Eğer son üç yazımı okuduysanız, üçünde
de yıllar öncesi arkadaşlarımı anlattığımı görmüşsünüzdür. Bu arkadaşlarım; söylem, eylem ve ürettikleri ile tanınmış olan kişilerdi. Hoşgörünüze
sığınarak bu yazımı da üretken başka bir arkadaşıma ayırmak istiyorum.
Eğer bu dört arkadaşımı tanıtmak için kendimce
bir öncelik sıralaması yapmış olsaydım, bugün size tanıtmak istediğim arkadaşıma öncelik verip onu en başa alırdım. Ama öyle yapmadım, onu sona bıraktım.
Peki, onu neden sona bıraktım?
Çünkü onunla daha eskiye dayanan bir
tanışıklığım vardı.
Çünkü bu arkadaşım bana epeyce emek
verip, katkı sağlamıştı.
Çünkü onun toplamda 1100 sayfa tutan
üç kitabını okumuştum.
Çünkü okuduğum o kitapların her sayfasında;
ilgi ve duygularım dile gelmiş, bazen çok üzülmüş-ağlamış, bazen alkışlayıp-sevinmiş,
bazen yermiş, bazen de çizgiler çizerek, soru ve ünlemlerle biten notlar almıştım.
Çünkü o 1100 sayfada; yoldaşlarımla
karşılaşıp, kendimle yüzleşmiştim.
Çünkü…
İşte böyle bir arkadaşımı tanıtacak ve
eleştirecek bir yazı yazmak benim için çok da kolay değildi. Parmaklarım
kararsız, sözcükler uçuşuyor, yazmak zorlaşıyordu.
Siz de (haklı olarak) “çünkü” ile
başlayan bu cümleleri okuyunca benim durumumu; ‘zoru sona bırakmak kolaycılığı’
olarak tanımladınız değil mi?
Evet, bence ‘zoru sona bırakmak kolaycılığı’
tanısında bulunmanız haklı bir tespit olur. Yani bu ötelemenin asıl nedeni, zordan kaçmanın
örtük bir korkusu…
***
Kuşkusuz bu arkadaşlığı daha iyi değerlendirebilmek için biraz da o zamanki ‘beni' tanımanız gerekiyor:
Öğretmen okulu sınavını kazandın!...
Gel, seni öğretmen yapalım!... Dediklerinde yıl 1962 ve ben henüz 12
yaşındaydım. Çağrıya uyup gittim, ikinci sınavı da kazandım. Böylece annemden-köyümden
çok uzakta olan bir kentte altı yıl parasız yatılı olarak okuyacak ve öğretmen
olacaktım.
1963-1964 yılları, 13-14 yaşlarında bir öğretmen adayıyım, okumayı çok seviyorum. Derslerime çalışmak dışında, elime geçen gazete ve kitapları da okuyorum. Böylece; Çetin Altan, İlhan Selçuk, İlhami Soysal, Fikret Otyam’ı tanımıştım... (Hatta saman yapraklı bir bloknota, Çetin Altan’ın “Taş”, İlhan Selçuk’un “Pencere” yazılarından kesip yapıştırmış, kendimce bir arşiv bile yapmıştım.) Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Orhan Kemal, Yaşar Kemal … Ve H. Ali Yücel döneminde MEB tarafından çevirileri yapılan dünya klasiklerini okuyarak da dünyaya açılıyordum.
6 yıl sonra Türkye Öğretmenler Sendikası (TÖS) saflarında, muhteşem Tandoğan Yürüyüşü’ne ve düzenlenen boykota katılmış, öğrencileri, köyü, köylüyü, tüm emekçileri seven bir öğretmen olmuştum.
5 yıl ilkokul öğretmeni olarak görev yaptıktan sonra “müfettiş” olmak için sınavı kazanınca, istifa etmiştim. Böylece ekonomik özgürlüğü olmayan bir öğrenci olarak, yeniden anne-baba eline bakar olmuştum.
***
Mukaddes Erdoğdu Çelik
İşte bu durumu ve özellikleri olan
biri olarak tanışmıştım o arkadaşla…
Bizi; kim nerede ve nasıl tanıştırdı
pek hatırlamıyorum. Bir gün (ismi yerine), kendisini “arkadaş” olarak tanıtan;
ufak-tefek bir kız ile tanışmıştım. Bu yeni arkadaş benden (tahminen) 3-4 yaş küçüktü. Bu tedirgin, mahcup, bazen çaktırmadan küt kesilmiş tırnaklarını
koparmaya çalışan kızı dinledikçe ona güvenmiş ve saygı duymuştum.
İlk iki buluşmamızda sohbet konumuz, Dünya ve Türkiye’deki sol-sosyalist
gelişmelerdi. Bu konularda bazı açıklamalar yaparak, benim görüş ve katkılarımı istiyordu (böylece beni tanımaya çalışıyordu). Bazı konuları ilk kez ondan duyuyor ve öğreniyordum. Çünkü dünya ve Türkiye'de güncel olan sosyo-politik konuları iyi biliyordu.
İşte bu görüşmelerde bazı ortak noktalarımız bulunmuş olacak ki, artık haftada bir, bazen de on beş günde bir buluşmaya başlamıştık. Buluşmalarımız bazen üçlü bazen de ikili oluyordu. Ve artık o benim arkadaşım olmaktan çok, bir öğretmenim olmuştu.
İşte bu görüşmelerde bazı ortak noktalarımız bulunmuş olacak ki, artık haftada bir, bazen de on beş günde bir buluşmaya başlamıştık. Buluşmalarımız bazen üçlü bazen de ikili oluyordu. Ve artık o benim arkadaşım olmaktan çok, bir öğretmenim olmuştu.
Toplantılarda daha çok, teksirlere yazılmış konuları okuyor ve tartışıyorduk. Çin'de ‘Kültür Devrimi’, Mao’nun ‘Kızıl Kitap’ı Arnavuluk’ta Enver Hoca, Hindistan’da Çaru Mazumdar, Üçüncü Dünyacılık, Sovyetler Birliğinde Revizyonizm, Türkiye’nin sosyo-ekonomik tahlilleri, Türkiye Solu'nda olup bitenler v.b konularımızı oluşturuyordu.
Bir sonraki buluşmamızın tartışma konusunu belirleyip, toplantımızı bitiriyorduk. Bu da bizim sonraki toplantıya hazırlıklı ve etkili katılımımızı sağlıyordu.
Ülke çapında can güvenliği kalmamış,
hemen hemen tüm fabrikalarda, üniversitelerde, yüksekokullarda ve meydanlarda; boykot, grev, işgal
eylemleri çoğalmıştı. Öğrenci-işçi dayanışması çoğalmış, soldaki bölünmeler de hızlanmıştı. Polis baskısı arttıkça artmış, polisler bile aralarında Pol-Bir
ve Pol-Der iki bölme ayrılmıştı.
Kimi okulundan atılmış, kimi okulunu bırakmış,
kimi işsiz, kimi işinden atılmış, kimi yaralı, kimi büyük acılar çekmiş, kimi sorgu odalarında, sivil-askeri cezaevlerinde işkence görüyor, kimi hayatını kaybediyor. … Kaos
yılları…
Böyle bir ortamda o arkadaş ile görüşmelerimiz kesildi ve
uzun yıllar, haberleşmez olduk.
İşte o “arkadaş”ın Mukaddes
Erdoğdu Çelik olduğunu çok sonra öğrenmiştim. O, ömrünün önemli kısmını, işkenceli sorgu odalarında, hapishanelerde,
grevlerde, direnişlerde geçirmiş biriydi. Onun yoldaşı ve kocası da hapishanede
tutuklu iken intihar süsü verilerek öldürülmüştü.
Şimdilerde ise o çok bilindik biri... Nerede bir insan hakkı ihlali
varsa orada, bir insan hakları savunucusu aktivist olarak onu görürsünüz.
Mukaddes Erdoğdu Çelik, o acılı
yıllardaki yaşanmışlıkları anlatmak için üç dev otobiyografik roman yazmıştır. Bu kitaplarını, özelde İrfan Çelik (eşi), Kutsiye Bozoklar ve ‘Alim’
için yazmış olsa da, aslında o eserler acılarla dolu bir süreci kapsamaktadır. Bu sürecin bilindik bilinmedik pek çok öznesi yer alır bu eserlerde. Bu eserlerde onların; anıları, eylem, söylem, yanılma ve özlemleri anlatılmaktadır.
Bu eserler, resmi tarihin inkâr ve karalamalarına inat olarak; yaşanmış olan o kanlı-acılı-faşist dönemi gerçek belgelerle gün be gün anlatmıştır.
Böylece size arkadaşım/öğretmenim Mukaddes Erdoğdu Çelik'i kısaca anlatmış oldum. Fakat onun yoğun emek vererek yazmış
olduğu üç eseri ile ilgili görüşlerimi sonraki yazıma
bıraktım.