ÜZGÜNÜM!...
Öncesi de var katliamların
unutmadık…
Ama henüz çok çok yeni:
Diyarbakır, Suruç, Ankara
Hani devlet koruyacaktı?!
Canımızı-canlımızı-ormanımızı-suyumuzu!..
Biz de koruyamaz olduk biz de…
Çok üzgünüm…
13 Ekim 2015 Salı
12 Ekim 2015 Pazartesi
26 Mayıs 2015 Salı
Okul Günü Buluşmalarında Geçmişe Bakış
Araya yıllar girip dostlar uzaklaşınca, özlem duyduğunda ve
bir şeyler paylaşmak istediğinde ulaşamadıkça, başka başka dostluklar kurup
başka kimlikler kazandıkça, siliniverir belleğinden o bitmez dediğin
arkadaşlıklar, dostluklar.
Üzerinde bazı çizikler, bazı oyuklar bıraksa da,
sıfırlanmış bilgisayar belleğine döner tüm yaşanmışlıklar. İnsan belleği; her
istediğini arayıp bulabileceğin bir çuval, bir dolap, bir sandık, bir kasa, bir
çekmece değil ki. Bazen yıllarca birlikte yaşadığın, aynı mekânı paylaştığın,
aynı sofrada birlikte kaşık salladığın, aynı şeye üzülüp aynı şeye sevindiğin,
kol kola girip haksızlığa karşı yürüdüğünü…
Unutuverirsin ismiyle, sesiyle,
görüntüsüyle. Uğraş-dur hatırlayamazsın!.. Bazen düşlerde karşına çıkar
dostların, değişik söylem, görünüm ve yaşanmışlıklarla. Beş-on dakika süren o
düş içinde; ayları, yılları geçirip, dolu dolu yaşarsın. O, beş-on dakikalarda;
aylarca, yıllarca sürecek mutluluklar yaşar, kahkahalar patlatır bazen de
çığlıklar atarak ter içinde uyanırsın. Düşlerde ne zaman, ne mantık
aramayacaksın!.. O başlangıcı ve sonu olmayan zaman tünelinde; bir bakarsın
çocuk olmuş ana kucağında, bir bakarsın kucağına almış seviyorsun torununu…
Okul günü buluşmalarını da bu düşlere benzetirim ben. Bir
birliktelik düşünün ki, üç kuşak bir araya gelmiş;
öğretmeni-öğrencisi-öğrencinin öğrencisi… Karşına çıkanı tanımak, onu kırmamak
için unutmamış görünüp belleğine yüklenir insan, hı hı deyip gülücükler
gönderirsin tanıyamadığın yüzlere, eski feri kalmamış gözlere… Ta ki, siyah
beyaz görsellerde birliktelikler ve ortak yaşanmışlıkları dillendiren anılar
ortaya çıkıp tan ağarana dek.
Artık sen, sen değilsin o zaman tünelinde, bazen bir çocuk,
bazen öğretmen karşısında mahcubiyet içinde 60’lık bir öğrenci, bazen
anne-baba, bazen meslek sahibi bazen de …
Aslında bizim okul buluşma günlerimiz, diğer okul günleri ve
diğer meslek grubu buluşmalarından oldukça farklı. Çünkü, biz sıradan bir
ortaokul, sıradan bir lise değildik. Bizler, okula kabul edildiğimiz günden
yani 12 yaşımızdan beri her gün kendimize “ben öğretmen olacağım” demeye
başlamıştık. Artık sınıf arkadaşlarımız, bizim meslektaşlarımız,
öğretmenlerimiz de bizim birer rehberimiz, birer rol modelimizdi… En önemli
farklılığımız da, biz günün 24 saatini birlikte ve neredeyse düşlerimizi
bile ortak yaşıyorduk.
Oysa diğer okullardaki öğrenciler ancak lise son sınıfta girecekleri
sınav sonucuna göre meslek seçebilirlerdi. Yani en erken 18 yaşında… Benim pek
çok yararını gördüğüm, yatılı okumak ve erken yaşta meslek seçiminin iyi mi,
kötü mü olduğu soruları/konuları tartışılabilir, tartışılmalıdır da. Ama biz:
Hani derler ya; Niyet etmek yolun yarısıdır./ Başlamak
bitirmenin yarısıdır. / Erken kalkan yol alır.. özdeyişlerinden
kendimize pay çıkarırcasına 12 yaşımızda mesleğimizi belirlemiş, geleceğimizi
bunum üzerine yapılandırmaya başlamıştık. İşte farklı oluşumuz bundan.
Bence bu farklılığımız, okul buluşma günlerimizi daha da
coşkulu kılıyor. Bu nedenle de, bir yıl sonrası buluşmamızı iple çeker durumda
oluyoruz sürekli…
Hayat bir anlamıyla, zıtların birliği dediğimiz, hem
üzüntüyü hem sevinci bir arada yaşamakta olduğumuz bir düzenektir. Her yılki
buluşmamızda bir doğa yasası gereği, bazı değerlilerimizin aramızdan ayrılmış
olması bize derin üzüntüler verse bile, “hayat devam ediyor” deyip
birlikteliğimizi; sevinç, coşku ve mutluluklarımızı paylaşarak geçiriyoruz.
Hep birlikte sağlıklı mutlu buluşmalara…
Emin Toprak- DOSTÇA
Bu yazı
Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/yasam/okul-gunu-bulusmalarinda-gecmise-bakis-101244
17 Mayıs 2015 Pazar
Üzgünüm, suçlu buldum kendimi…
Hani insan aynaya bakarken görmek istemez ya kendine ait bazı görüntüleri... İşte onlardan birkaçı: yılların yorgunluğu ile gözler altına sinmiş
torbacıklar, şayet kalmışsa, ağarmış, seyrelmiş saçlar, kıvrım kıvrım olmuş
çene altı ile yanaklar…
Bu istenmezlere bakıp; “Geçmişte
böyle değildim, ama yıllar yıllar geçti. Üzülme boş ver, olacak bu kadar…” Deyip konuşursun ‘içindeki sen’ ile.
Ve içindeki sen’e destek olup, çıkıverir orta
yere yaşama tutkusu, elinden tutar
seni kendinle barışık olarak ayırır seni aynanın önünden…
Eğer barışık ayrılmazsan ne mi olur?
-Günün zehir olur…
***
Sonra evrilir, ekran
olur aynalar, bu kez sadece seni değil; çevreyi, sokağı, toplumu, komşuyu,
dünyayı yansıtır sana.
Ekranlar:
Bazen, ‘Dünya’nın en fakir
devlet başkanı’ unvanını almış
Uruguay’lı halkına tutkun mutlu mesut Jose Mujika’yı.
Bazen, ovadaki kuzuya, suyumu bulandırıyorsun diye savaş açan dağ başındaki kurt
misali, mutluluğu başka halkların mutsuzluklarında, tokluğunu, başkalarının
açlıklarında arayıp savaş açanları.
Bazen, koltuğu için
kardeşlerine/halkına savaş açmış diktatörleri…
Bazen de, elinde din kitabıyla
şehirden şehre, ülkeden ülkeye koşturup dinleyicilerine, diğerlerini
yuhalatıp herkese aynı uzaklıkta olduğunu söyleyen sinirlileri…
Ve sen bunların tutkunlarını,
yardakçılarını, parazitlerini gördüğünde:
Yine konuşmaya başlar ünlemli,
sorulu çığlıklarla içindeki sen: …, Neden?!..
***
Bu kez ekrana dönüşen aynalar daha acımasızdır. Görüntüdeki katkını/payını sorgulatır
sana; anne olarak, baba olarak, seçmen olarak, çalışan olarak…
Bu
güzellikler ve kötülüklerde katkın var mı, varsa nedir? Diye…
Artık, boş ver, olur
böyle şeyler diyecek olan yaşama tutkun da kurtaramaz seni… Düşünebilecek
durumda isen eğer, yüzleşmek zorundasın kendi kendinle.
Ben de kendimi kurtaramadım ekrana dönüşmüş aynalardaki
yansımalardan, masaya yatırdım 40 yıllık eğitimci mesleğimi ve diğer
kimliklerimi.
Üzgünüm, suçlu buldum kendimi…
Emin Toprak- DOSTÇA
Bu yazı Radikal
Blog’da:
3 Mayıs 2015 Pazar
Öğretmen Olmak… (Nurten -Ünsal- Yılmaz’a Saygıyla…)
1962 Baharında köyümün ilkokulunu
bitirdiğimde; 12 yaşında, 128cm boyunda, 28 kilo ağırlığında yani (dolaylı
anlatıma gerek yok), kavruk kalmış bir köylü çocuğuydum. Öğretmenim, benim de
birkaç arkadaşımla birlikte “parasız yatılı öğretmen okulu” sınavına girmemi
istiyordu. Bunun için de ilçemize gidip sınava giriş için başvuru
bilgi/belgelerini almamız gerekiyordu.
Derelerin çığıltılarına ses
verircesine, kekliklerin karşılıklı olarak koro-solo konser verdiği bir
mevsimdi. Meşe ağaçları kıvırcık yapraklarını açmış, renk cümbüşü içindeki yaban
otları, diken ve çiçekler harmanlanmış, karıncalar koşuşturuyor, mis
kokular içinde her taraf. Doğa uyanmış…
Okul müdürümüz Genç Kemal Yücel, beni
ve Ali’yi sabahın çok erken saatinde yanına almış, iki kişinin yan yana zor
yürüyebildiği patika yollardan peşi sıra götürüyor…
Yorulduğumuzu anladığında ise, dağdaki çeşme başlarında veya gölgelik yerlerde kısa molalar veriyor, sonra
yeniden, inişli çıkışlı dağ, dere, tepeleri yürüyoruz...
Saç dipleri ve
alnımızda açılmış minik pınarlardan çıkan damlacıklar birleşip ince nehircikler
oluşturuyor, gözlerimizi suluyor/yakıyor. Yanak ve burnumuzu aşıp ılık/tuzlu su olarak ağzımızı, çene ve boynumuzu aşıp giysilerimizi ıslatıyordu…
Ayaklarımız; alevlenmiş yanıyor, çünkü naylon çoraplı ve terden vıcık vıcık olmuş gislaved lastik
çizmelerin içinde...
Bizim bu halimiz ve çocuk
adımlarımızla Kiğı’ya varışımız 6 saat kadar sürdü. Oysa yetişkinler 3,5-4
saatte alırmış bu yolu… Kiğı’nın halk
arasındaki bir ismi de “Kasaba” idi. Sonunda Kasaba ’ya ulaşmıştık…
Ali beden biraz boylu ve biraz
daha kilolu idi. İkimiz de, başka bir şehir görmediğimiz gibi Kiğı ’ye de ilk
kez gelmiştik. Ve, demek ki böyle oluyor
şehir-kasaba diyorduk kendi kendimize…
Gece kalacağımız yeri bulduk
yerimizi ayırdık. Ve yorgunluğumuza aldırmadan günün kalan kısmını; çarşı
(yaklaşık 300-400 metre uzunlukta) ile Kaymakamlık, İlköğretim Müdürlüğü, Nüfus
Müdürlüğü, PTT … gibi devlet dairelerini gezmekle geçirdik.
Gece
kalacağımız yerin adı Xan’dı. Otel öncesi de diyebileceğimiz buraya... Xan sadece
bize değil ki, alt katında at veya katırlar için de ahır
veya barınak vardı…
Öylesine yorgunduk ki,
uykumuzu, karanlıkta karınca sürüsü gibi dolaşmaya çıkan tahtakuruları
bile kaçıramamış, sabaha kadar deliksiz uyumuştuk…
İlklerimize bir de vesikalık
fotoğraf çektirmeyi eklemiştik.
Fotoğrafçı Hakkı Amca, ilçenin
ilk ve tek fotoğrafçısıydı. Daha sonra okul arkadaşımız olacak Metin’in de
babası. Hakkı Amca’nın ağzında hiç dişi yoktu. Kafasını üçayaklı körüklü
fotoğraf makinasının siyah örtüsünün arkasına saklayıp, çekime hazırlık için
sayılar sayar ve peltek sesle komutlar veriyordu bize. Biz de garipsediğimiz bu
duruma bakıp gülüyorduk.
Nihayet başvuru için gerekli
fotoğraf, bilgi ve formları aldık. Daha sonraki işlemleri de müdürümüz
tamamlayacakmış… Karanlığa kalmamak için öğlene doğru müdürümüzle birlikte
dönüş yoluna çıkmamız gerekiyordu. Çıktık da…
Dönüş yolculuğumuz da geliş gibi
oldukça yorucu geçti. Ama geliş-dönüş yolunda yaşadığımız tüm yorgunluğumuzu
unutmuştuk adeta. Çünkü bu “Kasaba” gezisi bize (sanki) bir ufuk kazandırmış ve
bizi çok mutlu etmişti...
***
Daha sonra “yazılı sınav” için
yeniden gittiğimiz ilçe merkezi bu kez bize daha tanıdık gelmişti. Sınav da iyi
geçmişti. Hele hele Refik Halit KARAY’ın Eskici hikâyesinden alınan bir
paragraf ve ondan türetilen Türkçe soruları bugün bile unutulmaz bir iz
bırakmıştı bende ve arkadaşlarımda… (Ali, bugün bile, sınavda çıkan o uzun
paragrafı noktası virgülüne uyarak, bir spiker çabukluğuyla okur.).
Aylar geçti… Babamla birlikte
orakla buğday biçerken sınav kazandığımı bir akrabamız karşı tepeden bağırarak
haber vermişti... Sevinç çığlıklarıyla babamı tarlada tek başına bırakıp, yokuş
yukarı koşa koşa evdeki anneme varışımı, ona sarılıp mutluluğumu onunla
paylayışımı hiç ama hiç unutamam…
İlçemizden sınava katılan yüzlerce
kişiden sadece 6’sı kazanmıştı. Bunlar; Ali, Selim ve ben, Kiğı’ya yakın bir
köyden Zülfü ve adını hatırlayamadığım 2 kişi idi. Sınavın ikinci aşaması olan
sözlü sınava katılmak için bizi, Erzurum Ilıca’daki Yavuz Selim İlköğretmen
Okuluna çağırıyorlardı.
Babam beni imam hatip okuluna
gönderme taraflısı idi. Bunun için sınavı kazanmama pek sevinmemiş gibiydi. Ben
ise sınavını kazandığım okula gidip, öğretmen olmak istiyordum. Annem de beni
destekliyor fakat babamı ikna edemiyorduk. Babamı ikna edebilecek kişinin dedem
olduğuna karar verip hemen dedeme koştum, ağlayarak anlattım tüm olanları…
Eskiden köyümüzün imamı olan dedem beni dikkatle dinledi ve “sen git babanı
çağır bana gelsin” dedi.
Hemen koşup çağırdım babamı...
Ve
konuşmalarını kapı arkasından dinlemeye başladım. Babam dedemden çok çekinir,
karşısında pek konuşamazdı… O nedenle de daha çok dedemin sesini
duyabiliyordum. Ve O’nun, sert ve kızgın bir ses tonuyla babama; “Çocuk
başarılı olmuş kazanmış sen neden engel oluyorsun?”, “Ben yıllarca imamlık yaptım da ne oldu?”,
“Bırak, istediği gibi okusun!..”
dediğini duyunca sevinçle, koşa koşa anneme gittim.
Sorun böylece çözülmüştü. Sıra
bizi Erzurum’a götürecek birini bulmaya ve orada yapılacak sözlü sınavı
(mülakat) kazanmaya kalmıştı…
Babalarımız Zülfü isimli yeni
arkadaşımızın amcası ile görüşüp anlaştılar. Artık yeni bir ‘Haydar Amcamız' vardı… O, bizi Erzurum’a götürecekti.
Gün geldi, bir kamyonun brandalı
kasasına tahta bavullarımızla sığınarak Bingöl-Elazığ- Erzurum yolculuğuna
başladık... Detaylarını pek hatırlamadığım bu uzun ve yorucu yolculukta ve
Erzurum’da otelde kalmalarımız, Ilıca’daki okula gidip gelmelerimizde hep
‘Haydar Amca’ bize sahip çıktı, bize rehberlik yaptı ve bizim için unutulmaz
biri oldu…
***
Sözlü sınavı iki ayrı derslikteki
Türkçe-Sosyal ve Fen-Matematik komisyonları yapıyordu. Türkçe-Sosyal
komisyonundan Nurten Yılmaz, Fen-Matematik komisyonundan ise Meftune Özer
isimli unutamadığım iki öğretmen tanımıştım…
Türkçe-Sosyal komisyonunda birkaç
bilgi sorusundan sonra Nurten Yılmaz öğretmenim bana, “Kaç kardeşin var?” diye
sormuş, “Beş kardeşim var.” Cevabıma karşı ise, “Kaçı kız, kaçı erkek?”
sorusunu sormuştu. O an yanlışımın farkına vardığımdan; yanaklarım alevlenmiş,
kekelemiş, sara nöbeti geçirircesine titremiş, kısık bir sesle ve utanç duyarak
“Beş erkek, üç kız” cevabını vermiştim. Komisyondaki erkek öğretmenler bu
cevaba gülmüş, Nurten öğretmenim ise önüne bakmıştı…
Sınav sonuçları belli olduğunda,
bizim ilçeden: Ali Çinko, Zülfü Gürbey ve ben sınavı kazanmıştık.
Kazanamayanlar ile kazananların üzüntü ve sevinç çığlıkları okulu adeta
çınlatmış, sevinç ve üzüntü gözyaşları bir olup akıtmıştı…
Haydar Amca ile birlikte “Heyet
Raporu” için Numune Hastanesine başvurduk.
Parasız yatılı okuyacağımız için
noterden “Kefalet Senedi” verilmesi gerekiyordu. Bu iş için de babalarımızın
Erzurum’a gelmesi gerekiyordu, çağırdık. Geldiler… Ve tüm işleri bitirip bizi,
birbirimize ve okulumuza ve teslim ederek köylerine geri döndüler…
Ali, Zülfü
ve ben; peş peşe sıralı okul numaraları almış (tesadüf mü bilemem), aynı sınıfa
kayıt olmuştuk. (Şimdi de İstanbul’dayız ve dostluğumuz devam ediyor.).
Okullar açıldıktan iki ay sonra 29
Ekim Cumhuriyet Bayramı; her yıl bu bayramda askeri düzen ve komutlarla gündüz
kutlamaları dışında bir de gece fener alayları düzenleniyormuş…
O yıl da coşkulu olarak gündüz
törenleri yapıldı. Akşam yemeğinden sonra hava kararmaya başlayınca
öğretmenlerin gözetiminde bütün öğrenciler toplandı. Fener taslarına, odun
külüne gazyağı katarak hazırlanan çamurumsu malzeme konup yakıldı. Fener alayı
başlamıştı… Büyük bir coşku ile marşlar eşliğinde okulumuzdan çıkıp tüm
Ilıca’yı dolaştıktan sonra okula geri dönüyorduk... Görevli öğretmenlerimiz
bizimle birlikte yürüyor. Diğer yönetici ve öğretmenlerimiz ise okulun
otobüsüne binmiş ağır ağır korteji izliyorlardı. Ben, en arkalarda coşkulu bir
yorgunluk içinde yürüyordum… Birden yönetici/öğretmen otobüsü durmuştu. Nurten
öğretmen inmiş beni, kolumdan tutarak, “sen benimle gel bakalım” deyip, otobüse
bindirmişti… Bir anne öngörüsü ile benim ne durumda olduğumu hissetmiş, bana
elini uzatmıştı…
***
Unutulmadıklarını düşünerek çok
mutlu olmuşlardı… 2014 Mayıs’ın son günlerindeki Uludağ buluşmamızda da yine
onlar, yüzlerce öğrencileri arasında, birer anıt gibi duran, onlarca
öğretmenimizle birlikte yerlerini almışlardı…
2015 Haziran buluşması için de
sözleşmiştik… Bu kez bizim için daha da anlamlı bir yerde, okulumuzun olduğu
Erzurum’da yapacağız buluşmamızı… Yine yüzlerce öğrenci içinde, birer anıt gibi
duran onlarca öğretmenimiz olacak. Fakat bu kez
Nurten Yılmaz öğretmenimiz bir
ışık olarak, uzaklardan gülücükler gönderip el sallayacak bizlere…
Emin Toprak- DOSTÇA
Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/egitim/ogretmen-olmak-98926
21 Nisan 2015 Salı
TÜRGEV ve İmam Hatiplerle… “Paralel Eğitim”
“17-25 Aralık” sonrasında kürsüye
çıkan her iktidar mensubu ve havuzlarda yapay yemlerle yetiştirilen medya
bülbülleri, münazaradaki çocuklar gibi kendisine verilen başlığın taraftarı
oldular. İşlerine gelmeyen her tür toplumsal olayı “Paralel işi” olarak
yaftalayıp bu gizemli(!) sözü can simidi olarak kullandılar, kullanmaya devam
ediyorlar.
Sözlükte, “paralel=koşut= Yan yana
ve birbirine kavuşmadan uzayıp giden…”
Olarak tanımlanır. (Geometrik kavram olarak da sonsuza kadar kesişimi
olmayan…). Oysa biz o paralel olarak ilan edilenlerle, ne kadar kesişerek,
birlikte yürüdüklerini gördük ve yaşadık. Aslında yazı konumuz da paralellik
değil eğitim…
Cumhuriyet Gazetesi 11 Nisan günü,
Bilal'in hedefine bir yılda varıldı manşetiyle “Geçen yıla göre ortaokul ve
lise ile birlikte imam hatipli sayısı yaklaşık 658 binden yaklaşık 932 bine
yükseldi.” Haberini vermişti:
Bakanlık, “Bilal’in Hedefine Bir Yılda Varıldı”
Haberine İlişkin Açıklama”sı ile haberi yalanlamış (!) ve de söz konusu
haberdeki sayıları açıklama yapmak yerine; “…Bakanlığı aleyhine yürüttükleri
sistematik bir karalama ve dezenformasyon kampanyası…” olarak değerlendirmişti.
Fazla değil altı gün sonra, o
meşhur cevabın henüz mürekkebi kurumadan (belki izlediniz, okudunuz veya
duydunuz), 17 Nisan (Köy Enstitülerinin kuruluş günü! “manidar”…) günü, Bilal
Erdoğan ve kız kardeşi Sümeyye Erdoğan’ın katılımıyla, Diyarbakır İl
genelindeki İmam Hatip Okulu müdürleriyle basına kapalı bir toplantı yapıldı.
Bu toplantının içeriğini
bilmiyoruz. Fakat toplantı öncesinde, Türkiye Gençlik ve Eğitime Hizmet Vakfı
(TÜRGEV) Yönetim Kurulu üyesi olan Bilal Erdoğan’ın yaptığı konuşma: “Biliyorsunuz eğitim
faaliyetlerinin önemini. Özellikle bu bölgedeki imam hatiplilerin gelecekte
daha iyi bir seviyeye ulaşması ile ilgili özel çalışmalarımız var onlara devam
ediyoruz. İnşallah çalışmalarımız da tesirli olur. Bütün bölge için, sadece
Diyarbakır için değil. Burada gençlerimizin çok daha öz güven ile çok daha
ciddi bir şekilde donanımlı olarak yetişmesini ve geleceğin yeni Türkiye’sinin
kurulmasında da bu bölgenin insanının daha büyük bir şekilde katkısı olması
için mücadele edeceğiz inşallah” dediğini
Milliyet Gazetesinden öğrendim.
Bu konuşmada her şey apaçık, yoruma gerek yok…
Sizce bu sözler, bir liderin, bir
Milli Eğitim Bakanının sözleri gibi değil mi?
Kaldı ki, 4+4+4 (bu anlayışın yol planı) yasası o dönemin Milli Eğitim
Bakanı’na bile haber verilmeden hazırlanmış, kendisine ancak meclisteki
görüşmeler sürecinde haber verilmişti.
Yukarıdaki sayılar, 4+4+4 yasası
ve söylemler gösteriyor ki; yılların sorunlu, hantal, yorgun, gerici … eğitim
sistemine, paralel bir ortaçağ eğitim sistemi oluşturulmuştur. Bu sistemle,
karma eğitimsiz, zorunlu din dersi okutulan, … “Dindar ve kindar bir nesil”
yetiştirilmesi istenmektedir.
MEB verilerinden hareketle, 4
Eylül 2013 günü Milliyet Blog’da Anadolu Liseleri neden kimsesiz kaldı? Ya
İmam-Hatipler!... Başlığı ile bir yazı yazmıştım. http://blog.milliyet.com.tr/anadolu-liseleri-neden-kimsesiz-kaldi--ya-imam-hatipler-/Blog/?BlogNo=427950
O yazımdan sonra olaylar beni
doğrularcasına daha da hızlandı. İl ve
ilçelerde bulunan milli eğitim müdürü ve şube müdürleri hele hele 20-30 yıllık
okul müdür ve müdür yardımcıları kazandıkları sınavlar, kazanılmış hakları hiçe
sayılarak görevlerinden alındı... Ve iktidarın sarı sendikasından onay almayan
hiç bir atama yapılmadı… Mahkeme kararlarına da uyulmadı… Eğitim şuraları dini
eğitimin gölgesinde yapıldı. Karma eğitim ilkesi ortadan kaldırılmaya başlandı…
İktidar tarafından kurulan bir
sarı sendika bakanlığın tüm makam ve okul yönetimlerini ele geçirmiş, “eğitim
şurası” ve uygulama alanlarında kraldan çok kralcı savunmalarda bulunmuş
haksızlıkları sahiplenmiştir…
Ve şimdi herkes gördü ki tüm
yapılanlar, İmam Hatiplere uyarlı bir “Paralel Eğitim” düzenini kurmak içinmiş…
Sizce bu sayılar ve anlatılar,
TÜRGEV ve İmam Hatiplerle “Paralel Eğitim” yazı başlığımızı doğrulamıyor mu?
…
Muhalefette bulunan tüm siyasi
partiler, iktidarın diğer alanlardaki uygulamalarına kısık sesli de olsa zaman
zaman karşı çıkışlarda bulunmuş, bazı “Salı Konuşmaları”nda ses tellerine zarar
verircesine söylevlerde bulunmuşlar... Ancak ne yazık ki eğitim politikalarının
bu denli bozulmasına sebep olan İmam Hatiplerin serpilip gelişmesi konusunda
neler oluyor? Diye farkındalık yaratma yoluna gitmemişlerdir. “Belki o alandan
da oy alırız” beklentisinin yarattığı ürkeklikle sessiz kalmışlardır.
Peki, veliler, STK’lar hele hele
öğretmen, dernek ve sendikaları ne yaptılar?! Kimi saman alevi gibi bitiveren
çıkışlarda bulundu, kimileri ise sessizce bekliyor…
…
Amaçlarına ulaşmak için “her tür
yöntemi mubah gören” anlayışların en sık kullandığı yöntem “algı yönetimi”
dir.
Bizde de iktidar ülkenin eğitim
politikasını değiştirip dönüştürürken “algı yönetimi”ni kullanıyor. Eğitim konusunda da
istediklerini yapabilmek için (28 Şubat faşist anlayış ve uygulamalından kaynaklı),
“İmam Hatipli mağduriyeti” söylemini her ortamda kullanarak eylemlerine destek
ve güçlerine güç kattılar…
Algı yönetimi uygulayanlar; her
farklı anlayışı, eleştiri ve toplumsal olayı kendisine/kendilerine karşı
görürler ve böylece:
1. Bu karşı çıkışları sindirmek
için öfkeli söylem ve orantısız güç kullanımı ile saldırıya geçerler.
2. Aidiyeti, dini inancı, kimliği
vb gibi özelliklerini hedefe koyar, ötekileştirir böylece yalnızlık yaratıp
korkutmaya çalışırlar.
3. Olaylara değişik anlam ve
motifler ekleyerek asıl anlamlarından uzaklaştırır ve saptırmalar
yaparlar…
Sonuç olarak insanlarda;
yalnızlık, yılgınlık, korku yaratır, olayların izleyicisi konumundaki sessiz
çoğunlukları da çaresiz-çözümsüz bırakarak yanına çekmeye çalışır, büyük ölçüde
de başarılı olurlar.
Tarihte, özellikle soğuk savaş
dönemlerinde, (sosyal psikoloji uzmanlarınca) sıklıkla kullanılmış olan algı
yönetimi, faşist yönetimlerin toplumları sindirme aracı olmuştur.
Ama dünya tarihi; insanları
kul-köle haline getiren despot yönetimlerin, haklıların haklı mücadeleleriyle
son bulduğu, haklıların haklarını aldığı pek çok örnekle doludur. Onun için bu
ortaçağ özlem ve özentileri de bir gün mutlaka son bulacaktır.
İnsan Hakları’nı temel alan,
barış, demokrasi ve laiklik ilkelerini bayraklaştıran bir eğitim sistemi için
el ele, omuz omuza…
Not: İki gün önce hazırladığım bu
yazı için görsel ararken, bugün Sn. Musa Kart’ın çok şey anlatan o muhteşem
çizgilerini bulmam büyük bir şans…
Emin Toprak- DOSTÇA
Bu yazı
Radikal Blog’da:
16 Nisan 2015 Perşembe
İmam Hatipler, Köy Enstitülerinin Yerine Mi?..
Faşizmin, İtalya ve Almanya’da gelişip serpildiği yıllarda
Türkiye’deki tek parti yönetimi de onlardan etkilenmiş, bazı ırkçı yaklaşım ve
uygulamalar içine girmişti. Fakat aynı yönetim aynı yıllarda; Osmanlı’nın
yolsuz, okulsuz, yoksul olarak sıtma… ve bitlerle baş başa bıraktığı Anadolu’ya
da sahip çıkarak hizmet götürmüştür.
Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı
Tonguç ekibince 1937-1948 yıllarında (tüm yurdu
kapsayacak şekilde) kurulan 21 Köy Enstitüsü’nden
17 bin öğretmen-eğitmen-teknik eleman, 3 bin sağlık memuru ile az zamanda çok
büyük işler başarılmıştı. Köy Enstitüleri
uygulamaları ve başarıları nedeniyle UNESCO
tarafından dünyaya örnek gösterilen kurum haline gelmişti…
Aynı yönetimce yapılan yanlış bir uygulama (konumuzla ilgili
olan) da; resmi bir devlet dini yaratmaya
yönelmiş olmasıdır. Tek din, tek mezhep anlayışı ile kurulan bu kurum ise
günümüzün Diyanet İşleri Başkanlığı’dır. Bu uygulama sonucu olarak, günümüzde
okul yönlendirme sistemi tümü ile bozulmuş, zorunlu din dersleri ile başka din
ve anlayışlar yok sayılmış, ötekileştirilmiştir.
Bugün tüm siyasi partilerin/politikacıların basit günlük ve
popülist çıkarları uğruna duyarsız ve sessiz kaldıkları çok önemli bir konu
var. Geleceğimize yön verecek olan eğitim politikalarımız… Bu politikaların
4+4+4 ve İmam Hatip Okulları ile amaçlanan hedefleri düşünerek, kısa zamanda
ulaşılan sayısal verileri hatırlatmak ve istedim.
Genelde toplumsal gelişim-değişimler ileriye dönük devrimci
bir öz taşırlar. Ama ne yazık ki bazen de devrimci bir öz yerine, geçmişe özlem
duyan gerici bir kara akım esiverir toplumsal değişim/gelişimlerde. İşte biz de
toplum olarak o yılları ve günleri yaşıyoruz…
2002 yılından başlayarak ülkemiz öylesine bir girdap içine
girdi, öylesine bir değişim geçirdi ki; bu değişimin ne veliler, ne öğrenciler,
ne öğretmenler ne de politikacılar farkına varamadı. Tek tük farkına varanlar
ise, yüzme taktiklerini bilemediklerinden debelenip duruyorlar… İşte bu süreçte
ülkemiz, dünya eğitim sıralamalarının en sonlarda yer almaya baladı.
Eğitimin itici gücü olan öğretmenleri yetiştiren onlara
mesleki yeterlilikler kazandıran Öğretmen Okulları, Yüksek Öğretmen Okulları,
Eğitim Enstitüleri gibi öğretmen yetiştiren kurumlar zaten kapatılmıştı. Son
olarak Anadolu öğretmen liselerini kapatıp ve Anadolu Liselerini itibarsız sıradan okullar haline
getirdiler...
Ve Anaokuldan başlayarak her tür
eğitim kurumuna dini motifler eklediler. Daha önce çeşitli dernek ve vakıflar
kanalı ile yaptırılan İmam Hatip Okulları’nı açmak artık, MEB’in
en önemli görevi haline geldi. Bunun için her semtin en merkezi okuluna veli isteği (!) diye el koydular. Böylece, Milli
Eğitim Bakanlığı adeta Milli İmam Hatip Bakanlığı’na dönüştürüldü…
Böylesi kurumlarda ancak dinsel
eğitim yapılır. Dinsel eğitim-öğretim yöntemi ise; ezberlemektir.
Ezberlemek o tür okuldaki öğrencinin yaşamında her şeydir…
Bu yaşamda kişiye; Neden?,
Niçin? Nasıl? Acaba? Ne yapmalı? Nasıl yapmalı? … gibi mantıksal düşünme
ve kişilik oluşumunu sağlayan, kişiye öznellik kazandıran, güven veren ve en
önemlisi bilimsel gelişmenin kapılarını açan bu soruları sormak, kuşkuları
yaşamak hakkı verilmez… O yaşamda kişi ancak, iç dünyasında kendisiyle (iç
konuşmalarla) bu tür soruları paylaşabilir.
Bu durumda da aldığı (yasakçı-günah) eğitim nedeniyle bazı suçluluklar
yaşar bu sorular nedeniyle...
Peki bu soruları soramayan, bu
kuşkuları yaşamayan bir kişi veya kişilerle
sizce nasıl bir toplum oluşturur?!..
Cevabınızı duyar gibiyim;
"İtaat
eden, kaderci toplumlar!…"
Evet, evet bildiniz!..
Böylesi toplum ve gruplarda verilen
emir üzerine; pusu kurulur, tarif üzerine tanımadığı başka bir kişinin yolu
kesilir, kurşunlanır, kendisi gibi olmayanlara yaşam hakkı tanınmaz, kılıçla
kafalar kesilir…
Size, 17 Nisan anısına düşündürücü
(manidar) bir örnek vererek yazıyı noktalamak istiyorum.
Köy Enstitülerinin kurucusu İsmail
Hakkı Tonguç, sadece bizim eğitim tarihimize değil, dünya eğitim tarihine de
ismini yazdırmış değerli bir eğitim öncüsüdür.
Konya-Selçuk’ta, İsmail
Hakkı Tonguç adını taşıyan okulun yeni adı: İsmail Hakkı Tonguç İmam Hatip
Ortaokulu olarak değiştirilmiştir…
Bizler eğer İsmail Hakkı Tonguç’un
eseri olan Köy Enstitüleri’ni yıkmak için savaş açan toprak ağaları, şeyh ve
imamları hatırlarsak bu yeni isimlendirme ile verilmek istenen mesajı daha iyi
anlarız…
Emin Toprak- DOSTÇA
Bu yazı:
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)