kınama bildirisi yayınlayan akademisyenlerin başına gelenler…

Sonuç 3: Milyonların oyları ile seçilmiş bazı vekillerin, vekili oldukları insanlara sahip çıkma ve sorunlarını dile getirmeyi suç saydılar. Böylece, demokrasinin ön koşulu olan özgür düşünme ve düşündüğünü söylemeyi oylayarak(!) seçilmiş vekillerin bu ‘İnsan Hakkı’nı yok etmeye çalıştılar/çalışıyorlar.

Sizce bu üç sonucun hangisi daha az önemli ve hangi sonuca katlanıla bilinir?

Şimdi size zor bir soru:

Oylanarak insan hakları yok edilebilir mi? (Dili, dini, ırkı, inancı, düşüncesi…)
***

Doğru haber vermek için alın teri döken, baskıya direnen bir günlük gazeteyi (sayıları çok az da kaldı ama) alalım elimize; manşetlere, yazarlara, çizerlere, spor ve ilan sayfalarına kadar her köşesine bakalım.

İşte birkaç haber:

Ana Muhalefet Partisi Başkanı ve 20 kadar kafadaşı, Anayasaya aykırı olduğunu ilan ettiği bir yasa olan “dokunulmazlıkların kaldırılması” yasasının çıkması için iktidara destek vererek, anayasal haklarını ihlal etti…

Şimdi de “Anayasaya aykırı” olana niçin destek olduğuna bahaneler arayışında. Niçin?!

Her gün taraf olduğunu ilan edip, karşı tarafa ağır sözler söyleyip benzetmeler yapan ve “anayasaya uymayacağını” açıklayan, %52 oy alan Cumhurbaşkanımız, toplantılarına yüksek yargı başkanlarını da (bunlar da benden yana dercesine) almaya başladı… Başkanlar da sadece onun “kız öğrenci yurdu” için olan sözlerini alkışlamışlarmış, bu da mesleki etik ilkelere hiç aykırı değilmiş… Hukuk’un ve hukukçunun asıl görevi ezileni, haksızlığa uğrayanı, malı canı yok edileni erk karşısında korumak, yasa dışına çıkanı cezalandırmak… Ama Hukuk etik ilkelerini unutmuş, taraf olmuş alkış tutuyor güçlüye…

Hakları gasp edilen ve haksızlığa uğrayanlar bu gösteriden sonra neylesin, nereye başvursun?!..

Cumhurbaşkanımız, yüzlerce sivil ölümün olduğu, evlerin eşyaları ile birlikte yıkılıp yakıldığı, sokaklarda sadece toma ve tankların dolaşabildiği, okulların kapatıldığı, aylar süren sokağa çıkma yasağının uygulandığı ve tarihi dokusunun yok edildiği yerlerden biri olan Diyarbakır’a toplu açılış töreni için gitmişti. Burada da Partili Cumhurbaşkanlığını ilan edercesine partisinden olmayanlara yine kızmış, yine bağırmış… Yine "Bunlar ateist, Zerdüşt….” Nutukları çekmiş. Ve nihayet sivil ölümlerini de kabul etmiş…

Kentleri toplu mezara dönüşmüş, canı malı yok olmuş olanlar, ne yapsın toplu açılışları?
***

Yazılı ve görsel medya:

Yazılı ve görsel medyanın asıl görevi yurdunuzda ve dünyada olup bitenleri tarafsız bir şekilde okurlarına/izleyicilerine yazmak/anlatmaktır.

Doğru mu? …

- Evet, doğru fakat yurdumuzdaki uygulama oldukça farklı:
  • Bazı kurumlar mesleğin etik kurallarını çiğneyip, sadece patronlarının ve yandaşlarının çıkarlarına uygun çalışıyor…
  • Havuz medyasının görevi belli, yapay gündemler yaratıp, hedef şaşırtmak iktidar yanlısı algılar oluşturmak...
  • Peki, bizden alınan vergilerle kurulup, maaş alıp beslenmekte olan bir kamu kurumu var, adı da TRT, o ne yapıyor?
Seçimler yapıldığında TRT’nin iktidar yanlısı olduğu, tarafsız kalmadığı; saat-dakika-saniyelerle yazılarak grafikler çizilerek belgelendi. Aynı taraflılığına devam ediyor.

  • Sayıları çok az da olsa görevini yapmaya çalışan tek tük yazılı ve görsel medyamız da var.
Onların da, bazı yazar ve çizerleri hapishanelerde, önemli bir kısmı da adliye koridorlarında yargıç karşısına çıkma sırasını bekliyor.
  • Diğer yazılı ve görsel medya kuruluşları da iktidarın emrindeki birer resmi kurum gibi, haberler hazırlıyor, oturumlar düzenliyor ama bu işlerin hepsi izne tabi.
Kim hangi konuda ne konuşacak, kim ne yazacak, kim hangi oturumu hazırlayacak, kimler konuşmacı olacak, kimin işine son verilip, kime köşe hazırlanacak… Her şey izne tabi, her şey kontrol altında…  

Peki bu isteklere uyulmazsa, ya da direnip karşı çıkarlarsa ne olur?!..

-Müfettişler, denetimler, ihaleler, dosyalar, ilişkiler, kapıya kilitler ve kayyımlar…


Bu yazı radikalyazar.com’da: 
http://www.radikalyazar.com/ozgun-ozgur-dusunceye-savas-acanlar/


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder