13 Nisan 2020 Pazartesi
‘İKİ KUMRU-İKİ YAVRU ile İKİMİZ ’in CORONAVİRÜS GÜNLERİ
21 Coronavirüs saldırısı nedeniyle 21 Mart saat 24.00’den beri
ikametimden çıkmam yasaklandığı için içerideyim. Hayatımızda nice güçlüklerle
karşılaştık, bazen yendik bazen yenildik. Bu yaşamada beraberlik de, gri alan
da olmaz; ya öyle ya, da böyle... Henüz o yasaklı yaşa gelmeyen ve can
yoldaşlığımız 43 yıla dayanan Dilek Hanım da beni yalnız bırakmadı ve gönüllü
olarak kısıtladı kendisini.
9 Nisan 2020 Perşembe
DOĞURAN BÜYÜTEN OKUTAN ANNEM
Coronavirüs tutuklusu olduğumuz günler…
Vücudumuz olmasa da kafamız yorgun bu günlerde.
İşte böyle bir günün gecesinde uyku saatimi biraz erkene
almıştım. Tabii ki, saat 03 gibi erkence uyandım. Birdenbire Can
Yücel’in, babası Hasan Âli Yücel (Maarif Müfettişi ve 1938-1946'de Maarif Vekili) için
yazdığı o meşhur şiiri geldi aklıma.
Uykum kaçtı!..
Uykum kaçtı!..
Uzun süre dönüp dursam, sıkıca gözlerimi yumsam da nafile... Artık uykum kaçmıştı, uyuyamazdım...
Döne döne sorgulayıp durduğum ise, o şiirin başlığı olan: “Ben
Hayatta En Çok Babamı Sevdim” dizesiydi.
Buydu beni uykusuz bırakıp, bunca düşündüren.
Kuşkusuz ki; “çok
sevilme babanın hakkı olabilir, ancak en çok sevilme olsa olsa annenin
hakkıdır…” düşüncesiyle sevip, saygı duyduğum ozan “Can Baba’ya” karşı çıkıyor...Bunun için de nitelik farklılıkları olan: sevdim/çok sevdim/en çok sevdim (daha çok
sevdim) sıralamaları yapıyordum.
Sonra da kendimce:'Ben Hayatta
En Çok Babamı Sevdim' sözünün gerçeğe uymayan, abartılı bir yargı olduğuna bir karar verdim. Ve bunun için de, kendi geçmişimi eşeleyip, yaşanmışlıklarımla baş başa
kaldım.
Herkes gibi ben de kendi derinlerime daha çok yatarken/yatakta iken girip çıkarım. O anlarda peşi sıra açılır pencereler perdeler bana... Hele de
aylardan Nisan’sa!…
NİÇİN NİSAN AYI?
Eğer aylardan Nisan’sa!.. Ki, şu an öyle…
Bu ayın her gününü; kutsal
sayıp, anneme adarım ve “Anneler Günü” ilan ederim kendime. Bundandır ki, bu ay
boyunca; rüyada ve gündüz hülyasında annemi görünce, çokça sevinir-coşar, ya da
hüzünlenip-üzülürüm.
Annem, Fadime Hanım ile “Ali Çavuş ”un çok güzel oldukları
söylenen 4 kızından en büyüğüydü…
Bizim yörede her kız çocuk yeniyetmeliğinde anne
olur, küçük kardeşlerine. Erkek çocuklar da henüz 6-7 yaşında iken ailenin bir emekçisi
olmaya başlarlar. Bu nedenle de çok erken
yaşta başlamıştır benim annemin, anneliği…
Zaten, annem de sık sık: “12-13 yaşlarında” evlendiğini ve “daha çocuk yaşta iken, kendi çocuğunu kucağına aldığını..” söylerdi.
Benin çocukluk yıllarımda, bizim orada kışlar daha uzun
sürerdi. Baharın gelişi ve evlerimizin biraz daha ısınması bademlerin çiçek
açmasıyla başlardı.
Eğer size önce evimizin fiziki yapısını anlatırsam, sanırım
daha iyi anlarsınız benim meramımı:
Köyümüzün evleri, iki katlı olarak kesme taştan yapılır ve benzeşirler. Bizim evimizin balkonu ve pencereleri Peri Suyu vadisine bakar. Aynı koridorun bağladığı iç içe odaları da görenlere tren kompartımanlarını çağrıştırırdı:
(Hasan Yalçın’ın objektifinden)
- Evimizin girişinde, yaklaşık 20 metrekarelik korkuluksuz bir balkonu vardı. Bu balkonun alt katında da 6-7 keçi, 1-2 koyun, birkaç tavuk ile horoz ve sağ pencere tarafında odun istifleri üzerinde de saman-mayıs karışımından yapılmış olan 5-6 karakovan içinde bize bal yapacak olan arılar barınırdı.
- Girişin sağ tarafında, gündüz misafirler, geceleri erkek kardeş ile (varsa) misafirlerin yattığı bir oda… Devamında anne-baba-çocuk ve kız kardeşlerin olduğu büyük bir oda (evin kumanda merkezi) ... İki odanın alt katı bitişik büyükçe bir ahır alanı, sol duvarın önünde boydan boya ve tavana kadar meşe odunu istifleri, 2 öküz, 2-3 inek, birkaç dana, bir eşek, bir de atımız olurdu…
- Üçüncü odada banyo, istiflenmiş yün yataklar, tahıl ambarları vardı. Abim evlenince bu odayı onlara verdiler… Buranın altı da samanlık ve analarından uzak yavruların tutulduğu yerdi…
Görüldüğü gibi bizim, bize yeter sayıda oda, erzak ve hayvanımız
vardı.
Mart bitmeye, Nisan gelmeye başlayınca ahırlardan, yeni yeni
canlılar katılırdı aramıza: tay, sıpa, oğlaklar, kuzular, buzağılar ve civcivler... Bunlar, evimize, sokağımıza; renk, ses, neşe, dert katarak hem şenlik hem de hüzün
kaynağı olurdu.
Annemiz; beşikteki bebeği büyük kardeşe bırakır, onların da annesi olur, onlara da koşar,
dururdu. Bu iş için bizden gücü, becerisi yetenleri de görevlendirirdi. Ve eğer bu görevlendirme için bir itiraz olmuşsa; “Onlar da sizin
gibi birer can! ...” diyerek karşı çıkar, hiç kabul etmezdi.
Gurbetçi
babamızı çok az görürdük. Köye her gelişinde; bizim için yiyecek, giysi alıp,
para bıraksa da her gidişinden bir süre sonra “bir” artardı kardeş sayımız.
Onun için diyorum:
Annemizdi; evimizin çarkını çeviren, bize yeten, bize hayat veren, büyüten koruyan,
kollayan, okutan… O bizim her şeyimizdi, o bizim hem annemiz hem de babamızdı... Işıklar içinde uyusun.
Not: Coronavirüs insanlara pek çok ilk yaşatıyor, bu haftanın incisi de: "Eczaneler maske satmasın!.." Peki, çalmışlar mı, fahiş fiyatla mı satıyorlar ki bu yasak kondu? Neden?!.. 'Maske' takmaya devam ediyorlar...
Not: Coronavirüs insanlara pek çok ilk yaşatıyor, bu haftanın incisi de: "Eczaneler maske satmasın!.." Peki, çalmışlar mı, fahiş fiyatla mı satıyorlar ki bu yasak kondu? Neden?!.. 'Maske' takmaya devam ediyorlar...
3 Nisan 2020 Cuma
MUTLULUK
Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe
/Ahmet Arif
/Ahmet Arif
Açlık↔tokluk, sağlık↔hastalık, sevinç↔üzüntü, uyku↔uykusuzluk, sevgi↔nefret, dost↔düşman, başarı↔başarısızlık,
savaş↔barış … diye devam eden bu zıtlık ve birliktelikler yaşam↔ölüm zaman diliminde sürer gider...
Antik çağdan beri filozof ve bilimciler; (Yaşam=mutluluk+mutsuzluk), (Yaşam-mutluluk=mutsuzluk), (Yaşam-mutsuzluk=mutluluk) diye matematik diliyle tanımlamış ve tartışmışlar yaşamı.
Bu her üç eşitlik dizgesinde de “yaşam”
öznedir. Her yaşam, formülde yer alan iki zıt ögenin durumuna göre; renk/içerik/nitelik
değiştirir. Yaşamın bu formülü belki size çok basit görünebilir, fakat derinlere
indikçe; pek çok açılıp kapanan parantezle karşılaşır, çokça bilinmezle tanışırsınız, bu durum da sizi yorar ve düşündürür.
Sonunda da, belki “çözümsüzdür” diyerek, yılar ve kendi bu gerçeğinizi yadsıyıp kaçmak
istersiniz. En iyisi mi biz; bu girift bilinmezlikler için kalıcı çözümleri,
insan, toplum ve matematik bilimcilere bırakalım…
Ama boş da durmayalım,
nasılsa coronavirüsün bize sağladığı bolca zaman var. O halde yaşam pratiklerimizi; düşünüp, konuşup,
paylaşıp, tartışalım.
Ve eğer
anlaştıksa, penceremizi azıcık aralayıp, birazcık eşeleyelim. Bu bakış ve
eşeleme sonunda, insanların 4 farklı yönelim gösterdiğini ve numaraları her okunuşta da (sanki); "o, benim"-"buradayım" seslerini duyarsınız:
1.
“Yaşam =
mutluluk + mutsuzluk ”dur olgusuna
inanlar: Bunlar, yaşamdaki mutluluk ve mutsuzluğun neden-sonuç ilişkisiyle
birbirini tamamlayıp hep var olacağını... El birliği ile yapılacak mücadelenin
de, mutsuzluğu azaltıp, mutluluk çoğaltacağını… Yaşamı var eden doğal ve sosyal
çevreleri korumak ve haklara saygı duymak gerektiğini… Barış içinde yaşamak için sorunlarla
ve sorun yaratanlarla savaşmak gerektiğini bilir ve bu amaçlarla uğraş verirler.
Bunlar; kendi gerçeklerine ayna tutabilen, yaşamın diyalektiğine inanan
kişilerdir.
2.
Sürekli mutlu
olmayı ve hiç mutsuz olmamayı kendine dert edinmişler: Bunlar; yaşamın gerçeklerinden
uzak, hayal dünyasında yaşayanlardır. Bunlar; başkalarını önemsemeyen, "hep bana" diye düşünen, egolarına tutsak
narsist ruhlu kişilerdir.
3. Hayata tutunmak, mutlu olmak
için kendini güçsüz, yetersiz görenler: Bunlar; ham hayallere sığınıp el açar,
diz çöker; n’olur nidalarıyla dua
eder, yalvarır, söz verir, adak adar, düşleri
gerçek olsun diye, içten, masumane gözyaşı
döker… İstek ve özlemlerine kendi öz çabalarıyla değil de başka kapılardan
gelecek mucize yardımlarla ulaşmak… Kendilerini;
dilenci değil, kader mağduru, “dileyenler” olarak gören kişilerdir. Bunlar;
kurnaz ve uyanık geçinseler de aslında özgüvensiz ve çaresizdirler.
4. Ha! … Bir de mutlu olmayı
kendisine çok görenler var ki: Bunlar; yaşam boyu kendini mutsuz kılmak isteyen…
Mutlu olmak için yol, yöntem, çare arayıp bulmak yerine, kendi mutsuzlukları için hep
başkasını suçlayan, onlara öfke duyan ve sürekli mutsuz kalmayı seçen kişilerdir.
Bunlar; sorunlarıyla baş edemeyip sürekli kendileriyle uğraşan, psikolojik sorunları olan kişilerdir.
***
Diyalektik kural
gereği her insan yaşamında; mutluluk ve mutsuzlukları bir arada, iç içe yaşar.
Biri diğerinin karşıtı olsa da aynı zamanda onun varlık nedenidir. İşte bu karşıtlıklardır hem kendilerini hem de
yaşamı var eden ve anlamlı kılan…
Önemli olan,
insanın kendisi gibi başkalarını da “insan” görmesi...
“Başkalarını”
önemsemek, onların yaşadığı acıları fark etmek bizim "insani" duygularımızdır.
Peki, kendine
ayna tutmayan, ayrımcı olan, sahte pozlar takınıp, hamasi nutuklarla algı yaratanlar acaba hangi duygulara sahiptirler?!.. (Evet,
sahte dedim!.. Çünkü sahtedir; kendine ayna tutup, kendisiyle yüzleşmeyen. Sahtedir ‘kendisi’ olmayan! )
Bir de toplumsal hak ve özgürlükler konusu var ki, kişileri mutlu veya
mutsuz kılan asıl kaynak budur. Bunun düzenleyicileri ise devletlerdir.
Devletin amacı; insanları güven içinde yaşatmak, ya da daha mutlu kılmak insanı... M.Ö 3. yüzyıla dayanır ilk devletlerin kökleri…
O günden
günümüze, tüm devletler halktan alırlar güçlerini. Ancak bu güç; hep kin-nefret
üretmiş, hep savaşlar çıkarmış, hep mutlu bir azınlıktan yana, hep güçlülerin
emrinde ve acımasız olmuş…
Ve ne yazık ve ne acıdır ki, henüz insancıklara “insanca” davranan bir devlet olmamış…
Güncel
bir konu ve birkaç soru:
İşte size çok
çok güncel bir örnek: O meşhur coronavirüs sayesinde, daha önce; "komşu, mahalle,
kent, ülke içindeki olağan yardımlaşmaların, şimdi sınırları aşıp dünyaya yayıldığını, kucaklaştırıp düşmanlıkları ötelediğini ve büyük bir dayanışma sağladığını..." düşünüyorduk ki:
Meğer bizim devlet (aşağı yukarı şöyle) bir karar almış; "Siz artık kendi seçtiğiniz belediyeler aracılığı ile değil, sadece
benim dediğim yere, istediğim hesaplara bağışta(!) bulunacaksınız! ..." Demek ki devlet, kesemizi kullanmamız konusunda bile bizi ehil görmüyor! Artık bu işi de "O" yapacakmış!...
Vay be!.. Bu bir ferman, bu bir emir!.. Sizce mutsuz etmez mi insanı?
Bu emir bana, mutsuz olduğum bir anı, anımsattı: 2011 Van Depremi olduğunda depremde zarar görenlere verilsin
diye kendimce bir koli hazırlamış, Van Belediyesine gönderecektim. PTT kargo
görevlisi: “Hayır!.. Yasak1... Belediyeye
değil Valiliğe göndereceksin!..” (Nedeni açık:Van Belediye Başkanı HDP’li, onu etkisiz kılmak, cezalandırmak istiyorlar.) Bu sözleri duyunca çok şaşırdım ve ben de o zavallı görevliye kızarak: “Sen mi karar vereceksin, benim kime
yardım edeceğime?” demiştim...
Ve bir vatandaş olarak, birkaç soruyla noktalayacağım bu uzunca yazıyı:
- “Kamu
İhale Kanunu” niçin 187 ayda 186 kez değiştirildi?
- "Deprem Yardımı" diye toplanan paralar nerelere harcandı?
- Kızılay, vergi muafiyeti sağlamak için kime ve niçin aracı oldu?
- İşsizlik fonu paraları nerelerde kullanıldı?
- Dünyadaki kriz ve iflaslar bizim de kapımızı çalmaya başlamışken, neden bizde köprü, geçit yapanlara dolarlar akmaya devem ediyor?
Mutluluk dedik de bakın nerelere geldik!...
Yaşamın
diyalektiğidir bize bunu yaptıran.
Antik çağdan beri filozof ve bilimciler; (Yaşam=mutluluk+mutsuzluk), (Yaşam-mutluluk=mutsuzluk), (Yaşam-mutsuzluk=mutluluk) diye matematik diliyle tanımlamış ve tartışmışlar yaşamı.
Bu her üç eşitlik dizgesinde de “yaşam”
öznedir. Her yaşam, formülde yer alan iki zıt ögenin durumuna göre; renk/içerik/nitelik
değiştirir. Yaşamın bu formülü belki size çok basit görünebilir, fakat derinlere
indikçe; pek çok açılıp kapanan parantezle karşılaşır, çokça bilinmezle tanışırsınız, bu durum da sizi yorar ve düşündürür.
Sonunda da, belki “çözümsüzdür” diyerek, yılar ve kendi bu gerçeğinizi yadsıyıp kaçmak
istersiniz. En iyisi mi biz; bu girift bilinmezlikler için kalıcı çözümleri,
insan, toplum ve matematik bilimcilere bırakalım…
Ama boş da durmayalım,
nasılsa coronavirüsün bize sağladığı bolca zaman var. O halde yaşam pratiklerimizi; düşünüp, konuşup,
paylaşıp, tartışalım.
Ve eğer
anlaştıksa, penceremizi azıcık aralayıp, birazcık eşeleyelim. Bu bakış ve
eşeleme sonunda, insanların 4 farklı yönelim gösterdiğini ve numaraları her okunuşta da (sanki); "o, benim"-"buradayım" seslerini duyarsınız:
1.
“Yaşam =
mutluluk + mutsuzluk ”dur olgusuna
inanlar: Bunlar, yaşamdaki mutluluk ve mutsuzluğun neden-sonuç ilişkisiyle
birbirini tamamlayıp hep var olacağını... El birliği ile yapılacak mücadelenin
de, mutsuzluğu azaltıp, mutluluk çoğaltacağını… Yaşamı var eden doğal ve sosyal
çevreleri korumak ve haklara saygı duymak gerektiğini… Barış içinde yaşamak için sorunlarla
ve sorun yaratanlarla savaşmak gerektiğini bilir ve bu amaçlarla uğraş verirler.
Bunlar; kendi gerçeklerine ayna tutabilen, yaşamın diyalektiğine inanan
kişilerdir.
2.
Sürekli mutlu
olmayı ve hiç mutsuz olmamayı kendine dert edinmişler: Bunlar; yaşamın gerçeklerinden
uzak, hayal dünyasında yaşayanlardır. Bunlar; başkalarını önemsemeyen, "hep bana" diye düşünen, egolarına tutsak
narsist ruhlu kişilerdir.
3. Hayata tutunmak, mutlu olmak
için kendini güçsüz, yetersiz görenler: Bunlar; ham hayallere sığınıp el açar,
diz çöker; n’olur nidalarıyla dua
eder, yalvarır, söz verir, adak adar, düşleri
gerçek olsun diye, içten, masumane gözyaşı
döker… İstek ve özlemlerine kendi öz çabalarıyla değil de başka kapılardan
gelecek mucize yardımlarla ulaşmak… Kendilerini;
dilenci değil, kader mağduru, “dileyenler” olarak gören kişilerdir. Bunlar;
kurnaz ve uyanık geçinseler de aslında özgüvensiz ve çaresizdirler.
4. Ha! … Bir de mutlu olmayı
kendisine çok görenler var ki: Bunlar; yaşam boyu kendini mutsuz kılmak isteyen…
Mutlu olmak için yol, yöntem, çare arayıp bulmak yerine, kendi mutsuzlukları için hep
başkasını suçlayan, onlara öfke duyan ve sürekli mutsuz kalmayı seçen kişilerdir.
Bunlar; sorunlarıyla baş edemeyip sürekli kendileriyle uğraşan, psikolojik sorunları olan kişilerdir.
***
Diyalektik kural
gereği her insan yaşamında; mutluluk ve mutsuzlukları bir arada, iç içe yaşar.
Biri diğerinin karşıtı olsa da aynı zamanda onun varlık nedenidir. İşte bu karşıtlıklardır hem kendilerini hem de
yaşamı var eden ve anlamlı kılan…
Önemli olan,
insanın kendisi gibi başkalarını da “insan” görmesi...
“Başkalarını”
önemsemek, onların yaşadığı acıları fark etmek bizim "insani" duygularımızdır.
Peki, kendine
ayna tutmayan, ayrımcı olan, sahte pozlar takınıp, hamasi nutuklarla algı yaratanlar acaba hangi duygulara sahiptirler?!.. (Evet,
sahte dedim!.. Çünkü sahtedir; kendine ayna tutup, kendisiyle yüzleşmeyen. Sahtedir ‘kendisi’ olmayan! )
Bir de toplumsal hak ve özgürlükler konusu var ki, kişileri mutlu veya
mutsuz kılan asıl kaynak budur. Bunun düzenleyicileri ise devletlerdir.
Devletin amacı; insanları güven içinde yaşatmak, ya da daha mutlu kılmak insanı... M.Ö 3. yüzyıla dayanır ilk devletlerin kökleri…
O günden
günümüze, tüm devletler halktan alırlar güçlerini. Ancak bu güç; hep kin-nefret
üretmiş, hep savaşlar çıkarmış, hep mutlu bir azınlıktan yana, hep güçlülerin
emrinde ve acımasız olmuş…
Ve ne yazık ve ne acıdır ki, henüz insancıklara “insanca” davranan bir devlet olmamış…
Güncel
bir konu ve birkaç soru:
İşte size çok çok güncel bir örnek: O meşhur coronavirüs sayesinde, daha önce; "komşu, mahalle, kent, ülke içindeki olağan yardımlaşmaların, şimdi sınırları aşıp dünyaya yayıldığını, kucaklaştırıp düşmanlıkları ötelediğini ve büyük bir dayanışma sağladığını..." düşünüyorduk ki:
Meğer bizim devlet (aşağı yukarı şöyle) bir karar almış; "Siz artık kendi seçtiğiniz belediyeler aracılığı ile değil, sadece
benim dediğim yere, istediğim hesaplara bağışta(!) bulunacaksınız! ..." Demek ki devlet, kesemizi kullanmamız konusunda bile bizi ehil görmüyor! Artık bu işi de "O" yapacakmış!...
Vay be!.. Bu bir ferman, bu bir emir!.. Sizce mutsuz etmez mi insanı?
Bu emir bana, mutsuz olduğum bir anı, anımsattı: 2011 Van Depremi olduğunda depremde zarar görenlere verilsin
diye kendimce bir koli hazırlamış, Van Belediyesine gönderecektim. PTT kargo
görevlisi: “Hayır!.. Yasak1... Belediyeye
değil Valiliğe göndereceksin!..” (Nedeni açık:Van Belediye Başkanı HDP’li, onu etkisiz kılmak, cezalandırmak istiyorlar.) Bu sözleri duyunca çok şaşırdım ve ben de o zavallı görevliye kızarak: “Sen mi karar vereceksin, benim kime
yardım edeceğime?” demiştim...
Ve bir vatandaş olarak, birkaç soruyla noktalayacağım bu uzunca yazıyı:
Ve bir vatandaş olarak, birkaç soruyla noktalayacağım bu uzunca yazıyı:
- “Kamu İhale Kanunu” niçin 187 ayda 186 kez değiştirildi?
- "Deprem Yardımı" diye toplanan paralar nerelere harcandı?
- Kızılay, vergi muafiyeti sağlamak için kime ve niçin aracı oldu?
- İşsizlik fonu paraları nerelerde kullanıldı?
- Dünyadaki kriz ve iflaslar bizim de kapımızı çalmaya başlamışken, neden bizde köprü, geçit yapanlara dolarlar akmaya devem ediyor?
Mutluluk dedik de bakın nerelere geldik!...
Yaşamın
diyalektiğidir bize bunu yaptıran.
27 Mart 2020 Cuma
GÜNDÜZ ve GECE
Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendi kendini
sever;
ama mutluluk bir başkasını
sevmektir.
/ Herman Hesse
Gündüz ve gece; uzaydaki yerinde
çakılı duran Güneş’ten, döne döne kaçan Dünyanın, görünen ve saklı kalan noktalarında
yaşanır.
Dünya küresinin uzaydaki
duruşu, kendisi ve Güneş etrafında batıdan-doğuya devinimi (dönüşü) sonucu oluşan saat, gün, gece ve gündüz…
Dünya üzerinde bir yerin; ekvator, dağa, ovaya, nehre, göle, denize uzaklığı, yakınlığı, güneş ışığının geliş açısı vb. etmenlere bağlı olarak oluşan iklimsel farklılıklar... İşte bizler böylece yaşarız; gündüzün aydınlığını, gecenin karanlığını, sıcaklığı, soğukluğu, nemi, yağmuru, kar ve doluyu...
Gündüz ve gece, değişmez gerçeklerdir.
Bu gerçekler, pek çok işlevi ve sonuçlarıyla yaşamımızın; fiziksel-biyolojik-sosyal
alanlarını etkilerler. Yazımız, bu etkilerden fen-bilim kaynaklı olanlarını es
geçerek, daha çok sosyal yaşama etki edenler üzerinde yoğunlaşacak.
Tan ağarmasıyla başlayan
günün alacalı aydınlığı, sonraki saatlerde yavaş yavaş artarken, uzun gölgeler de kısalmaya başlar. Saat tam gün ortasını gösterdiğinde; ışık en parlak halini
alır, gölgeler de en kısa durumlarına gelirler.
Gün yarısından hemen
sonra, bu döngü tersine döner, ışık giderek azalmaya, gölgeler de uzamaya
başlar… Bu durum, dünyanın oluşumundan günümüze kadar hep vardı ve var oldukça devam edecek olan bir döngüdür.
Gün, güneşin
gün batımındaki çaresiz kayboluşla yavaş yavaş alaca karanlığa, o karanlık ise, yol alarak zifiri karanlığa dönüşür gece yarısı olduğunda. Sonra da o gizlerle dolu zifiri karanlık; ömrünün yarısını düne, yarısını da yeni güne vererek
paylaşır.
Dünün hemen peşi sıra o
bilindik nakaratla yeniden başlar yeni bir günün kurgusu, döngüsü ve doğum
sancısı…
Gündüz aydınlığın görevi;
her yana ışık salmak ve görünür kılmaktır her şeyi. Görmek istemeyene "ışığım
sana yetmedi mi" diye sormaz, kızmaz, karışmaz hiç kimseye. Görmek isteyen, görür-düşünür, görmek istemeyen ise, görmez-düşünmez.
Zaten, “herkes bakar ama kaç
kişi görür ki!..”.
Gece karanlığının görevi; her yana karanlık salmak, görünmez kılmaktır her şeyi… Karanlık kendince,
görmek isteyeni ve görmek istemeyeni eşitlediğini sanır. Ama yanılır! Çünkü, gündüz görenler; hem görür hem de düşünürlerdi!.. Onların bu istekli oluş ve
düşünerek karar verme yetileri, karanlıkta da görünür kılar gerçekleri. Görmek
istemeyen ise, zaten düşünmeye gerek duymadığı için karanlıkta da anlamak istemez olup
bitenleri...
***
Doğada devam edip gelen ve sürüp gidecek olan o bilindik döngüye dönelim yeniden:
Gündüz aydınlığının ve gece
karanlığının her bakışa göre değişebilen yarar ve zararları vardır: Kimi görmek
ister, kimisi istemez. Kimi aydınlığı sever kimi de karanlığı…
Gecenin alacalı karanlığı
başlamış olsa bile, henüz dingin sessizlik korkulu karanlığa dönmemiştir. Henüz
haz veren güzellikleri, zifiri karanlık yutup, yok etmemiştir daha…
Hele bir de bulunduğunuz
yer, bir ırmak, nehir, göl, deniz yakındaysa!...(Hani su hayattır derler ya!..) İşte o zaman
suyun şırıltısını, dalgaların şapırtısını, hatta yakamozun büyüsüne kapılmış
balıkların ve yıldızların göz kırparak dansını bile görebilir, izleyebilirsiniz…
Hele de Ay’ın dolunay zamanıysa... Hele de o Ay, yaramaz çocuklar gibi bulutlara
dala çıka, köşe kapmaca ve saklambaç oynuyorsa… İşte o zaman günün yorgunluğunu,
hayatın yüklerini biraz olsun unutur, sevinir, mutlu olursunuz. Ve günün yorgunluğunu deliksiz bir uyku ile sonlandırıp dinlenirsiniz.
Tabii ki, bu güzellikler her
coğrafyada aynı şekilde ve her zaman olmaz.
Bir de kötülükleri vardır zifiri karanlığın. O, suçları
örten, suçluları koruyan, tüm renk ve boyutları görünmez kılandır. Tüm
kötülük pınarları karanlıktan doğar, ondan beslenir.
Çıkarcılar, zifiri
karanlığı çok sever ve hep o fırsatı beklerler. Oysa “insani” bakışla bakıp,
düşünenler; gecenin o insafsız, vicdansız girdabı içinde karanlık/saklı kalmış anı,
acı ve çaresizliklerinin depreşmesiyle sarsılır, üzülürler.
Bunun için eğer karanlık
kötülüktür dersek, çok da yanlış bir tanım yapmamış oluruz. Karanlığa karşı
çıkmak, itiraz edebilmek bir erdemdir, budur insanı “insan” kılan ve insan
kalmamızı sağlayan…
Zulüm, sömürü ve savaşın
olduğu yerlerde zalimler, zifiri karanlığa sığınır, aydınlıkla savaşırlar.
Karanlık gerçekleri gören, düşünen, karşı duran ve yok olmasını isteyen herkesi
de “tarafsız değil” diye suçlar, karanlık zindanlara atarlar.
Tabii ki tarafsız olamaz,
insani düşünen hiç kimse. Çünkü sömürü, savaş, ölüm ve zulmün olduğu yerde hiç kimse tarafsız olamaz, olmamalı!.. Erdem sahibi her kişi, ezilenden yana olup, zalime karşı olmak zorundadır.
İşte bu duygulardır,
insanı yağmur öncesi bir sıkıntı gibi yoran, feryat ettiren. Bu sıkıntıların
kaynakları olan virüsler yok edilmeli, bunlar çoğaldıkça-durdukça demlenir;
öfkeye, kine, salgına dönüşür.
Yıllarca sorunları; hukuk
ve adaletle çözmek yerine, “kol kırılır yen içinde kalır” gibi ırkçı,
koruyucu bir anlayışla çözmeye çalıştılar. Ayıpları, günahları, cinayetleri ve
bilindik olan katilleri bile görünmesinler diye halının altına süpürerek
gizlemeye çalıştılar. Hep belleklerdeki ağır yüklerin, zalimlik ve
zalimlerin zamanla unutulacağını düşündüler. Zulmün öfkeye, öfkenin kine
dönüşeceği gerçeğini öngöremediler ve yine yanıldılar.
Çok yanıldılar…
İşte dili yok diyerek dilsizlikle suçladıkları, haklarını, özgürlüklerini yok ettikleri, katillerini görünmez kılıp, ölülerini bile sakladıkları insanlar şimdi: Hesap soruyorlar. Karanlıklara
ışık tutup aydınlatmak, gerçekleri görmek, göstermek istiyorlar.
Ve işte yine yanıltmadılar bizi: Dünya
pek çok bilinmezi olan coronavirüs ile yaşamsal bir savaş verirken... Daha dün, böylesi günleri fırsata çevirmek isteyen o karanlık sevicileri;, Kanal İstanbul ucubesi için ilk adımlarını attılar…
Dünya üzerinde bir yerin; ekvator, dağa, ovaya, nehre, göle, denize uzaklığı, yakınlığı, güneş ışığının geliş açısı vb. etmenlere bağlı olarak oluşan iklimsel farklılıklar... İşte bizler böylece yaşarız; gündüzün aydınlığını, gecenin karanlığını, sıcaklığı, soğukluğu, nemi, yağmuru, kar ve doluyu...
20 Mart 2020 Cuma
“KEŞKE…”
Toplumu oluşturan her birey; kişiliği, işi, eşi, ailesi, okulu, arkadaşları, ülkesi ve
yakın-uzak çevresinden kaynaklanan sorun-çelişki-mutluluk birlikteliği
içinde yaşar.
Eğer birey, hedefine ulaşıp başarırsa mutlu, başarısız
olup hedefine ulaşmazsa da mutsuzdur. Yaşam, bu zıtlık ve birliktelik içinde
sürüp gider.
Toplumlar, paylaşarak, ortaklaşa bir işbirliği
içinde birlikte yaşamayı hedeflerler.
Bu birlikteliğin bir amacı; huzuru sağlayıp
giderek, mutluları çoğalan, mutsuzları azalan bir düzen oluşturmaktır.
Diğer bir amaç ise; dünden bugüne
insanlara ve diğer canlılara çokça acı ve ölüm yaşatmış ve daha da
yaşatacak olan insan kaynaklı ve doğa kaynaklı
olaylardan korumaktır.
İnsan ve yönetimler:
Sömürü ve paylaşım savaşlarını ortadan kaldırmak, barış
içinde yaşamak öncelikli görevimizdir. Çünkü bu savaşlar; hem doğal çevreyi yok
eder, hem de insanlara ölüm ve acıyla biten büyük zararlar verirler.
Yaşamayı hak etmek için zorluklarla mücadele
etmek, barışı getirmek gerek. Bu da ancak her kişi, grup ve önderin birlikte
harcayacağı yoğun emekle mümkündür.
Toplumların, çevresel sorunları yok edecek, huzur
ve güveni sağlayacak görevlilere ihtiyacı vardır. Bunların kimi seçimlerle,
kimileri de seçimle gelenlerin seçimiyle belirlenir. Bu kişileri; başkan,
bakan, mülki amir ve diğer hizmet alanlarındaki çalışan yargıç, doktor,
öğretmen, asker, polis… gibi uzunca bir liste ile sıralayabiliriz.
Hani bu görevlendirme ve organizasyonun; toplumsal ve çevresel sorunları yok edip
huzur ve güveni sağlamak için kurulduğunu söylemiştim ya bu günümüzde ham
bir hayal. Günümüz dünyasında bu organizasyonlar sadece sömürü ve paylaşım
savaşlarının birer neferi olarak çalıştırılıyor. Tek bir amaçları var: mutlu bir azınlık yaratmak.
Ne zaman ki, toplumsal ve doğasal bir felaketle
karşılaşılır işte o zaman mutlu bir azınlık
yaratmak peşinde uğraş verenlere dönüp; "ne yaptınız?" dercesine bakılır.
Yani olayın sonuçları sıcağı sıcağına ortaya çıkınca…
Yani zorluklar; yaşanamaz, katlanılamaz sonuçlar
doğurunca…
Yani acılar yaşandıktan, iş olup bittikten
sonra...
…
İşte o zamanlarda cılız da olsa sesler ve
itirazlar yükselir.
Sonunda kaçacak bir kuytu köşe (dalda) bulamayan etkili/yetkili özneler ve işbirlikçileri (ürkek-korkak poz vererek); ekranda, meydanda, salonda
halkın karşısına çıkar hamasi nutuklar çeker… Üzüntü ve pişmanlıklarını; keşke/keşki/bari/ne
olurdu sözcükleri ile bezenmiş cümlelerle dillendirirler.
Dinleyenlerin çoğu bu tür samimiyetsiz tür
söylemleri: yarım ağızla yapılan konuşma veya ilmi siyaset(!) olarak değerlendirir.
Haksız da değiller...
Çünkü özeleştiri yapan, özür dileyen kişi kısaca;
“Ben, görevimi gereğince yapmadığım için
başarısız oldum. İnsanlar zarar gördü, istenmeyen durum ve üzüntüler yaşandı…
Başarısız olduğum için artık bu görevi yapmam. Bu görevi yapabilecek olan
birilerini arayınız ...” demek
istiyor demektir.
Tabii ki, özeleştirisini yapıp özür dileyen, eğer halka
saygı duyan, samimi bir kişi ise; mutlaka ve hemen görevinden ayrılmalıdır.
İşte o zaman özeleştirisi ve özür dilemesi anlam
kazanır, o zaman hoşgörüyü hak eden, saygıdeğer ve erdemli bir davranış göstermiş
olur.
Fakat ne yazık ki o yetkili kişiler sonrası
günlerde, bu erdemliliği göstermezler. Sanki hiçbir şey olmamış gibi: “Bizler halkımızın emrindeyiz ve görevimizin
başındayız.” Deyip yapışık oldukları koltuklarında mutlu azınlık için çalışmaya devam ederler.
Doğa kaynaklı olaylar:
Doğanın nitelik ve devinimleri sonucunda oluşan, keşke
deyip ağıtlar yakmakla çare bulunamayan olaylar, bilinmez gün ve saatlerde bazı
bölge ve ülkelerde olurlar. Biz onları: deprem, kasırga, volkan, sel, çığ, erozyon, yangın… olarak sayardık (nedense
salgınları unutmuşuz!..).
Bugünlerde “Coronavirus” isimli küresel bir dert çıkıverdi
bölgeleri, denizleri, ülkeleri aşarak tüm sıralamaları altüst edip en ön sıraya
yerleşti.
Bu küresel olaylar; soy, sop, zengin, fakir, sınır tanımaz, büyük acı,
kitlesel ölüm, kıtlık yaşatarak sosyal yaşamı olumsuz etkiler, ekonomilere diz
çöktürür. Dünyanın bugünkü bilimsel ve teknik güçleri, henüz bu olayları
engellemeye ve durdurmaya yetmemektedir. Bunun için de bu felaketlerin sebep
olduğu zarar ve kayıpları en aza indirecek uluslararası dayanışma ve
işbirliğine ihtiyaç vardır.
Her ülkenin merkezi ve kent yönetimleri, bu amaçla uluslararası
işbirliği ve bilimsel araştırmalarında birer paydaşı olarak yer almalı, katkı
verip önlemler almalıdır.
Kısa Kısa..
Bilime olan
inancım, dünya gündeminde ön sıraya
yerleşen “Coronavirus” salgının dünyaya dersler ve zarar vererek yenileceği
yönündedir.
O zaman biz de yeniden
ağırlıklı olarak ülkemiz sorunlarına döneceğiz.
Biliyorsunuz pek çok yer gibi İstanbul da deprem
bölgesi, her an büyük bir deprem olabilir. İstanbul’da en çürük alan da Avcılar
bölgesi… “Kanal İstanbul” denen ucube, İstanbul’un su kaynağı Terkos’u ve bitek
tarım arazilerini bol köprülü bol betonlu rantiyelerle bezedikten sonra Avcılar’da denizle
buluşacakmış!…
Peki, böyle bir felakete hazır mıyız?
Labels:
Avcılar,
bari,
coronavirus,
çelişki,
doğa,
Dostça,
Emin Toprak,
hamaset,
ilmi siyaset,
insan,
Kanal İstanbul,
KEŞKE…,
keşki,
mutluluk,
özeleştiri,
özür,
sorun,
Terkos,
yarım ağızla
13 Mart 2020 Cuma
İZ BIRAKMAK
Her niyeti iade eder tabiat:
Senin baktığın da sana bakar.
/Murathan Mungan
Her insan, yaşam boyu işinde-uğraşında; söz, ses, yazı, çizi, buluş, iyilik, kötülük... vb. eylem, söylem ve davranışlarda bulunur. İşte bu kısa-uzun süreçte her kimlik kendine özgü, her biri birer imza olan iz'ler bırakır ve bu izlerle tanınır, anılır olurlar.
Yaşam karşıtlıklar ve
karşılıklar üzerine kurulmuştur. Karşıtlıklar, olup biten olayları, karşılıklar
ise karşı tarafta bırakılan iz'leri sağlar, gösterir.
Yaşam, bir insanın zaman içinde doğal ve sosyal çevresiyle karşılıklı olarak etkileşimdir. Bu etkileşim sürecinde insanlar, doğaya ve sosyal çevreye imza atmış gibi iz'ler bırakır, o çevrelerden de iz'ler alırlar.
Herkes bulunduğu çevrede deneyimleyerek öğrenir, olgunlaşır, derinleşir, boyut kazanır ve kendine özgü davranışlarıyla "kendisi" olur. Sonra da kimliğini oluşturan bu izleri daha görünür/yaşanır kılmak için paylaşmak ister.
Çünkü paylaşmaktır bizleri
farklı kılan ve var eden.
Her tanış olduğunuz kişi
sizde, siz de onda bir iz bırakırsınız. Kimi iz'ler silinir gider daha gün son
bulmadan. Kimi iz'ler de arkadaşlık, dostluk, yoldaşlık
bağlarıyla düğümlenir ve bu bağ kalıcıdır, iki taraf çekip gitmeden terk etmez onları.
İnsanlık tarihi
boyunca süregelen iz'leri üçe ayırabiliriz:
Birincisi; hemen o anlık olup-biten iz'lerdir.
Bu iz'lerin sahipleri
sıradandır, hemen hiç dile gelmez, kök salmaz, solar, silinir, unutulur giderler.
İkincisi, çıkar için insanlığa savaş açan iz'lerdir. Bunlar; sömürür, yıkar,
öldürür, büyük acılar yaşatır, böylece unutulmaz kılarlar kendilerini…
Bu iz'ler günah kokar, acı
verir, üzer, inletir, içini oyar insanın, çağlar geçer unutulmaz.
Bu iz'lerle birlikte bu iz'lerin failleri de toplumsal belleğe kara bir leke olarak kazınır/yazılır hep lanetle anılırlar. Gerçekleri öğrenen fail yakınları da onları ve olanları utançla anar, bağlarından dolayı utanç duyarlar.
Üçüncüsü, demokrasi ve güven içinde, özgür, sağlıklı, mutlu
bireylerin olduğu bir yaşam için… Kısacası, “insanlık” için verilen mücadele,
yapılan iş, kazanım ve buluşlarla unutulmaz olan iz'leridir.
Bu iz'ler, insanlığın onur
sayfalarında yer alır, yaşam, barış ve sevinç kokarlar, insanlara mutluluk ve coşku verir, çığlıklar attırırlar.
Bu iz'ler de o iz'i bırakanlar da çağlar boyu sevgi ve saygıyla anılırlar.
***
Her öznenin birer
özelidir iz'ler.
İz'lerin bazı farklılıklarını belirtsem de genelde iç içe karışık yazdım onları. Muradım; herkesin yaşamdaki izlerini, arayıp
bulması, ayna tutup bakmasıdır kendine...
İz'lerin oluşumunda etkili
olan üç ana öge vardır: zaman, coğrafya ve insanlar. Demek ki zaman, coğrafya
ve oradaki halkın ortaklaşa (kolektif) bir ürünüdür iz'ler.
Fakat!... Ne yazık ki, 'resmi tarih' bu ortaklaşa birlikteliği hep unutur:
- Bu iz'leri, hep bir kişiye/güçlüye/kahramana özgü kılar.
- (Ve bir hatırlatma daha): İz sahibi olan; kişi/güçlü/kahraman da çoğunlukla erkektir!..
Her toplumun en büyük
korkusudur iz'siz olmak.
Budur geri kalmanın, yoksul olmanın asıl nedeni.
İz'sizlik, hiçlik duygusu verir ve o
toplumu özgüvensiz kılıp, yalnızlaştırır.
Dünyada böylesi iz'siz toplumların çoğalmaması için; insan olmayı en üst kimlik sayan, insanı merkez alan anlayışların çoğalıp, buluşması ve iyiliklerin paylaşılması gerekir.
Çevre ve tüm insanlık için barış, demokrasi, özgürlük, mutlu
bir yaşam sağlayabilen iz'ler önemli ve anlamlıdır. Sadece bir bölgeye bir kesime
çıkar sağlayan uygulama ve iz'ler ise, diğer taraf için savaşlara, felaketlere, acılara kapı açar.
“Corona Virüs Olayı”
Dünyaya korku ve yılgınlık salıp, panik yaratan “Corona Virüs Olayı”...
İşte insanlık adına ortak çözüm gerektiren bir konu:
Bu olay; soy, sop, sınır tanımayan, seri ölümlere neden olan, ekonomilere diz çöktüren tüm dünyayı ve insanlığı karşısına alan ortak bir dert.
Yazı konumuza bir örnek olarak kabul edecek olursak, bu soruna çözüm olacak her çaba, her adım: insanlık için çok saygın bir iz bırakmış olacaktır tarihe…
Ve bu soruna çare olacak buluşlar, çağlar boyu anılarak, alkışlar alacaktır.
O halde İZ'lerin yerli ve milli olması değil, insani olması önemlidir.
Senin baktığın da sana bakar.
/Murathan Mungan Her insan, yaşam boyu işinde-uğraşında; söz, ses, yazı, çizi, buluş, iyilik, kötülük... vb. eylem, söylem ve davranışlarda bulunur. İşte bu kısa-uzun süreçte her kimlik kendine özgü, her biri birer imza olan iz'ler bırakır ve bu izlerle tanınır, anılır olurlar.
Herkes bulunduğu çevrede deneyimleyerek öğrenir, olgunlaşır, derinleşir, boyut kazanır ve kendine özgü davranışlarıyla "kendisi" olur. Sonra da kimliğini oluşturan bu izleri daha görünür/yaşanır kılmak için paylaşmak ister.
Her tanış olduğunuz kişi sizde, siz de onda bir iz bırakırsınız. Kimi iz'ler silinir gider daha gün son bulmadan. Kimi iz'ler de arkadaşlık, dostluk, yoldaşlık bağlarıyla düğümlenir ve bu bağ kalıcıdır, iki taraf çekip gitmeden terk etmez onları.
Bu iz'ler de o iz'i bırakanlar da çağlar boyu sevgi ve saygıyla anılırlar.
İz'lerin bazı farklılıklarını belirtsem de genelde iç içe karışık yazdım onları. Muradım; herkesin yaşamdaki izlerini, arayıp bulması, ayna tutup bakmasıdır kendine...
Fakat!... Ne yazık ki, 'resmi tarih' bu ortaklaşa birlikteliği hep unutur:
- Bu iz'leri, hep bir kişiye/güçlüye/kahramana özgü kılar.
- (Ve bir hatırlatma daha): İz sahibi olan; kişi/güçlü/kahraman da çoğunlukla erkektir!..
Budur geri kalmanın, yoksul olmanın asıl nedeni.
İz'sizlik, hiçlik duygusu verir ve o toplumu özgüvensiz kılıp, yalnızlaştırır.
Dünyada böylesi iz'siz toplumların çoğalmaması için; insan olmayı en üst kimlik sayan, insanı merkez alan anlayışların çoğalıp, buluşması ve iyiliklerin paylaşılması gerekir.
“Corona Virüs Olayı”
İşte insanlık adına ortak çözüm gerektiren bir konu:
Bu olay; soy, sop, sınır tanımayan, seri ölümlere neden olan, ekonomilere diz çöktüren tüm dünyayı ve insanlığı karşısına alan ortak bir dert.
Yazı konumuza bir örnek olarak kabul edecek olursak, bu soruna çözüm olacak her çaba, her adım: insanlık için çok saygın bir iz bırakmış olacaktır tarihe…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)