1962 Baharında köyümün ilkokulunu
bitirdiğimde; 12 yaşında, 128cm boyunda, 28 kilo ağırlığında yani (dolaylı
anlatıma gerek yok), kavruk kalmış bir köylü çocuğuydum. Öğretmenim, benim de
birkaç arkadaşımla birlikte “parasız yatılı öğretmen okulu” sınavına girmemi
istiyordu. Bunun için de ilçemize gidip sınava giriş için başvuru
bilgi/belgelerini almamız gerekiyordu.
Derelerin çığıltılarına ses
verircesine, kekliklerin karşılıklı olarak koro-solo konser verdiği bir
mevsimdi. Meşe ağaçları kıvırcık yapraklarını açmış, renk cümbüşü içindeki yaban
otları, diken ve çiçekler harmanlanmış, karıncalar koşuşturuyor, mis
kokular içinde her taraf. Doğa uyanmış…
Okul müdürümüz Genç Kemal Yücel, beni
ve Ali’yi sabahın çok erken saatinde yanına almış, iki kişinin yan yana zor
yürüyebildiği patika yollardan peşi sıra götürüyor…
Yorulduğumuzu anladığında ise, dağdaki çeşme başlarında veya gölgelik yerlerde kısa molalar veriyor, sonra
yeniden, inişli çıkışlı dağ, dere, tepeleri yürüyoruz...
Saç dipleri ve
alnımızda açılmış minik pınarlardan çıkan damlacıklar birleşip ince nehircikler
oluşturuyor, gözlerimizi suluyor/yakıyor. Yanak ve burnumuzu aşıp ılık/tuzlu su olarak ağzımızı, çene ve boynumuzu aşıp giysilerimizi ıslatıyordu…
Ayaklarımız; alevlenmiş yanıyor, çünkü naylon çoraplı ve terden vıcık vıcık olmuş gislaved lastik
çizmelerin içinde...
Bizim bu halimiz ve çocuk
adımlarımızla Kiğı’ya varışımız 6 saat kadar sürdü. Oysa yetişkinler 3,5-4
saatte alırmış bu yolu… Kiğı’nın halk
arasındaki bir ismi de “Kasaba” idi. Sonunda Kasaba ’ya ulaşmıştık…
Ali beden biraz boylu ve biraz
daha kilolu idi. İkimiz de, başka bir şehir görmediğimiz gibi Kiğı ’ye de ilk
kez gelmiştik. Ve, demek ki böyle oluyor
şehir-kasaba diyorduk kendi kendimize…
Gece kalacağımız yeri bulduk
yerimizi ayırdık. Ve yorgunluğumuza aldırmadan günün kalan kısmını; çarşı
(yaklaşık 300-400 metre uzunlukta) ile Kaymakamlık, İlköğretim Müdürlüğü, Nüfus
Müdürlüğü, PTT … gibi devlet dairelerini gezmekle geçirdik.
Gece
kalacağımız yerin adı Xan’dı. Otel öncesi de diyebileceğimiz buraya... Xan sadece
bize değil ki, alt katında at veya katırlar için de ahır
veya barınak vardı…
Öylesine yorgunduk ki,
uykumuzu, karanlıkta karınca sürüsü gibi dolaşmaya çıkan tahtakuruları
bile kaçıramamış, sabaha kadar deliksiz uyumuştuk…
İlklerimize bir de vesikalık
fotoğraf çektirmeyi eklemiştik.
Fotoğrafçı Hakkı Amca, ilçenin
ilk ve tek fotoğrafçısıydı. Daha sonra okul arkadaşımız olacak Metin’in de
babası. Hakkı Amca’nın ağzında hiç dişi yoktu. Kafasını üçayaklı körüklü
fotoğraf makinasının siyah örtüsünün arkasına saklayıp, çekime hazırlık için
sayılar sayar ve peltek sesle komutlar veriyordu bize. Biz de garipsediğimiz bu
duruma bakıp gülüyorduk.
Nihayet başvuru için gerekli
fotoğraf, bilgi ve formları aldık. Daha sonraki işlemleri de müdürümüz
tamamlayacakmış… Karanlığa kalmamak için öğlene doğru müdürümüzle birlikte
dönüş yoluna çıkmamız gerekiyordu. Çıktık da…
Dönüş yolculuğumuz da geliş gibi
oldukça yorucu geçti. Ama geliş-dönüş yolunda yaşadığımız tüm yorgunluğumuzu
unutmuştuk adeta. Çünkü bu “Kasaba” gezisi bize (sanki) bir ufuk kazandırmış ve
bizi çok mutlu etmişti...
***
Daha sonra “yazılı sınav” için
yeniden gittiğimiz ilçe merkezi bu kez bize daha tanıdık gelmişti. Sınav da iyi
geçmişti. Hele hele Refik Halit KARAY’ın Eskici hikâyesinden alınan bir
paragraf ve ondan türetilen Türkçe soruları bugün bile unutulmaz bir iz
bırakmıştı bende ve arkadaşlarımda… (Ali, bugün bile, sınavda çıkan o uzun
paragrafı noktası virgülüne uyarak, bir spiker çabukluğuyla okur.).
Aylar geçti… Babamla birlikte
orakla buğday biçerken sınav kazandığımı bir akrabamız karşı tepeden bağırarak
haber vermişti... Sevinç çığlıklarıyla babamı tarlada tek başına bırakıp, yokuş
yukarı koşa koşa evdeki anneme varışımı, ona sarılıp mutluluğumu onunla
paylayışımı hiç ama hiç unutamam…
İlçemizden sınava katılan yüzlerce
kişiden sadece 6’sı kazanmıştı. Bunlar; Ali, Selim ve ben, Kiğı’ya yakın bir
köyden Zülfü ve adını hatırlayamadığım 2 kişi idi. Sınavın ikinci aşaması olan
sözlü sınava katılmak için bizi, Erzurum Ilıca’daki Yavuz Selim İlköğretmen
Okuluna çağırıyorlardı.
Babam beni imam hatip okuluna
gönderme taraflısı idi. Bunun için sınavı kazanmama pek sevinmemiş gibiydi. Ben
ise sınavını kazandığım okula gidip, öğretmen olmak istiyordum. Annem de beni
destekliyor fakat babamı ikna edemiyorduk. Babamı ikna edebilecek kişinin dedem
olduğuna karar verip hemen dedeme koştum, ağlayarak anlattım tüm olanları…
Eskiden köyümüzün imamı olan dedem beni dikkatle dinledi ve “sen git babanı
çağır bana gelsin” dedi.
Hemen koşup çağırdım babamı...
Ve
konuşmalarını kapı arkasından dinlemeye başladım. Babam dedemden çok çekinir,
karşısında pek konuşamazdı… O nedenle de daha çok dedemin sesini
duyabiliyordum. Ve O’nun, sert ve kızgın bir ses tonuyla babama; “Çocuk
başarılı olmuş kazanmış sen neden engel oluyorsun?”, “Ben yıllarca imamlık yaptım da ne oldu?”,
“Bırak, istediği gibi okusun!..”
dediğini duyunca sevinçle, koşa koşa anneme gittim.
Sorun böylece çözülmüştü. Sıra
bizi Erzurum’a götürecek birini bulmaya ve orada yapılacak sözlü sınavı
(mülakat) kazanmaya kalmıştı…
Babalarımız Zülfü isimli yeni
arkadaşımızın amcası ile görüşüp anlaştılar. Artık yeni bir ‘Haydar Amcamız' vardı… O, bizi Erzurum’a götürecekti.
Gün geldi, bir kamyonun brandalı
kasasına tahta bavullarımızla sığınarak Bingöl-Elazığ- Erzurum yolculuğuna
başladık... Detaylarını pek hatırlamadığım bu uzun ve yorucu yolculukta ve
Erzurum’da otelde kalmalarımız, Ilıca’daki okula gidip gelmelerimizde hep
‘Haydar Amca’ bize sahip çıktı, bize rehberlik yaptı ve bizim için unutulmaz
biri oldu…
***
Sözlü sınavı iki ayrı derslikteki
Türkçe-Sosyal ve Fen-Matematik komisyonları yapıyordu. Türkçe-Sosyal
komisyonundan Nurten Yılmaz, Fen-Matematik komisyonundan ise Meftune Özer
isimli unutamadığım iki öğretmen tanımıştım…
Türkçe-Sosyal komisyonunda birkaç
bilgi sorusundan sonra Nurten Yılmaz öğretmenim bana, “Kaç kardeşin var?” diye
sormuş, “Beş kardeşim var.” Cevabıma karşı ise, “Kaçı kız, kaçı erkek?”
sorusunu sormuştu. O an yanlışımın farkına vardığımdan; yanaklarım alevlenmiş,
kekelemiş, sara nöbeti geçirircesine titremiş, kısık bir sesle ve utanç duyarak
“Beş erkek, üç kız” cevabını vermiştim. Komisyondaki erkek öğretmenler bu
cevaba gülmüş, Nurten öğretmenim ise önüne bakmıştı…
Sınav sonuçları belli olduğunda,
bizim ilçeden: Ali Çinko, Zülfü Gürbey ve ben sınavı kazanmıştık.
Kazanamayanlar ile kazananların üzüntü ve sevinç çığlıkları okulu adeta
çınlatmış, sevinç ve üzüntü gözyaşları bir olup akıtmıştı…
Haydar Amca ile birlikte “Heyet
Raporu” için Numune Hastanesine başvurduk.
Parasız yatılı okuyacağımız için
noterden “Kefalet Senedi” verilmesi gerekiyordu. Bu iş için de babalarımızın
Erzurum’a gelmesi gerekiyordu, çağırdık. Geldiler… Ve tüm işleri bitirip bizi,
birbirimize ve okulumuza ve teslim ederek köylerine geri döndüler…
Ali, Zülfü
ve ben; peş peşe sıralı okul numaraları almış (tesadüf mü bilemem), aynı sınıfa
kayıt olmuştuk. (Şimdi de İstanbul’dayız ve dostluğumuz devam ediyor.).
Okullar açıldıktan iki ay sonra 29
Ekim Cumhuriyet Bayramı; her yıl bu bayramda askeri düzen ve komutlarla gündüz
kutlamaları dışında bir de gece fener alayları düzenleniyormuş…
O yıl da coşkulu olarak gündüz
törenleri yapıldı. Akşam yemeğinden sonra hava kararmaya başlayınca
öğretmenlerin gözetiminde bütün öğrenciler toplandı. Fener taslarına, odun
külüne gazyağı katarak hazırlanan çamurumsu malzeme konup yakıldı. Fener alayı
başlamıştı… Büyük bir coşku ile marşlar eşliğinde okulumuzdan çıkıp tüm
Ilıca’yı dolaştıktan sonra okula geri dönüyorduk... Görevli öğretmenlerimiz
bizimle birlikte yürüyor. Diğer yönetici ve öğretmenlerimiz ise okulun
otobüsüne binmiş ağır ağır korteji izliyorlardı. Ben, en arkalarda coşkulu bir
yorgunluk içinde yürüyordum… Birden yönetici/öğretmen otobüsü durmuştu. Nurten
öğretmen inmiş beni, kolumdan tutarak, “sen benimle gel bakalım” deyip, otobüse
bindirmişti… Bir anne öngörüsü ile benim ne durumda olduğumu hissetmiş, bana
elini uzatmıştı…
***
Unutulmadıklarını düşünerek çok
mutlu olmuşlardı… 2014 Mayıs’ın son günlerindeki Uludağ buluşmamızda da yine
onlar, yüzlerce öğrencileri arasında, birer anıt gibi duran, onlarca
öğretmenimizle birlikte yerlerini almışlardı…
2015 Haziran buluşması için de
sözleşmiştik… Bu kez bizim için daha da anlamlı bir yerde, okulumuzun olduğu
Erzurum’da yapacağız buluşmamızı… Yine yüzlerce öğrenci içinde, birer anıt gibi
duran onlarca öğretmenimiz olacak. Fakat bu kez
Nurten Yılmaz öğretmenimiz bir
ışık olarak, uzaklardan gülücükler gönderip el sallayacak bizlere…
Emin Toprak- DOSTÇA
Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/egitim/ogretmen-olmak-98926
Merhaba dostum. Okudum ve dalıp gittim. Kars Erzurum ya da Burdur fark etmez; aynı dramları; ya da trajı komik öyküleri yaşayarak geldiğimiz şu günlerde özellikle seksen sonrası nasıl paramparça edildiğimizi düşündüm. Benim "Onun hikayesi" başlıklı öyküm var. Okudunuz mu bilmem. Bir köy çocuğunun ailesiyle birlikte verdiği çocuğun okutulması mücadelesinin bir haftası. Sizin öykünüzle öyle benzer yanları var ki! Ya da iki kardeşimin öğretmen okulu serüveniyle. Ya da Millet Mekteplerinden Köy Enstitülerine Ötekilerin Hikayesindeki Ali'nin öyküsüyle. 1969 yılında Varto'da genel seçimlerde kendi adayları TİP Alevi adayına değil de CHP nin İstanbul'dan ithal ettiği bayana oy verip onun seçilmesini sağladıklarında bunun değerlendirilmesini yaptığımızda bana "sen kendine göre haklıydın; ama biz de Ankara'da bir kapımız olsun istedik. TİP adayına oy verseydik AP veye Nizam Partisi kazanacaktı. Bunu istemedik; ama biz Kürt Türk Türkiye Halkının barış içinde geleceği için sosyalizm mücadelesini hepimiz omuz omuza vereceğiz" demişlerdi. O günleri değerlendirirken kendime "o günlerden bu günlere nasıl geldik? Kendini solda tarif eden herkesin cevap bulması gereken soru bu" demiştim. Yani demem o ki! Farklı bölgelerde farklı etnik kimliklerde olsak da! Öylesine benzeşiyoruz ki' İşte benim gelecek için umudumu hiç yitirmemem bu benzerliklerimiz. Öykünüz bende bu düşünceleri uyandırdı. Paylaşmak istedim.
YanıtlaSil