23 Ağustos 2020 Pazar
ERDOĞAN ŞENEL'in ANISINA...
26 Haziran 2020 Cuma
KÖR İNANÇ-EĞİTİM-UYGAR KİŞİ
Clive Bell yazdığı UYGARLIK isimli
denemede: “Kendi kabilesinin gelenek ve göreneklerini eleştirmeye başlayan
bir vahşi, çok geçmeden ya yok olup gider ya da vahşilikten kurtulur. O zaman
uygarlığa doğru büyük bir adım atılmış olur.” (sayfa:
50) der.
Her insan yavrusu, ilk insan var olduğu günden
beri dünyaya büyük yükler altında merhaba demiştir. Ağlayıp çığlık atması, bu
yüklere karşı çıkmak istediğinin en büyük kanıtıdır.
Hangi çağda insan yavrusu dünyaya, daha az yükle
merhaba demiştir? Bu konu, başka bir yazı veya tartışma konusu olabilir. Bugün,
insanın doğduğu günden beri taşımak zorunda olduğu yükleri biraz tanıyalım
istedim.
Çevresel yükler: atmosfer basıncı, iklim, barınma-güvenlik-beslenme gibi o coğrafyadaki
her kişinin ortak yükleri...
Toplumsal yükler: aile, akraba, kabile, köy ve kentlerin ürettiği, her tarih,
coğrafya ve sosyolojik duruma göre değişkenlik gösteren yükleri…
Kalıtım, biyoloji ve psikolojisinden kaynaklanan
yükler: iskelet-kas-duyu yapısı, hormonsal, davranışsal
ve zekâ gibi sağlık ve bireysel farklılık yükleri…
İşte her birey kendisine miras kalan bunca yükü
taşıyarak, bazısı şanslı, bazısı şansız olarak ve kesinlikle eşit olmayarak
dünyaya merhaba der. O halde, onun çığlık atması ve ağlamasına hak vermemiz gerekir.
Her birey bu üç ana kanaldan kendisine yüklenen
yükleri ya mücadele ile taşınacak hale getirir, ya da pes edip, yenik düşer ve
yaşama veda eder. Bizim sözümüz, yaşamaya devam edenlere, pes etmeyenlere...
***
Yaşamaya devam diyen bireyleri toplum sahiplenir ve yüklerini
daha iyi taşısınlar diye, okul ya da her yerde onlara EĞİTİM vermeye başlar.
İnsan, ilkel kabile çağından günümüze kadar; kör
inanç, tabu, önyargı, düşman, sürü anlayışı, iyilik, kötülük, erdem, savaş, barış, bencillik, kindarlık, insan severlik gibi tüm davranış ve becerilerini bu eğitimden geçerek öğrene gelmiştir.
Haksız savaşlar çıkarılmış farklı inançlar, farklı diller, farklı renkler, farklı düşünceler, farklı yaşayışlar düşman ilan edilmiş, yok olsun diye emirler çıkmış: Kimi süngüyle, topla, tüfekle öldürülmüş, kimi yakılmış, asılmış, giyotinle kafası kesilmiş, derisi yüzülerek yok edilmiş. Büyük acılar yaşamış ve yaşamaya devam ediyor tüm insanlık.
Bireyin yükleri böylece artmış ve taşınması çok zor bir kambur olmuştur. Özgüveni ve gücü olmayanlar; ne bu suç ve suçluluklar ile yüzleşebilir, ne de içinde kopan fırtınaları başkalarına anlatabilir. O, sadece korku ve utançlarını içindeki kör noktalara iter, oralarda onları dokunulmaz ve saklı tutar. Ve temiz pak olarak arınmak için de; dua edip yalvararak ULU güçlerden yardım bekler.
"Bu sorunlar gün yüzüne çıkmadığı sürece, sadece o kişiyi üzer, yorar, güvensiz ve huzursuz kılar ve onun özeli olarak kalır" derlerse de bu sözlere inanmamak gerekir. Bu aslında örtük bırakılmış bir insanlık sorunudur: Aklın içinde olmadığı, batıl inanç ve hurafelerle bezenmiş, egoistçe kendine benzer olanları bulmaya çalışan, diğerlerine yaşam hakkı tanımayan toplumsal bir sorun…
İnsan, “insanlaşmak”
için aklıyla yol alır, bu yolda; düşünür, soru sorar, sorgular, yorum
yapar, katkı verir, üretir, tabuları yıkar ve gelişir. Bunun içindir ki, aklın olduğu yerde, kör inanca ve önyargıya yer yoktur.
Kör inanç; güvensizliğin verdiği korku ile taban
bulur, sürü içgüdüleri ile yaygınlaşır ve egemenlere itaat ederek uygulanır. İşte bu süreçte oluşur tüm tabu ve
önyargılar, sonra da gelenek-görenek-önyargı el ele tutuşup taşır bu korku iklimini başka çağlara.
Bunun için bu sürecin öznesi olan güçler insana; tövbe!... günah!.. diye soru sordurmaz, onu
düşündürmez, yorumlatmaz, hele de ondan özgün katkı hiç istemez! Bunun içindir
ki bunlar; cahilliği, cehaleti sever ve överler…İşte bu yüzden de bizler: kör inanç ve önyargılar; akla-mantığa-zekâya
vurulmuş prangalardır diyoruz.
Kör inancın panzehri, ya da onu yok edecek güç; akıl,
mantık, zekâ rehberliğinde yapılacak olan eğitimdir. Ancak böylesi bir eğitimle
yok olur saplantılı kör inanç ve önyargılar.
Dikkat edilirse; akıl, mantık, zekâ
rehberliğinde yapılan eğitim dedim. Çünkü her etkileşim bir eğitim olsa da her etkileşim sonunda uygar kişiler ve uygar
toplum oluşmayabilir.
Bazı eğitim türlerinin odağında birey değil güç
vardır: Birey, sürü içgüdüsü ile boyun eğer, bağımlı, korkak ve özgüvensiz olur.
Bu eğitimle; korkan, çaresiz, yetersiz bir
nesil yetişmesi hedeflenir.
Bazı eğitimlerin odağında ise birey vardır. Bu
eğitimde, akıl, mantık, zekâ ile soran, sorgulayan, deneyen, üreten,
özgür-özgün düşünen, hoşgörülü, paylaşımcı, barışçı bireyler yetişir.
Bu karanlığı yok edecek olan güç uygarlıktır. Fakat uygarlık her iklimde yeşerip, boy vermez, o, özgürlükçü ve barışçı iklimleri
sever. Bu iklim de ancak, akıl ve hoşgörü egemenliğinde; kör inanç ve
önyargıların baskıcı prangaları yok edildiğinde oluşur.
O halde eğitim için seçici
olmalıyız.
Diğer yazılarım için: tıklayınız
19 Haziran 2020 Cuma
UYGARLIK
Bir yanda yeni/güncel yazar ve ozanların
kitapları… Diğer tarafta da kitaplığın raflarında bulunan, geçmiş yılların
okunmuş kitapları (kurşun kalemle not alınmış, işaretlenmiş) vardı.
Her kitabı okurken notlar alıyor, düşünüyor,
çocukluk yıllarıma gidip derinlerimde kalan izleri bulmaya çalışırım. Böylesi bir okuma ve düşünme de bana, 60 yıl önce çocukluğumun geçtiği “Deşta Zenan”ı anlatan bir dizi yazdırmıştı.
Kitaplık rafından aldığım bir kitap ise bana
zamanda yolculuk yaptırıp, beni uzaklara, çok çok uzaklara ta 2500 yıl öncesine
götürdü. Kitapta anlatılanlar masal değil, o günlerin yaşanmışlıkları, bugün
bile tartışılan, konuşulan güncel konulardı.
Daha önce okuyup sayfa boşluklarına notlar aldığım bu kitabı, yeniden okudum, sayfalarına başka uyarıcı işaret ve notlar ekledim, bazen hayret edip bugün dünyaya egemen olan anlayışlara; “yuh!...” çektim, kızdım, üzüldüm.
İnsanlık tarihindeki tüm çıkar savaşları;
insanlığa büyük acılar ve yüz milyonların yok olduğu vahşetler yaşatmıştır.
Egemen güçler ise her seferin sonunda, bu savaşın ulu menfaatler ve “uygarlık” için
yapıldığı yalanını söylemiştir.
İkinci olay: Atina’da halktan alınan vergilerle devlet tiyatrosunda Lysisrata (Kadınlar Savaşı; Aristofanes'in eseri M.Ö 411'de sahnelenmiş) oyunun oynatılması: İsa’nın doğumundan 404 yıl önce, Atinalılar Sirakuza önlerinde uğradığı korkunç yenilginin onarılmaz yaralarını taşıyordu. Bu yenilgiden sonra yurttaşlar arasında savaşma tutkusu çok artmıştır. “Atina devleti böyle bir ortamda halktan toplanan vergileri bir oyunu sahneye koymak için harcamakla kalmıyor, üstelik savaş düşmanı ve milliyetçilik duygularına karşı duran bir oyunu seçiyordu. Lysisrata oyununda orduyla alay ediliyor, milliyetçilik ucuz kahramanlık sayılarak yerin dibine batırılıyor, casus-avı ve Sparta’lı eater’ler hafife alınıyor, demokrasinin önderleri amansız bir sertlikte eleştiriliyordu. … Tarihte halkın değer duygusunun bu kadar parlak bir biçimde belirlendiği başka bir örnek hatırlamıyorum. … Atina’da tiyatrolara ayrılan para, adetâ kutsal sayılıyor, bu paraya dokunulmasına izin verilmiyordu. ” (sayfa 53-54).
Aradan 2500 yıl geçtiği
halde dünya henüz uygar olmamış, çünkü paylaşım savaşlarıyla dünyamız sürekli
bombalanıyor, talan ediliyor, suçsuz insanlar ölüyor, büyük acılar yaşanıyor.
Uygar olmak; zorbaya-zulme karşı, yaşam hakkına saygılı,
düşünceye-sanata-sanatçıya özgürlük tanıyan, saygılı-ince düşünceli birey
olmaktır. Uygarlık ise, uygar bireylerin barışçı dünyasıdır.
Barış olan böyle bir dünyada savaş seviciler barınamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Bunun için sürekli olarak dil, din, ırk, yaşam farklığı olanlar "düşman" ilan edilerek savaş çıkarıyor, bunun için halkın çocukları yok oluyor, bunun için kaynaklar; top, tüfek, bomba, mermi, tank, uçak gibi ölüm aracı oluyor. Böylelikle sömürü düzenleri şimdilik kalıcı oluyor.
İnsanlık henüz bu vahşi, sömürücü, sadece ben deyip
içgüdüleriyle hareket eden egoist anlayışların egemenliği altında…
Bunun için dünyada henüz uygar bir düşünce egemen olmadı.
12 Haziran 2020 Cuma
YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (9)
Mayıs ayının sonuna doğru oğlak ve kuzular artık büyümüş, karınları da yayla ovasında yedikleriyle doymuş olurdu. İşte bu düşünce ile öğleyin süt sağımı için gelecek olan annelerle yavruların buluşmaları engellenirdi. Ayrıca ; öğleyin süt sağımı için gelecek olan sürü artık herkesin xircit (yayla evi) kapısına değil de, tam karşıdaki yayla düzünde olan derenin kıyısına, oradaki söğüt ağaçlarının gölgeliğine getirilir ve böylelikle Bêrî ile Bêrîvan zamanı da başlamış olurdu.
koşuşturması başlamıştır . Herkes sürü içine dalar, kendi keçi ve koyunlarının gelip gelmediğini kontrol eder. Bulduklarıyla konuşur, diğerlerini isimleri ile çağırır, arar, bulur ve süt sağımı yaparak işini bitirdi. Bazen koca sürü içindeki birkaç hayvanını bulamaz, birkaç tur yaptıktan sonra bulur, bazen de hiç bulamaz, hayvanı dağda kalmış, kaybolmuş, belki de kurtlara yem olmuştur!...
Birden bire önceki neşeli, mutlu, coşkulu hava bitmiş yerini coşkusuz, üzgün, mutsuz, korku ve yorgunluk dolu bir hava almıştır. Zaten gün yarısı, tepedeki güneşin en yakıcı saatleri, hayvanların çıkardığı sesler, kokular, yerden yükselen tozlar bunaltıcılığı varken, üstüne bir de hayvanların kayıp olması yüklenmiştir.
Bu psikoloji ile hemen koşar o günkü şivanın yanına ve korkularına dair; ne oldu, ne olmuş olabilir, başkasının da kayıpları var mı... türü soruları sıralardı. Eğer şivan haberi ilk olarak şaşırır, üzülür ve kayıplara neden olabilecek durumları düşünür taşınır. Hangi vakit nerelerde bu kayıplar olabileceği hakkında görüşlerini söylerdi. Sonra toplanmaya başlardı diğer kayıp hayvan sahipleri...
Güle oynaya gelmiş oldukları bugünkü bêrî, bazı bêrîvanlara zehir olmuştur artık. Hemen bakraçlardaki sütü eve götürür, durumu anlatır ve ya kendisi ya da evden başka biri kayıpları olan komşularla buluşup şivanın söylediği yerlere hayvanlarını aramaya giderlerdi...
Şimdi yazımızı noktalayıp, başka konuları gelecek haftalara bırakalım.
10 Haziran 2020 Çarşamba
DOĞU SİNEMASI ve KAR YOLCULARI
Bu az sayfalı dev eserin ilk öyküsü: "Doğu Sineması" (Erzurum, bu sinema ile 1939 yılında tanışır.).
Bu öyküde, Sinemacı Refik başkahraman, Doğu Sineması ise odak mekan gibi görünse bile, okudukça öykünün çok kahramanı ve çokça mekanının olduğunu görürsünüz. Erzurum'un; Taş Mağazaları, Çifte Minareleri, Kümbetleri, Cumhuriyet Caddesi, ... İstasyonu ve bunları çevreleyen mahalle ile sokaklardaki örtük-saklı hayatlar...
Okudukça, yaşamımda çokça izi olan Erzurum'a yeniden gittim...
Okudukça, sanki öykünün bir kahramanı oldum, rüya-hülya karışım duygularla; Doğu Sinemasında henüz film başlamamış, taş fırının nefis lahmacunlarını yiyor, bir maşrapa ayranı içiyor, herkes gibi ben de elime "sımışka" dolu bir külahı alıp sinemaya giriyor, koltuğa yerleşerek beyaz perdenin canlanmasını bekliyorum. Sonra da tıpkı ormana salık keçilerin çıkardığı seslere benzer "sımışka çıt çıtları" ile izlediğimiz filmin efektleri karışınca oluşan durumu anımsıyorum...
Bu az sayfalı dev öykünün, çocuk, dede, nene, kadın, esnaf, hamal, kahveci, faytoncu, asker, bürokrat, genelev kadını gibi 8-10 yaştan 80’li yaşlara kadar pek çok kahramanı var. Bu öyküde; hak ve özgürlüğü olmadan kocalarına, babalarına, erkeklere bağımlı olarak yaşamaya mahkûm edilmiş, çaresiz, suskun, kaderci, öfkeli kadınların; avazları, sessiz çığlıklarını var...
Öykü,“Doğu Sineması”nı odak yaparak sizi tüm örtük kalmış olaylarla, onların 'gün görmemiş' kahramanlarıyla tanıştırıyor. Bugün bile yaşam ve dünyaya bakışları pek değişmeyen bu acınası durumdaki emekçiler, çocuklar, kadınlar düşündürüyor sizi.
Kısacası bu öykü; Erzurum’un kılcal damarlardaki bazı "dokunulmaz" alanlara dokunuyor. Bunu yaparken hem geçmişin hayal olmayan gerçek yaşanmışlıklarını kanıt olarak sunuyor, hem de günümüze kadar süregelen gerçeklere ayna tutuyor.
Güçsüz düşmüş Osmanlı Sarayının, güçlü komutanı damat Enver Paşa'nın, artı ve eksileri düşünmeden "Büyük Turan" hayaliyle, Çarlık Rusya’sına baskın bir savaş açmak isteği vardır. Öykü, o süreçte askerlerin ve halkın yaşadıklarını anlatıyor (ancak; öyküde, Enver Paşa konusuna hiç yer verilmemiş, bence kısa da olsa yer vermeliydi).
"Sarıkamış Harekâtı" olarak bilinen bu olay, 1914 Aralık ayında (tam da acımasız kış şartlarında) ilan edilen seferberlikle başlar. Yurdun her yerinden akın akın gelen on binlerce asker Allahuekber Dağı'na varır, düşmanla hiç karşılaşmaz, sadece doğa ile savaşıp; kar, soğuk, fırtına ve açlığa yenik düşüp donarak ölürler. Bu olay ülke çapında büyük acılar yaşatır ve tarihimize de kara bir sayfa olarak geçer.
"Kar Yolcuları" öyküsü; Erzincan-Erzurum-Bingöl sınırındaki 80 haneli bir Kürt köyü olan Başköy'de geçer. (Ermenilerin de yaşadığı bu köyde, tehcir sonrasında sadece üç yaşlı Ermeni kalmıştır). Başköy'ün 43 erkeği askere alınınca, köyde sadece kadın, çocuk, yaşlı ve sakatlar kalmıştır.
O faciadan ağır yaralı olarak kurtulan Aras, babası ve köyün feodal ağası olan Beran Ağa'ya, olayı şöyle özetler: “Karşımızda düşman görmedik ki savaşalım. Dağa taşa sığmayan bu kadar canı Urus öldürmedi, soğuk öldürdü Ağam… Koskoca Alahuekber’de kardan, buzdan donmuş onbinlerce civan asker vardı. Payitahtın onları giydirecek parası yok muydu? Onlara zulmü, katliamı Uruslardan önce payitaht yapmıştır Ağam.”
Eğer bu öyküyü okursanız, o günlerde ve sonrasında Başköy ile yakın çevrede yaşanan unutulmaz trajik olayları daha iyi anlarsınız.
*
Nermin Ergenekon, (öğretmen-gazeteci-yazar) kimliklerinin verdiği kazanımlar ve becerileriyle yazdığı bu iki güzel öyküye isim verirken, bu kurala uymuş: “Doğu Sineması” ile Erzurumlu ve Erzurum'a yolu düşenlere, "Kar Yolcuları" ile de ülkedeki herkese seslenip dokunmak istemiş. Ama bu eser okundukça sınır tanımadan herkesi kucaklayacak.
Bence yazar, yazmaya devam etmeli...
5 Haziran 2020 Cuma
YAYLAMIZ “DEŞTA ZENAN” (8)
Yaylada Kışa Hazırlık:
Yaylada yaklaşık 3-4 ay kalırdık, bu sürede yapılan iş ve hazırlıkların hemen hepsi, ev halkını ve hayvanları önümüzdeki aylarda başlayacak olan çok uzun ve sıkıntılı kış aylarına hazırlamaktı. Bu amaçla; Yayla evinde, yağ, çökelek, pastikan (birkaç gün bekletilen tuzlu ayranın kaynatılması ile elde edilen ve keçi postu içinde bekletilen yağsız ekşimik) vb. gibi yiyecekler, bir de Doğadan toplanan; Keleng, kevlo, anıx, güni, êzing gibi ürünler üretilip stoklanırdı.
Keleng-Kevlo-Anıx-Güni-Êzing
Keleng (kenger), bol dikenli ve her mevsimde ayrı işlevi olan bir bitki. Bu bitkinin, 5-6 yaşındaki çocuktan tutun da en yaşlı insanımıza kadar herkesin hayatında yeri vardır ve çok sevilir. Bazı bölgelerde kelenge, sakız otu da derler.
Yayla ovamız ile dağ ve tepelerin arasında kalan taşlık alan, yaz aylarında adeta bir keleng tarlasına dönüşürdü. Kelengler Nisan ayında henüz yeni filizlenmiş iken, biz onları sivri uçlu çubuklarla kökleriyle birlikte söker, zar şeklindeki kabuklarını soyar ve yerdik. Sütü pıhtılaşarak kuruduğunda da bize sakız olurdu. Birkaç hafta içinde kelengler büyür dal-budak salar, dikenleri daha delici, sütleri daha bol olurdu. Bu kez biz de onların toprak üstü kısımlarını keser, küçük bıçaklarla dikenlerini ayıklayıp zevkle yer ve evdekilere de götürürdük. Tabii ki, sakız toplamaya da devam...
Sıcak aylar başlayıp dip suları kesilince kelenglerin; yenmesi zorlaşır, renkleri sararır, lifleri çoğalır, tohum taşıyan topuzları koyulaşır ve yaşlanması başlardı. Artık bizim yiyeceğimiz olmaktan çıkmış, hayvanlarımıza yem olmaya başlamıştır. Ağustos, kelenglerin biçilme zamanıdır, eğer geç kalınırsa kengerler ayakta durmaz, rüzgâr söküp götürür onları uzaklara...
Kimin nerede keleng biçeceği belli olmadığından, erken davrananlar güzel bir yeri seçme şansına sahip olurdu. Tabii ki burada da bazen "orman kanunu" geçerli olurdu. Kuvvetli olan amcalar veya abiler güzel yeri alırdı küçük-güçsüz olanların elinden. Bu durum bazen aileler arası kavgalara bile neden olurdu. Neyse o tatsız hikayelere girmeyelim....
Kenger biçerken onun delici dikenlerinden korunmak gerekirdi. Bunun için, Pencik dediğimiz meşe ya da dişbudaktan yapılmış, uzun saplı üç uçlu toplayıcı ile uzun sap takılmış keskin olmayan bir orak gerekliydi. Orak yardımıyla üçlü çatala sıkıştırılarak yerleştirilen kelengler ayakkabıyla basılarak (bazen dikenler lastik ayakkabımızı delerek canımızı acıtırdı) çıkarılarak düz bir yerde istif edilirdi. İstiflenen her keleng kalıbı için bu işlem dört-beş tekrarla tamamlanır ve sıkıştırması için üstüne büyükçe bir taş konarak kurutulmaya bırakılırdı.
Güneşin delici ışığı ve yakıcı ısısı altında keleng biçmemiz günlerce sürerdi. 3-4 gün sonra taşın baskısı ve güneşin kurutması ile istiflenen kelengler bir kalıp haline gelirdi. Bu işin biçmesi kadar, onları yükleyip köye taşımak da çok zordu. Bu kalıpları eşeğe-katıra yüklerken diken geçirmeyen eldivenler takmak gerekirdi. Ve yorularak elde ettiğimiz bu ürünler, kış aylarında hayvanlarımız için oldukça besleyici bir yem olurdu.
Kevlo: baklagiller familyasından, mor çiçekleri olan bu bitki yaylamızı çevreleyen dağlarda henüz ağaç haline gelmemiş meşe fidanlarının arasında yetişirdi. Bulduğumuz yerde biçer fakat orada bırakmayıp eşeklere yükler ve yayla evimizin damına sererek kuruturduk (Kuruyunca da çok fire verirdi). Sonra da köye taşır kışlık yem olarak samanlığa istif ederdik. (Kevlo fotoğrafı; Haydar Yarkın’ın objektifinden)
Güneşin delici ışığı ve yakıcı ısısı altında keleng biçmemiz günlerce sürerdi. 3-4 gün sonra taşın baskısı ve güneşin kurutması ile istiflenen kelengler bir kalıp haline gelirdi. Bu işin biçmesi kadar, onları yükleyip köye taşımak da çok zordu. Bu kalıpları eşeğe-katıra yüklerken diken geçirmeyen eldivenler takmak gerekirdi. Ve yorularak elde ettiğimiz bu ürünler, kış aylarında hayvanlarımız için oldukça besleyici bir yem olurdu.
Güni (Geven) Bazen kışlık yemlerinin yetmeyeceği endişesi yaşanırdı, o zaman da bu otlar kökünden sökülür, dikenlerini ateş alevinde yakıldıktan sonra parçalanarak hayvanlara yem olarak verilirdi. Geleneksel tıpta, birçok hastalıkla mücadele etmek, şifa bulmak amacıyla kullanıldığı da söylenmektedir.(Güni fotoğrafı; Haydar Yarkın’ın objektifinden)
Bu dizi yazı boyunca size hep coğrafyamızın dününü anlata geldim. O günlerde insanlarımız teknolojiden nasibini almamış, sorgulamayı bilmez, çözüm odaklı düşünemez, dededen gördükleriyle yetinirdi. Bu da uğraşları zor, verimsiz, yorucu kılıyor, çoluk-çocuk-genç-kadın-yaşlı tüm insanları mutsuz-yorgun bırakıyordu. Ağır yükleri olan bu insanlar; erken yaşta evlenir, çocuk yaşta çocuk sahibi olurlardı.
Ne yazık ki, bu acılarla-çilelerle dolu yaşam sadece biz insanlar için değildi, hayvanlarımız da pay alırdı bu zorluklardan. Bu zorlukları en çok da.öküz, katır, hele de eşekler yaşardı. Bu hayvanların çektikleri ve onlar için benim üzüntülerim hep depreşir, dipdiri durur içimde...
İşte bir örnek: İnsanlara en çok emek veren, onların eli kolu, başyardımcıları olan hayvan eşeklerdir. Her yıl tam da işlerin en yoğun olduğu günlerde, bu sadık, çalışkan hayvanın sırtında büyük iltihaplı yaralar açılırdı. Çaresiz olan sahipleri bu duruma üzülse de yaraların iyileşmesini beklemez/bekleyemez de, çünkü beklerse işler durur, altüst olur düzeni... Ve bu durumdaki hayvanın açık yaralarının üstüne "palas" denen semer altı yorganı sererek; odunu-gübreyi- yaprağı-buğdayı-sapı-samanı taşıma devam ederdi. Ve eğer hayvan canı yandığı için huysuzlanır ise de...
Çaresiz bir izleyici olarak benim de içim acırdı...
Özet: Belki dünün acıları, yorgunlukları, yoklukları ve bilgi fakirliği vardı, fakat insanlar üretici oldukları için başkalarına el açmadan, kıt kanaat da olsa yaşamaya devam ediyordu.
Peki, dün, dün de kaldı diyelim, ya bugün?
Özet: Yıllar geçti, darbeler oldu, iktidarlar değişti. Bizim coğrafya belki de tüm yurdumuzda değişim ve dönüşüm başladı: Köyler boşaldı, tarım ve hayvancılık bitti, okullar kapandı. O ürettikleri ile kıt kanaat geçinenler akın akın aktılar büyük şehirlere, ortak oldular şehrin havasına, suyuna, yoluna... Evsiz, aç, işsiz kalsalar da oy deposu oldular!... Politikacılar da "oy" almak için radikal çözümler buldular: Bu insanların gece kondu yapmalarına göz yumdular, kol kanat gerdiler, bu yeni yerleşkelere de "varoş" dediler. Sonra sadaka niyetine çadırlar kurup yılda bir ay, bir öğün reklam yemeği dağıttılar ve birer de yeşil kart verdiler...
Şimdi de yazımızı noktalayıp devamını gelecek haftalara bırakalım.