15 Haziran 2018 Cuma

Bayram havasına muhtaç ülke

Bugün toplumumuzun büyük çoğunluğunun kabul ettiği inançsal bir bayram... Hemen hemen tüm inanç ve dinlerde böylesi bayramlar vardır. Bu bayramlarda  insanlar; empati yapar, hoşgörü ile halden anlar, ihtiyaç sahiplerine yardım eder, birlik olarak, dayanışarak, düşünerek sorunlara çözümler arar. 

Böylesi günlerde insanlar; her zamankinden daha temiz giyinir, daha hoşgörülü davranır, daha özenli konuşarak, dargınlık ve kırgınlıklar sonlandırılmaya çalışır.  Demek ki bayramların asıl amacı selamlaşmayı arttırmak, barış sağlamaktır…  

Mahalleniz, kentiniz ve her yerde bayramınıza farklı inanç sahibi komşularınız da saygı gösterir, kutlamalara katılırlar. Tabii ki, kendi bayramları olduğunda da aynı anlayışı bekleyerek… 

Savaşlar her toplumda; özgürlük, adalet, sevgi, saygı, hoşgörü, coşku sevinç dayanışma ortamını yok eder, sömürüyü arttırır ve yaşayanlara büyük acılar yaşatır... İnsanlık tarihi aslında mazlum halkların, hakları için zalimlere karşı başkaldırı ve haklı savaşlarının bir öyküsüdür. Bu süreçte özgürlük, kurtuluş ve kazanım elde eden halklar, haklı olarak, büyük duygusal anlar yaşarlar. İşte bu duygusal coşku ve sevinç kutlamalarının adıdır bayramlar...

Bayramlar, kaynağını yaşam ve inanç alanlarından alan; huzura, barışa ortam sağlayan duygusal ortaklıklardır.

O halde her günü bayram kılmanın tek bir yolu vardır o da: tüm insanları eşdeğerli bilmek ve kendinle, komşunla, çevrenle, dünyayla barış içinde yaşamak…

***
Bugün, 15-16. Haziran 1970'ın yıl dönümü... Bu yakın tarihimizin çok önemli bir sayfası… Emekçilerin bu günlerdeki birlikteliği, patronları ve onların işbirlikçisi komprador iktidarı korkutup geri adım attırmış olsa da, onların da büyük bedeller ödemesi, büyük acılar yaşamasına neden olmuştur. Kısaca hatırlayacak olursak:

1967'de kurulan DİSK (Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu), üç yıl içinde işçi hakları için yaptığı sendikal çalışmalarla, ülkedeki sarı sendikacılığı sarsmış, çokça taraftar ve güç kazanmıştı. Bu durum da patronları ve onların koruyucusu olan iktidarı çok rahatsız ediyordu. İktidar, bu gidişe dur demek için kısmi özgürlük sağlayan sendika yasalarını değiştirip DİSK’i etkisiz kılmak/kapatmak istiyordu. Öyle de yaptılar ve istedikleri yasal değişiklikleri mecliste kabul ettiler. DİSK yönetimi hemen toplanarak bir protesto mitingi yapma kararı aldı.
Fakat işçilerin iki günlük direnişi çok güçlü olmuş ve DİSK’i aşmıştı...

İstanbul’da, Gebze’de, İzmit’te fabrikalardaki çarklar durdu. Binlerce işçi üç koldan İstanbul şehir merkezine doğru ilerlemeye başladı. Şehir meydanları ve yollarını askeri zırhlı araçlar kapattı. Polisin ateş açmasıyla üç işçi öldü, 200 kişi yaralı… Karaköy ve Eminönü’nde biriken direnişçi işçiler birleşmesin diye, Galata Köprüsü açılarak geçişler engellendi. Hükümet hemen sıkıyönetim ilan etti, DİSK direnişi bitirdi…

Üç ay süren sıkıyönetim süresinde beş bini aşan işçi işten çıkarıldı. Ancak Olaylara neden olan yeni sendika yasası da iptal edildi. Fakat DİSK’ten öç alınması ve kapatılması işi 12 Eylül 1980 faşist darbesine bırakıldı…

***
Bugün bayram ülkemiz bayram havasına muhtaç:
  • Bugün bayram; ülkemizde halâ OHAL ve onun KHK’leri geçerli.
  • Bugün bayram; Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan, geçmişteki OHAL ile günümüzdeki OHAL’ini karşılaştırıp: “O dönemdeki OHAL'de (hatırlayın), fabrikalar hep grevlerle karşı karşıyaydı. Şimdi bizim dönemimizde herhangi bir fabrikada bir grev söz konusu mu? Tam aksine, böyle bir greve yeltenme olduğu zaman biz OHAL’le karşısına çıkıyoruz.” diyerek patronlardan daha çok patroncu oluyor.
  • Bugün bayram; hapishaneler henüz tutuklanma gerekçelerini bile bilemeyen yüz binlerle dolup taşıyor.
  • Bugün bayram; 9 gün sonra ülkemizde seçim var… Kandil’e yönelik askeri harekât devam ediyor...
  • Bugün bayram; Erdoğan, yeniden başkan olmak için işçi ve emekçilerden oy istiyor…
  • Bugün bayram; Başak Demirtaş, CHP'nin cumhurbaşkanı adayı Muharrem İnce'nin kendisini ziyaret etme isteği için; "Muharrem İnce bize gelecek. Tabii memnuniyetle ağırlayacağım. Sayın Erdoğan, Akşener, Perinçek ve Karamollaoğlu da gelse onlara da evimin kapısı her zaman açıktır. Bu yapılan anlamlı jest siyasetten daha ziyade insani ilişkilerin güçlenmesine hizmet ediyor" diyor.
  • Bugün bayram; Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın, HDP'nin Cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş'ı suçlu ilan ediyor, meydanlar da “idam!” diye ses verince; “Parlamento, dedim ya size daha önce, parlamento bunlarla ilgili kararı bana göndermiş olsaydı, ben bunu çoktan onaylardım” diyor...  
  • Bugün bayram; Başak Demirtaş: “Siyaset düşmanlıkları değil, dostlukları büyütmelidir. Seçimlerden sonra da herkes birbirinin yüzüne bakabilmelidir. Her şey oy değildir, oydan daha kıymetlidir insani değerlerimiz...”
  • Bugün bayram; şöyle bir bakınız; kimler bayramın gereği olan birliği-huzuru-barışı ve kimler ayrıştırmayı-çatışmayı-savaşı istiyor. Onları görün ve düşünüp kararınızı veriniz.

Bugün bayram; saygı ve sevgiyle herkese iyi bayramlar...



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

8 Haziran 2018 Cuma

Kuzuluk’ta terlerken

Burası, yemyeşil dağ ve tepelerle sarmalanmış verimli tarlalar, bahçeler, cıvıl cıvıl kuşlar, hem serin, hem de şifalı sıcak suların bolca olduğu Kuzuluk... Geçirdiğim ortopedik ameliyat sonrasında doktorun önerisi ile kaplıca ararken, buldum bu şirin yeri... Detaylı bir araştırma yapmadan hemen aldım bu iki haftalık “devre mülk”ü… Yaşayan bilir ya, bu “devre mülk” uygulaması; "saadet zinciri" benzeri bir şey…  

Şöyle ki; ödenen aidattan daha az bir tutarla burada (her mevsim) benzer yerleri kiralamak olası… Saadet zinciri de böyle bir şey değil mi? Sanırım bundandır ki, içimdeki "ben" in "mülkiyet tutkusu", burayı her satmaya yeltendiğimde bana: 
“Ama, buranın 14 günlük tapusu senin ya!.." deyiveriyor...

Neyse, konumuz bu değildi, şimdi konumuza dönelim:

***
Ter, kültürümüzde çok kullanılan bir sözcük, kimyası gibi, işlevleri de çok farklı...  Ter için söylenmiş çokça söz, pek çok deyim var, bunların kimi, emek, kimi dinlenmek rahatlamak, kimi sömürülen emekçi çoğunlukları, kimi de çokça pay alan mikro azınlıkları anlatır. 

Ter, vücudun; sevinçlere, sevgilere, özlemlere, acılara, öfkelere, endişelere, korkulara, yorgunluğa, sıcağa, kirli havaya karşı duygusal ya da fiziksel tepkisi… Bu duygu ve durumların yaşattığı yoğun basıncı/gerginliği dengeleyip karşı duruşudur. İnsanı her durumda rahatlatan, gerginliğini azaltan ter, bu işleviyle vücudun sigortasıdır... 

Kuşkusuz yukarıdaki duygu ve durumları herkes sıkça yaşar, çokça ter döker. Ben de şimdi sıcak su ve buharlı bir ortamı bırakıp, biraz ötedeki odada sırt üstü uzanmış, ter taneciklerinin vücudum üzerindeki hareket ve seslerini izliyor, dinliyor, terliyor ve terimi beslemek için bolca su içiyorum...
***
Sırt üstü yattığınızda; alın, boyun, ense, göğüs, kol, el, ayak, tüm eklemler, her yerden sanki binlerce pınar oluşur, pıtrak baloncuklar şeklinde çıkıveren damlacıklar, bir süre sonra birleşip dereciklere dönüşür... Kulak memesi ve arkasından, kol, bacak, enseden şıp, şıp akan damlalar, sünger gibi emen havluya kavuşur. Göğüs kafesimin üstünden fışkıran damlacıklar ise, uzaklara akacak kanal bulamadıkları için karın boşluğundaki küçük gölcükte buluşarak her yan yatışta, ilkbahar derecikleri gibi coşkuya kavuşur... 

Bunları düşünüp izlerken, tel tel içim geçiyor/çekiliyor, şimdi uykuya çok yakınım. İşte tam da bu sırada, birdenbire irkilip, sıçrıyorum. Kulağımın arkasından, enseme doğru peş peşe sıralanarak akan kocaman damlaların yuvarlanırken yaşattığı ürperti idi beni korku ile yarı uykumdan eden...

Sonra da bu yarı uyanık halim devam etti… Kapalı gözlerimin içinde sanki bir ekran  vardı ve oradan yaşamımın filmini  izliyordum. Ekrana yansıyan her bölüm, her kare ve her kişi benim için çok kıymetliydi… Eşimi, çocuklarımı, torunlarımı derken, birden bire kendi çocukluğumu, okullarımı, arkadaşlarımı, öğretmenlerimi, kardeşlerimi, annemi, babamı, devamlı evinin balkonunda oturan dedemi, son yıllarında gözleri az görmeye başlayan babaannemi, yatalak olan anneannemi, kayın pederimi ve kayın validemi anımsadım. Düşündüm, sevindim, üzüldüm, gözlerimin içi terlemeye başlayınca da, konuyu değiştirdim ve yeniden çocukluğuma döndüm.  
*
4-5 yaşlarında iken annemin beni leğen veya taş yunaka oturtup sabunlaması, yıkarken, maniler söylemesi, yıkama bitince ayağa kaldırıp birkaç tas su dökerek “Gur ji te nexê!..” (kurt seni yemesin!..) dileğinde bulunması…/ Mevsim kış, her yer kar-buz, çok ateşim var, annemin konuşup anlaştığı abi beni sırtında taşıyacak. Sıkı sıkı sarınmış o abinin sırtındayım, Peri suyunu geçmemiz gerek, oysa ne köprü, ne de "kelek" var. Paçaları yukarı sıyırıp, suyun sığ yerinden geçiş, üşüyerek, terleyerek, yokuş çıkarak Çan nahiyesine varış... Çığlık attıran "Penisilin" iğnesi sonrasında eve dönüşümüzü.../ Evde (anne ve babama "küs" olsa da bizi çok seven), İsmail amcamın bana sarılıp, çocuk gibi hıçkırıklarını.../ İstanbul'a babamın yanına giden annemden bir süre sonra okulda başımda bit bulunuşunu, annem döndüğünde (o üzüntü ve utancın etkisiyle olsa gerek), ona sarılarak hıçkıra hıçkıra ağlayışımı…/ 7-8 yaşında kuzu ve oğlaklara çoban oluşumu, onların  tatlı yaramazlıklarını.../ 10-12 yaşında tam bir emekçi olarak; iki abimle birlikte orakla buğday biçmemi, harmanda öküzlerin çektiği “gam” üzerinde sapı samana çevirmeye çalışmamı, hayvanlara kışlık yem olsun diye “kenger" biçme ve “yaprak" kesme işlerini...

Ve kızgın güneşin altında, dil-damak kururken döktüğüm terleri... Geçim derdi, babamız gurbette... Annemiz hiç yalnız bırakmazdı bizleri. En az bir buçuk saat uzakta olan yayla evimizdeki işlerden sonra, 4 küçük kardeşimizi orada bırakıp, yürüyerek ter içinde bize (üç büyük oğluna) sıcak yemek getirirdi. Biz kardeşler de; gelen yemekten çok onu görmenin sevincini yaşardık. O, biraz dinlendikten sonra, bu kez yokuş çıkarak yayla evine, küçük çocuklarına, hayvanlarına, işinin başına dönerdi… Biz ise gün batımına kadar çalışır, yorgun argın köydeki evimize... Akşam yemeğini yedikten sonra, içtiğimiz 2-3 bardak kıtlama çay döktürdüğü ter ile bizi rahatlatır uykumuzu getirirdi. 

Kim bilir beni 60 yıl öncesine götüren bu 20 dakikalık gündüz rüyası, daha başka nice kişinin yaşamıyla kesişti, yaptırdığı çağrışımlarla onları düşündürüp geçmişe taşıdı... 

Şimdiye gelecek olursak; artık ne oğlak, kuzu, ne buğday, ne saman, ne inek-öküz, ne de köylü kaldı!... Artık o buğday, arpa, nohut, fiğ, sebze meyve ekim-dikim yapılıp bolca ter dökülen yerler terk edildi, bomboş kaldı. Şimdi, oralarda sadece yaban domuzu sürüleri koşuşturuyor. Ülkemizin pek çok bölgesinde olduğu gibi...

Tabii ki, doğa yasası gereği tüm canlılar: doğar-büyür-yaşar-ölürler. Bunun için de pek çok sevdiğimiz ve büyüğümüz bire birer dünyamızı terk etti, edecekler... 

Peki, şimdi biraz düşünelim, acaba bizim; ülkemizde yaşayanlar ve gelecekte doğup yaşayacaklar için yaşanır bir çevre ve yaşam kaynakları bırakmamız gerekmiyor mu?!.. 

*
Benim gündüz düşüm bitti!.. Güne döndüm şimdi... Ülkede seçim var. Liderler eşitçe (eşitçe?!) yarışıyor!...: Kimi bağırıp, korkutmaya çalışıyor, kimi; "tutukluları tutun, hükümlüleri salın!... " çığlıkları atıyor... 

S.Demirtaş kitapları önünde, öyküler, kuvvetli mektup ve tweetler yazıyor (tabii ki, bir oy Demirtaş'a bir oy HDP'ye)...  

Bir de M. İnce meydanda halka; “yerli ve milli kuru fasulye” yemeğinin tarifini yapmıştı (alkışlamıştım)... Dinlemeyen, duymayan varsa mutlaka arayıp bulsun, dinlesin. Bu yazı konusuna da uygun olan tarif, tam da tarım(!) ülkesi Türkiye'nin masalımsı hikâyesi…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

1 Haziran 2018 Cuma

Şehir Hastaneleri ve Hapishaneler


Geçen hafta “Neden-Sonuç” ilişkisi ve Türkiye başlıklı bir yazı yazmıştım. Aslında bu yazının konusu olan'Şehir Hastaneleri ve Hapishaneler' de aynı konu içinde birer altküme... Bu kurumlar da ihalelerin girdabında… Buralarda da, aynı neden-sonuç ilişkisi geçerli…

Buralarda dönen, alavere, dalavere, para-pul işlerine (araştırmacı gazeteciler bakmalı diyerek) pek girmeyeceğim.

Peki, o halde neden hastane ve hapishane (cezaevi) konularını yeniden yazma gereği duydum? İşte cevabı: 

Çünkü "hastalık" ve "suç"; toplum yaşamında birer karanlık gölge... Karanlık gölgenin ardı sıra koşmak, ummak, dilemek kurtuluşu olmaz insanlığın... Karanlıktan kurtulmanın yolu; bilimsel eğitimden geçer, sorgulamak, araştırmak ve güneş gibi tepelerine dikilmek gerekir. İşte o zaman gölgeler küçülür ve daha çok aydınlık olur her taraf. 

Çünkü eğitim ve eğitimciler olaylara insan odaklı bakar, bunun için "hastalık" ve "suç" eğitimin konusu... Bunun için konuyu eğitimci anlayışı ile irdelemek istedim. 

Hemen herkesin anlaştığı birkaç tanım şöyle; 
  • İnsan, biyolojik-psikolojik-sosyal bir varlıktır.
  • Eğitim ve eğitimcilerin asıl görevi; insanın çevresi ile barışık, güven içinde ve sağlıklı yaşamasına yardımcı olmaktır. 
  • Sosyal devletin öncelikli görevi: ülke insanlarını, sağlıklı, huzurlu ve güven içinde yaşatmaktır. 
Ortak amaç; insanı hem mikrobik, hem psikolojik hastalıklardan hem de suç(lu)lardan korumak olduğu için; "hastalık" ya da "suç" oluşmadan AR-GE (araştırma-geliştirme) çalışmaları yapılmalı. Bu çalışmalarda elde edilen veriler/bilgiler ışığında hedef kitle ve yetkililere eğitim verilmeli. Hastalık ve suça kaynaklık eden odaklar hedef alınmalı. Halkta “hastalık” ile “suç” hakkında farkındalık yaratılmalı. Ve tüm bu çalışmaları desteklemek için sağlık-güvenlik-hukuk alanlarında yasal düzenlemeler yapılmalı...

Çağdaş ülkelerde insanlar hem hastane, hem de hapishanelere az giderler. Çünkü buralara giden yollar koruyucu önlemler ile daraltılmıştır. 
  
O halde şu genellemeyi yapabiliriz: Eğer bir ülkede hastaneler ve hapishaneler dolup taşıyorsa,  o ülkede hem sağlık, hem güvenlik, hem de eğitim konusunda çok önemli sorunlar vardır...
 ***
Hastaya hastane, suçluya hapishane...

AKP iktidar olmadan önce, hastanelerde; hijyen şartlarına uyulmuyor, oluşan kuyrukları nedeniyle doktorlara ulaşmak çok zor oluyordu… 19-22 Aralık 2000’ta (güya devlet güvencesinde olan) 20 cezaevi "Hayata Dönüş"(!) olarak adlandırılan faşist saldırılar sonucu 32 kişi öldürülmüş, yüzlercesi yaralı-sakat bırakılmıştı. Bu katliam nedeniyle daha sonra yargıç karşısına çıkan dönemin Adalet Bakanı H.S.Türk; "Hayata dönüş, devlet kararıydı." demişti... 

2002 yılında iktidar olan AKP iktidar olduğu ilk yıllarda özellikle sağlık alanında önemli atılımlar yaptı. Bu da halkta "adalet sistemi gelişip düzelecek"  umudu yaratmıştı. Ancak, "tek adam"ın bilgiye dayalı olmayan rastgele kararları ülkeyi sosyal devlet anlayışı ve uygulamalarından hızla uzaklaştırdı. Ve halk geçmişi bile arar oldu.  Hasatlık ile suça yönelmeleri önlemek yerine; hastaya hastane, suçluya hapishane anlayışı önem kazandı ve karşımıza bugünkü tabloyu çıktı: 

Açılan ve daha da açılacak şehir hastaneleri; YİD (yap işlet devret) yöntemiyle, dolara endeksli hazine güvencesi, belli sayıda hasta garantili, ülkenin gelecek otuz yılına ipotek koyucu ve "bir koy, beş al" mantığı ile yapılıyor. Mevcut sağlık sistemi çökmüş ve hasta sayısı iştahları kabartıyor. Bu da, özel hastanelerde daha çok kazanma hırsına neden olmakta, etik ve ahlaki kuralları çiğnemeye yol açmaktadır.

Son günlerde ekranlarda, meydanlarda ve medyada “şehir hastaneleri” övgülerle tanıtılıyor. Oysa bu hastaneler çok pahalı, şehir merkezine çok uzak, buralara engellilerin ve hastaların ulaşımı çok zor… Ama yine de olsun, bu hastaneler beş yıldızlı otel gibiymiş de falan, filan… 

Bir de sessiz ve hızlıca yapımı süren fakat hiç reklamı yapılmayan hapishaneler var. Şubat 2018 verilerine göre: 208 bin 830 yatak kapasiteli hapishanelerde 235 bin 888 tutuklu ve hükümlü bulunuyor (Bazı hapishanelerde uyumak için yataklar dönüşümlü kullanılıyor)... Ama müjde bu yıl 38, 2023 yılına kadar da her yıl 50 tane yeni hapishane yapılacakmış!...

Geçen haftaki yazımda; “Her olay/durum, neden-sonuç ilişkisi içinde gelişir ve her sonuç da başka bir nedene dönüşüp daha başka sonuçlara evrilir.”  demiştim ya... Şimdi de: 

Diyorum ki; ülkedeki baskıcı yönetimin uygulamaları nedeniyle, çokça insanımız, ya hasta olup, hastanelere, ya da “suçlu” sayılıp hapishanelere gidiyor… 

Diyorum ki; eğer ülkede bir korku iklimi egemen olmuşsa; hastaneler ve hapishaneler dolup taşacak, yeni hastanelere, yeni hapishanelere ihtiyaç olacaktır. 

Diyorum ki; bugünkü "tek adam" yönetimi, acaba hastaneler, yollar, köprüler, tüneller, hava alanları için uyguladığı YİD yöntemini hapishaneler için de uygulasa...  Yani belli sayıda tutuklu garantisi ve hazine güvencesi vererek hapishaneleri de yaptırsalar daha kârlı çıkmazlar mı?

Kim bilir, belki de bu koşullarla anlaşmışlar bile... 

Ne dersiniz?


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız




25 Mayıs 2018 Cuma

“Neden-Sonuç” ilişkisi ve Türkiye

Determinizm, doğadaki fiziksel ve ruhsal her türlü olayı; kendinden önceki olayların belirlediğini söyleyen bir görüştür. Dilimizde; U-T (uyarıcı-tepki),  gerekircilik-belirlenimcilik ve neden-sonuç olarak da kullanılır.

Fizik, kimya, biyoloji, jeoloji gibi doğa bilimlerde olduğu gibi, davranış ve sosyal bilimlerde de olay/olgular neden-sonuç ilişkisi içinde ele alır.  Yani bilimlerin vazgeçilmezi; neden-sonuç ilişkisidir. Çünkü bu ilişki olmadan bilim yapılamaz.

16 yıllık iktidar ve şakşakçılarının “yerli ve milli…” masalları anlattığı bu günlerde, ülkemiz sorunlarına neden-sonuç ilişkisi içinde bakmamız gerekir. 

Bu anlayışla düşünüp baktığınızda: Tarım ve hayvancılığın çöktüğünü… Büyük sıkıntılarla kurulan fabrikaların arsa fiyatını bulmayan değerle satıldığını… Peşkeş çekilen kıyı, dere ve madenlerde yapılan çıkar öncelikli işlerin, habitat ve ekosistemi bozulduğunu… Büyük bir ekonomik krizin başlamakta olduğunu... İnsanların tıpkı, topraklaması olmayan bir iletken düzeneğinde olduğu gibi {artı(+), eksi(-)}, yüksek gerilim taşıyan kutuplara ayrıldıklarını görürsünüz... 

Oysa bu iktidar, iktidar olmadan önce halka; “3Y” (yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar) ile mücadele edeceği sözü vermişti. Peki, ne oldu?...  16 yıllık iktidarın uygulamalarıyla; yoksulluk ve yolsuzluk katlanarak arttı. OHAL ve KHK'lar ülkede “korku iklimi" yarattı, güvenlikçi yasalar ile yasaklar daha da arttırıldı ve  sürekli hale getirildi.

***
16 yılda 186 defa değişen ihale kanunu 

Duydunuz mu?!... Bu iktidar, yandaşları olan yatırımcı ve müteahhitlere daha iyi şartlarda ihale verebilmek için; ilgili kanunu 16 yılda, 186 defa değiştirmiş!...

Biz de onların, bu çok sık ve manidar değişikliklerle özellikle iki alanda neler yaptıklarına bakalım:  
*
Birinci alanda; duble yollar, tüneller, köprüler, tüpgeçitler, hava alanları, AVM’ler, inşaatlar yaptılar. 

Peki, bu hizmetler gereksiz mi? - Hayır... Peki?... - Karşı çıkışım; plansızlığa, önceliklere, uygulama yöntemlerine, ben yaptım oldu anlayışına ve sonuçlarına... 
(Bu alanların hiç birinde sürekli olarak işçi çalışmıyor ve üretim yapılmıyor.) 

İşte bu işlerin bazı sonuçları: yeşili, rüzgârı, yağmuru, depremi, yaşamı düşünmeden, bilimsel itirazları dinlemeden yok edip beton ettiler her yeri. Bu bilime karşı duruş ve çıkar için inatlaşmanın faturasını da halkımız ödedi, ödeyecek... Dört gün önce hepimiz 15 dakika süren yağmur sonrasında, Ankara ve daha pek çok yerde yaşananlara tanık olduk... (Sorarsanız bahaneleri de hazırdır bunların: "Kader..." "Görülmemiş bir tufan..." deyiverirler, gözlerini kaçırıp ellerini ovuşturarak...) 

Bütçede bu işlere kaynak bulunmadığı için borçları; yap işlet devret diye tuzak maddelerle dolu gizli anlaşmalarla ve hazine güvenceli olarak deftere yazdılar. Böylece milyar dolarlı borçları, katlamalı faizlerle ve "Borç yiğidin kamçısıdır." anlayışı ile daha doğmamış torunlarımıza bırakıverdiler. Ne yazık ki, "faiz caiz değil, haramdır" diyen 16 yıllık iktidar, bu yapılanları büyük bir başarı ve övünç konusu saydı, saymaya devam ediyor. Epey de inananları var...

(Sn. Çiğdem Toker saygın bir gazeteci, her gün, sayılarla, belgelerle; duble yolları, tünelleri, köprüleri, tüp geçitleri, havaalanları, AVM’leri, inşaatları ve adrese teslim ihalelerde yapılan dalavereleri yazıyor.)
*
İkinci alanda; kamuya ait çokça fabrika, maden ve alanı sattılar. 

Oysa o kurumlar çağdaş bir ülke yaratmak için ne sıkıntılarla kurulmuştu... Hepsinde sürekli üretim yapılıyor, işçiler çalışıyordu.  Belki teknolojileri eskimişti ama yine de milyonların ekmek tekneleri idi. İktidara düşen onların teknolojilerini yenilemek, verimliliklerini arttırmaktı. Oysa onlar, dedelerden miras kalan bu değerleri, miras yedi savurganlığı ile talan ettiler, sattılar... Yandaş havuzlarda toplanıp, yeşerip, çoğaldılar.

İşte buralardan pis kokular yükseliyor!...

Ben sizlere bunları anlatırken, kim bilir belki sizler de beni;  "piyasalar yanıyor herkes Dolar ve TL'yi konuştuğu günlerde sen..." diye başlayan cümlelerle eleştiriyorsunuz. Haklısınız, fakat inanın bu Dolar-TL işi de bir neden-sonuç konusu...  

Tabii ki, böyle bir ülkede sosyal ve ekonomik krizler hiç eksik olmayacak...  

Tabii ki, böyle bir ülkede; zenginler daha zengin, fakirler daha fakir olacak...

Tabii ki, hak, hukuk, adalet ve demokrasinin olmadığı yerlerde, ihalelerin adrese teslim seçiciliği yapılacak...

Tabii ki, her olay/durum, neden-sonuç ilişkisi içinde gelişir ve her sonuç da başka bir nedene dönüşüp daha başka sonuçlara evrilir olacak.   

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

18 Mayıs 2018 Cuma

“HDP'siz olmaz!...” diyenler samimi mi?

Çoğu kişinin yaptığı gibi ben de çocuklarım ve daha sonra da torunlarıma bolca kitap okudum. Onlar yanıma/kucağıma oturup; dinler, görsellere bakar, çokça neden-niçin soruları sorar, sorulan sorulara da, çünkü-ama ile başlayan mantık kurgusu yapar ve bunlardan büyük bir haz alırdı. Tabii ki ben de ...  

Çirkin Ördek Yavrusu” masalı da bize işte böyle bir olanak sağlamıştı. Bu eser; dünyanın en büyük masalcılardan biri olan Danimarkalı Hans Christian Andersen’e (1805-1875) aittir. (Andersen'in Türkçeye çevrilmiş 85 kitabı var.)

Çoğumuzun bildiği, ama bilmeyenlerin de, mutlaka çocuk ve torunlarıyla  birlikte okumasını önerdiğim bu masalda; kuluçkadaki anne ördeğin kanatları ve vücut ısısı ile koruduğu yumurtalar çatladığında yavruların çıktığı... Ancak en iri yumurtanın bir hafta sonra çatladığı ve içinden de çok "çirkin" bir yavru çıktığı... Masalın öznesi olan bu "çirkin" yavrunun annesi tarafından sevilip korunduğu, ancak kardeşleri ve çevrede dışlandığı...Ve bu "çirkin" yavru büyüyüp "kuğu" olduğu anlaşıldığında, yaşananları anlatılıyor. 

Bu süreçte yavrunun yaşadıkları, düşündükleri, hissettikleri, hem okuyanı hem de dinleyeni çok etkiliyor. Çünkü, bu masal düşündürerek; ön yargıları sarsıyor, yıkıyor ve yerine insani bir erdem olan hoşgörüyü aşılıyor...  


***
Bugünlerde herkes söz birliği yapmış; “HDP'siz olmaz", "Onlarsız olmaz” diyor ("onlar" dedikleri: Kürtler...). Bu da bana yukarıdaki masalı çağrıştırdı. 

Ahmet Şık’a ait bir sözün öznesini değiştirerek; “ HDP’nin yanında yer alanlar, onlara dokunanlar yanar!” diye devamlı nutuk atan kamuoyu araştırmacılarını hatırladınız değil mi?

İşte bu kişiler, şimdi de pişkince; “HDP'siz olmaz!...” diyorlar. "TV muhabbetleri"nde, eğer birisi HDP Kürt partisidir derse, karşı görüştekiler hemen ; "Ama HDP'ye oy vermeyen Kürtler de var!" diye tepki gösteriyor. 

Bence de HDP Kürt partisi değildir. Çünkü HDP; ırk, din, dil, renk ve cinsiyet farkı gözetmeden; işçi, köylü emekçi, aydın, sosyalist, demokrat kısaca “öteki” ilan edilen herkesin partisi...  

HDP'nin ilgi merkezi olmasını sağlayan bu duygusal(!) yaklaşımın asıl nedeni; HDP barajı geçtiğinde kazanacağı veya  barajı geçmediğinde AKP hanesine yazılacak olan vekiller...  "Sıfır baraj" görüşmelerinde yok saydıkları ve yıllardır barajı geçmesin, boğulsun dedikleri parti, meğer çok önemli imiş!... Tabii ki çıkarları söz konusu olunca... Önemser ve anar oldular bu partiyi...  

***

Toplumsal barış ve demokrasi için yaşanmışlıklarla yüzleşmek ve yanlışları tekrar etmemek gerekir. Çünkü gelecek ancak bu yolla daha yaşanır ve güvenli olur... 

İşte hepimizin tanıklığında olagelmiş; yüzleşilmesi, empati yapılması, düşünülmesi ve ders çıkarılması gereken bazı yaşanmışlıklar:

 Haziran 2015 seçiminde 6 milyonu aşan oy alıp 80 milletvekili çıkaran HDP’ye, tüm partilerin “vebalı” işlemi yaparak uzak durması…

 Resmi görevlilerin araç arkasına çıplak olarak  bağlayıp sürükledikleri ölüleri... Cesedi 1 hafta sokak ortasında bırakılan Taybet Ana’yı... Cesedi kokmasın diye derin dondurucuda bekletilen küçük çocuğu... Roboski’de parçalanan çocukları… Girilen yatak odalarına yazılanları… Kobani’deki savaş mağduru çocuklara oyuncak götürmek isteyen gençleri… "Ankara" ve benzeri katliamları… 80 yaşındaki annenin ölüsünü gömdürmeyiz diyenleri... Çocuklar ölmesin ve savaşa hayır diyenlere yapılanları… On yıllardır çığlıkları yankılanan Cumartesi ve diğer acılı anneleri…

 Kendileri ve soydaşları için hak gördükleri; masalı, ezgiyi, ninniyi, şarkıyı, türküyü, anadilde eğitimi (ki bunlar ayrımsız olarak birer insan hakkı), ötekilere çok görüp yasaklarla, zindanla engellemeleri… Sosyolojik bölge, şehir, köy ve insan isimlerini bile yasaklamaları… Milyonlarca insanın konuştuğu  bir anadili unutup(!), mahkemede kayıtlara; “bilinmeyen bir dil” olarak yazmaları...

Bunlar, korku ikliminde ve kısa bir zamanda yaşanan; dışlamalar, nefret suçları ve katliamların sadece birkaçı... 

HDP bu süreçte haksızlıklara karşı çıkarken "öteki" ilan edildi, hep yalnız kaldı, büyük bedeller ödedi. Oysa kimileri olanlara sessiz kaldı, kimileri de olagelenleri hep savundu, savunmaya devam ediyor…

Şimdi de koro halinde; “Onlarsız olmaz!..” diyorlar.  

Tabii ki, onlarsız olmaz!... Keşke bunu söyleyenler; çoğulculuğa, çeşitliliğe, eşdeğerliliğe inansa/alışsa ve de samimi olsalar…

Not: Sayın Muharrem İnce'nin  konu ile ilgili demokratik girişim ve söylemlerini samimi buluyor, önemsiyor ve destekliyorum...

***

Eğer “onlarsız olmaz” içselleştirilmiş bir farkındalık ise; alkışlanmalı, destek verilmeli, çünkü ülke geleceğimiz için çok çok önemli ve gereklidir. 

Yok, eğer “onlarsız olmaz” içselleştirilmemiş ve sadece “onların” gücünü bir araç olarak kullanmak için “ilmi siyaset” gereği Makyavellistçe söylenmişse... Ve köprü geçildikten sonra yine, “Alavere, dalavere Kürt Memed nöbete…” diyeceklerse:

✔ Hem, bu “ilmi siyaset” yapan Makyavelistleri ayıpları ile yüzleştirmek... 
✔ Hem, tek adam sultasına son vermek... 
✔ Hem de amacımız olan; demokrasiye, barışa, çoğulculuğa, çeşitliliğe, eşdeğerliliğe…, kapıyı aralamak için:

"Tek adam düzeni"ne karşı duracak güç birliği desteklenmeli.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

11 Mayıs 2018 Cuma

'Andiçme' ve sonrası...

R. Tayyip Erdoğan seçimi kazanmış fakat 28 Ağustos 2014 günü TBMM'de “…Üzerime aldığım görevi tarafsızlıkla(a.b.ç) yerine getirmek için bütün gücümle çalışacağıma Büyük Türk Milleti ve tarih huzurunda, namusum ve şerefim üzerine andiçerim.” Dedikten sonra yasal Cumhurbaşkanı olmuştu....
*
6 Mayıs 2018 günü ise, AKP İstanbul kongresinde sunucu, genel başkanları R.T. Erdoğan’ı her fırsatta “Cumhurbaşkanımız!...” diye takdim ediyor, O da tarafsız(!) olarak konuşuyordu.

Yasal dokunulmazlık zırhını ve yetkilerini partisi yararına kullanan kürsüdeki Cumhurbaşkanı, yeniden Cumhurbaşkanı adayı olarak rakiplerine meydan okuyor ve sık sık “Ahdim olsun ki” vurgusu yaparak Seçim Manifestosunu açıklıyordu.

(Kısaltarak): Daha çok özgürlük, daha çok demokrasi...Bağımsız, demokratik ve müreffeh Türkiye... İtibarlı yasama, güçlü yönetim, bağımsız yargı, Faizleri, enflasyonu ve cari açığı düşürme... Yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele… Küresel bir güç, öncü bir ülke... AB’ye tam üyelik... Terör örgütleri ile mücadele... "Fırat Kalkanı" ve "Zeytin Dalı" benzeri harekâtlar...

Sanki başkaları; demokrasiyi, özgürlükleri, adaleti yok etmiş, yasama, yürütme, yargıyı işlevsiz bırakmış, faizi, enflasyonu ve cari açığı azdırmış, yolsuzluk, yoksulluk, yasakları çoğaltmış, gençlerin yüzde 20'si işsiz, 70 bin öğrenci ceza evinde, 53 tane yeni cezaevi yapma ihtiyacı doğurmuş ve ülkeyi dünyada yapayalnız bırakmış...!?

16 yıldır iktidarda bulunan AKP ve onun tek adam rejimi ayrıca; yasama, yargı ve yönetim güçlerini tek elde topladı. Ülkenin çözümsüz kalmış sorunlarını; çevresel, bilimsel ve hukuksal yöntemlerle çözmek yerine, bazı odakların çıkarları doğrultusunda çözmeye çalıştı. Toplumu kucaklamak yerine, "bizimkiler bize yeter" anlayışı ile bazı etnik yapı ve inançları önceleyerek "öteki" yaratma stratejisi izledi.

Bugünkü aşırı telaş ve acelecilik de baskın seçim için...  Birkaç gün önce de bir  "barışma ve helalleşme" paketi hazırlamışlardı ( bu da insana, kurnaz ev sahibinin gitmeye hazırlanan misafirine; “daha karpuz da kesecektik” deyişini anımsatıyor.). Dün gece yasalaşan bu paketin içindeki başlıklar: 

Para cezası ve vergi borçlarının yeniden yapılandırılması.../ Muhtarlara prim... / Orman alanlarında teknoloji geliştirme.../ Tarım arazileri kiralama ve satılması... / Dini bayramlarda emeklilere 1000'er Lira... /... Ve İmar Affı…

Bunların hepsi önemli, fakat şimdilik sadece ikisini irdelemek istiyorum:

           1. Para cezası ve vergi borçlarının yeniden yapılandırılması:
Bu cezaları doğuran çeşitli bireysel, toplumsal ve yönetimsel nedenler vardır. Eğer bir sorun; uygulanan politikalar, doğal afet, toplumsal ya da  ekonomik krizden kaynaklanmışsa, sosyal devlet mağdurları korur, destekler, gerekirse "af" eder. 

Fakat kurallara uymayanları af etmek veya borçlarını yeniden yapılandırmak, onları ödüllendirir ve benzer davranışları özendirir. "Af etmek", kalıcı çözüm sağlamaz, fakat "haksızlık" ve "alışkanlık" gibi bazı ahlaki sorunlar doğurabilir. Popülistçe "af" çıkarmak yerine, ödeme güçlüğünü doğuran nedenleri ortadan kaldıracak önlem ve uygulamalarda bulunmak gerekir. Ayrıca oy kazanmak için af çıkarmak, yasa ve kurallara uyup borçlarını ödeyenleri enayi-aptal yerine koymak, onlarla alay etmek anlamına gelmez mi?

          2.   İmar Affı: 
Bu sorun, bazı vatandaşların kendi arsasına, bazılarının ise belediye ve hazine arazisine izinsiz inşaat yapmalarıyla oluşmuştur. Çevre, sağlık ve teknik şartlara uygun olmayan yapılaşmadır. Daha çok seçim dönemlerinde ve oy kazanmak gibi popülist anlayışlarla bu yapılara göz yumulduğu için kentlerimizi gecekondular sarmıştır... 

Bu sorunun yıllar öncesine giden bir geçmişi var, bunun için tek sorumlu AKP iktidarı değildir. Tarih-Çevre-Sağlık ilişkisi içinde, bilimsel veri, teknik ve esaslara uyularak, toplumsal çıkarları gözetip ve vatandaşları mağdur etmeden; yılların mirası olan bu sorunun çözülmesi bir zorunluktur. 

Şimdi bir imar affı çıkarılacak, fakat gelin görün ki, bu uygulamanın gizli özneleri ve en çok yarar sağlayanları da trilyonluk inşaat sahipleri... Onlar ki,  kentlerin; çevresel, tarihsel ve kültürel dokusuna ihanet etmiş ve kaçak oldukları için “tıraşlanması”, yıkılması gereken trilyonluk inşaatların sahibidirler…

*
Bu "barışma ve helalleşme" paketini hazırlayan beylerin her sözleşme döneminde, işçi, memur ve emeklilere "beş kuruş artış" vermemek için nasıl pazarlık yapıp, neler söylediklerini hatırlıyor musunuz?  Şimdi de; "tek adam" düzenini kalıcı kılmak için, bol kepçe rüşvet dağıtıp, af çıkardılar. İşte popülizm budur…  

Bilinmeli ki, seçim için yapılan bu ölçüsüz harcamaların tüm bedeli, ya dolaylı, ya da dolaysız vergi olarak geri alınacaktır. ("Herkes  kesesinden yesin içsin saltanatım var benim.")...

***
4 yıl önceki “andiçerim”4 gün önceki "barışma-helalleşme" ve “Ahdim olsun" sözleri hakkında yorum yapmayı size bırakıyorum...

Haa, izninizle ben de yazıyı özetle noktalayayım:

"Barışmak ve helalleşmek" istediklerine göre demek ki, kulaklarına kar suyu kaçmış, onun için korku ve telaş içindeler. Gidiciler…

O halde bu iş:  T A M A M !..

Silkeleyin düşecekler!…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız