Bir yanda yeni/güncel yazar ve ozanların
kitapları… Diğer tarafta da kitaplığın raflarında bulunan, geçmiş yılların
okunmuş kitapları (kurşun kalemle not alınmış, işaretlenmiş) vardı.
Her kitabı okurken notlar alıyor, düşünüyor,
çocukluk yıllarıma gidip derinlerimde kalan izleri bulmaya çalışırım. Böylesi bir okuma ve düşünme de bana, 60 yıl önce çocukluğumun geçtiği “Deşta Zenan”ı anlatan bir dizi yazdırmıştı.
Kitaplık rafından aldığım bir kitap ise bana
zamanda yolculuk yaptırıp, beni uzaklara, çok çok uzaklara ta 2500 yıl öncesine
götürdü. Kitapta anlatılanlar masal değil, o günlerin yaşanmışlıkları, bugün
bile tartışılan, konuşulan güncel konulardı.
Daha önce okuyup sayfa boşluklarına notlar aldığım bu kitabı, yeniden okudum, sayfalarına başka uyarıcı işaret ve notlar ekledim, bazen hayret edip bugün dünyaya egemen olan anlayışlara; “yuh!...” çektim, kızdım, üzüldüm.
İnsanlık tarihindeki tüm çıkar savaşları;
insanlığa büyük acılar ve yüz milyonların yok olduğu vahşetler yaşatmıştır.
Egemen güçler ise her seferin sonunda, bu savaşın ulu menfaatler ve “uygarlık” için
yapıldığı yalanını söylemiştir.
İkinci olay: Atina’da halktan alınan vergilerle devlet tiyatrosunda Lysisrata (Kadınlar Savaşı; Aristofanes'in eseri M.Ö 411'de sahnelenmiş) oyunun oynatılması: İsa’nın doğumundan 404 yıl önce, Atinalılar Sirakuza önlerinde uğradığı korkunç yenilginin onarılmaz yaralarını taşıyordu. Bu yenilgiden sonra yurttaşlar arasında savaşma tutkusu çok artmıştır. “Atina devleti böyle bir ortamda halktan toplanan vergileri bir oyunu sahneye koymak için harcamakla kalmıyor, üstelik savaş düşmanı ve milliyetçilik duygularına karşı duran bir oyunu seçiyordu. Lysisrata oyununda orduyla alay ediliyor, milliyetçilik ucuz kahramanlık sayılarak yerin dibine batırılıyor, casus-avı ve Sparta’lı eater’ler hafife alınıyor, demokrasinin önderleri amansız bir sertlikte eleştiriliyordu. … Tarihte halkın değer duygusunun bu kadar parlak bir biçimde belirlendiği başka bir örnek hatırlamıyorum. … Atina’da tiyatrolara ayrılan para, adetâ kutsal sayılıyor, bu paraya dokunulmasına izin verilmiyordu. ” (sayfa 53-54).
Aradan 2500 yıl geçtiği
halde dünya henüz uygar olmamış, çünkü paylaşım savaşlarıyla dünyamız sürekli
bombalanıyor, talan ediliyor, suçsuz insanlar ölüyor, büyük acılar yaşanıyor.
Uygar olmak; zorbaya-zulme karşı, yaşam hakkına saygılı,
düşünceye-sanata-sanatçıya özgürlük tanıyan, saygılı-ince düşünceli birey
olmaktır. Uygarlık ise, uygar bireylerin barışçı dünyasıdır.
Barış olan böyle bir dünyada savaş seviciler barınamayacaklarını çok iyi biliyorlar. Bunun için sürekli olarak dil, din, ırk, yaşam farklığı olanlar "düşman" ilan edilerek savaş çıkarıyor, bunun için halkın çocukları yok oluyor, bunun için kaynaklar; top, tüfek, bomba, mermi, tank, uçak gibi ölüm aracı oluyor. Böylelikle sömürü düzenleri şimdilik kalıcı oluyor.
İnsanlık henüz bu vahşi, sömürücü, sadece ben deyip
içgüdüleriyle hareket eden egoist anlayışların egemenliği altında…
Bunun için dünyada henüz uygar bir düşünce egemen olmadı.
Doğru, "uygarlık düşünce ve eğitimden gelir." Ancak Uygarlık (insanlık) tarihine baktığımızda eğitim kurumunun, dolayısıyla düşüncenin hep zorbanın, cahilin, vandalın, yobazın, kısaca statükoyu savunanın elinde olduğunu görüyoruz. Bu konuda bayrağı "din" taşımış en önde. Ve hala öyle değil mi? Realite böyle olunca bizim gibi(barışçı, hümanist, sevecen vb.)
YanıtlaSildüşünenlerin fikirleri, düşünce ve arzuları ütopik kalıyor. Yani biz olageldiği gibi azınlıkta kalıp egemen olamadığımızdan eğitimi olması gerektiği gibi düzenliyemiyor, yön veremiyoruz. Düşünceyi değiştirmenin en güçlü, kalıcı aracı eğitime hakim olamayınca...
Hülasası değerli üstadım işimiz imkansıza yakın zor!
Bu pes etmek anlamına gelmemeli. Homo sapiensin "Atlantis" ve "Mu" gibi güzel deneyimleri de var.
Selam, saygı ve sağlıklı günler.