13 Nisan 2020 Pazartesi

‘İKİ KUMRU-İKİ YAVRU ile İKİMİZ ’in CORONAVİRÜS GÜNLERİ

21 Coronavirüs saldırısı nedeniyle 21 Mart saat 24.00’den beri ikametimden çıkmam yasaklandığı için içerideyim. Hayatımızda nice güçlüklerle karşılaştık, bazen yendik bazen yenildik. Bu yaşamada beraberlik de, gri alan da olmaz; ya öyle ya, da böyle... Henüz o yasaklı yaşa gelmeyen ve can yoldaşlığımız 43 yıla dayanan Dilek Hanım da beni yalnız bırakmadı ve gönüllü olarak kısıtladı kendisini.

İki kumru da; tam da tutuklu olduğumuz ilk günden başlayarak balkonumuzu kira ödemeksizin mesken tutarak bize yoldaş oldu.

Dilek Hanım kuşları çok sever, serçe, saka, kumrular için yurt dışına çıktığı bir seferde bu işe özel yapılmış iki “yemlik” almıştı. Bunları; iki ayrı pencerenin dışına kalıcı olarak astı ve özellikle kış aylarında düzenli aralıklarla yemle doldurur, tabii ki yanlarına da bir su kabı koyar... (Bazen kargalar da misafir olmak isterler, bu da küçük kuşlara zarar verirler diye bize korkulu anlar yaşatır.).

Kim bilir, belki de bu kumrular; yavru ya da ergenken bu suluk ve yemliklerden yemlenmiş.... Belki de bu güvenle, konuk olmuşlardır balkonumuza.

Önce yuva hazırladılar, iki yumurta yaptılar, kuluçkaya yatıp 15 gün sonra altıntopu iki yavru ile nüfusumuzu arttırdılar.

Şimdilik bize yavrularını hiç göstermek istemiyorlar, belki de sonraki günlerde bize o yavruları sevme fırsatını verirler. Fakat biz de boş durmadık, onların yuvadan çıkışlarını fırsat bilip, o altıntopu yavruları bir-iki kez görmeyi başardık.

Bir gün anne yavrularını beslerken, sessizce yakınlarına vardım.  O, hemen yuvasına kapanıp, kanatlarıyla yavrularını sıkıca örttü ve görselde gördüğünüz o korkulu gözlerle bana baktı.

Onun bu gözlerini pörtleten korkusu; kuşkusuz ki kendisi için değildi. Eğer isteseydi hemen uçup kaçabilirdi. Ama kaçmadı!... Bu bakış beni korkuttu, hemen kaçtım oradan.

Birlikteliğimiz devam edecek... Gelişmeleri merakla bekliyoruz.

***

Dilek Hanımla birlikteliğimiz 43. yıla doğru yol alıyor demiştim. Bir an düşündüm; "bunca yıldır biz hiç bu kadar (kesintisiz olarak) birlikte olmadık ve belki de hiç bu kadar uyumlu da..."(Dedim kendi kendime)

Nasıl mı geçiyor günlerimiz?
Önce hayat akışındaki sessizlik ve dinginliğe alışmaya çalıştık ve biz de dinginleştik...

On yedinci günü Dilek Hanım; böyle devam etmez, etmemeli diye kara vermiş olacak ki, her sabah kahvaltısı ve her akşam yemeği sonrasında “ev içi 30 dakikalık yürüyüş” turları başlattı, tabii ki hemen peşi sıra ben de…

Evin mutfak ve bir odası dışında kalan; salon, koridor ve iki oda arasında 90 adım tutan bir yürüyüş yolu tespit ettik. Bu güzergâhımızda; trafik ışıkları yok ama kavşaklar, u dönüşler, sert virajlar, asfalt yolu aratmayan düz yol bile var. Günde ortalama 5940 adım ve 4,2 km’yi buluyordu bu yürümeler.

Yürüyüşün ikinci günü Dilek Hanım'ın ayak tabanında başlayan bir ağrı, onun yürümesini engelledi, ben devam ediyorum… Neyse, gün be gün bu ağrılar azalmaya başladı umarım yakında son bulacak.

Aslında ben ev işi yapmayı seven ve başarana biriyim. Bu istekli durumumu bilen Dilek Hanım bana izin vermiyor: “boşuna su kaybı olmasın bulaşıkları makine yıkasın” diyor (ben de haklı bulup kabul ettim). Fakat yemek pişirmeme ve temizlik yapmama da izin vermiyor!... 

Dün bir pırasa yemeği yapmıştı (ki, pek sevmem), mecburen çatalımı alıp oturdum, bir-iki lokma, sonrasında inanın yediğim en güzel yemeklerin içinde yer alan bu yemeği silip süpürdüm ve onu kutladım (içimden de: “demek ki haklıymış bana yemek yaptırmamakta” deyiverdim).  

İşte böyle ortaklaşa iş konusunda bana sadece sofra kurup kaldırmada yardım etmek kaldı. Haaa, bir de erken davranıp çay demliyor, günlük 6 cevizi kırıp ayıklıyorum.

Uzun zamandır zaten yemek öğününü ikiye indirmiştik. TV haberleri eşliğinde yapılan kahvaltı sonrasında; ben böylesi yazılar yazmak için otururum bilgisayarın başına… Arada da çocuklarımız, torunlarımız, akraba ve arkadaşlarımızla telefon konuşmaları… Dilek Hanım kitap okur, yemek yapar, toz alır, çekmece düzenler (unutmadan söyleyeyim bu ara bana hiç "çekmecelerini, evrak çantalarını düzenle” demiyor! Sakın ola, duymasın!).

Akşam yemeğinden sonra da ben en az 3 saat kitap okurum, Saat 19 olunca TV haberlerini birlikte izliyoruz (sonrasında eğer ortak izlence varsa devam, yoksa Dilek Hanım mutfaktaki TV başına geçer). Artık bıktırdı dön baba coronavirüs oturumları (çok az izliyorum), varsa film izleme ve uyku...

İşte coronavirüsün evimizde yaşattığı bir gün böyle sonlanıyor.

9 Nisan 2020 Perşembe

DOĞURAN BÜYÜTEN OKUTAN ANNEM


Coronavirüs tutuklusu olduğumuz günler…

Vücudumuz olmasa da kafamız yorgun bu günlerde.

İşte böyle bir günün gecesinde uyku saatimi biraz erkene almıştım. Tabii ki, saat 03 gibi erkence uyandım. Birdenbire Can Yücel’in, babası Hasan Âli Yücel (Maarif Müfettişi ve 1938-1946'de Maarif Vekili) için yazdığı o meşhur şiiri geldi aklıma. 

Uykum kaçtı!.. 

Uzun süre dönüp dursam, sıkıca gözlerimi yumsam da nafile... Artık uykum kaçmıştı, uyuyamazdım...

Döne döne sorgulayıp durduğum ise, o şiirin başlığı olan: “Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim” dizesiydi. Buydu beni uykusuz bırakıp, bunca düşündüren.  

Kuşkusuz ki; “çok sevilme babanın hakkı olabilir, ancak en çok sevilme olsa olsa annenin hakkıdır…” düşüncesiyle sevip, saygı duyduğum ozan “Can Baba’ya” karşı çıkıyor...Bunun için de nitelik farklılıkları olan: sevdim/çok sevdim/en çok sevdim (daha çok sevdim) sıralamaları yapıyordum. 

Sonra da kendimce:'Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim' sözünün gerçeğe uymayan, abartılı bir yargı olduğuna bir karar verdim. Ve bunun için de, kendi geçmişimi eşeleyip, yaşanmışlıklarımla baş başa kaldım.

Herkes gibi ben de kendi derinlerime daha çok yatarken/yatakta iken girip çıkarım. O anlarda peşi sıra açılır pencereler perdeler bana... Hele de aylardan Nisan’sa!… 

NİÇİN NİSAN AYI?

Eğer aylardan Nisan’sa!.. Ki, şu an öyle… 

Bu ayın her gününü; kutsal sayıp, anneme adarım ve “Anneler Günü” ilan ederim kendime. Bundandır ki, bu ay boyunca; rüyada ve gündüz hülyasında annemi görünce, çokça sevinir-coşar, ya da hüzünlenip-üzülürüm.

Annem, Fadime Hanım ile “Ali Çavuş ”un çok güzel oldukları söylenen 4 kızından en büyüğüydü… 

Bizim yörede her kız çocuk yeniyetmeliğinde anne olur, küçük kardeşlerine. Erkek çocuklar da henüz 6-7 yaşında iken ailenin bir emekçisi olmaya başlarlar.  Bu nedenle de çok erken yaşta başlamıştır benim annemin, anneliği…

Zaten, annem de sık sık: “12-13 yaşlarında” evlendiğini ve “daha çocuk yaşta iken, kendi çocuğunu kucağına aldığını..” söylerdi.

Benin çocukluk yıllarımda, bizim orada kışlar daha uzun sürerdi. Baharın gelişi ve evlerimizin biraz daha ısınması bademlerin çiçek açmasıyla başlardı.

Eğer size önce evimizin fiziki yapısını anlatırsam, sanırım daha iyi anlarsınız benim meramımı:

Köyümüzün evleri, iki katlı olarak kesme taştan yapılır ve benzeşirler.  Bizim evimizin balkonu ve pencereleri Peri Suyu vadisine bakar. Aynı koridorun bağladığı iç içe odaları da görenlere tren kompartımanlarını çağrıştırırdı:


                             (Hasan Yalçın’ın objektifinden)
  • Evimizin girişinde, yaklaşık 20 metrekarelik korkuluksuz bir balkonu vardı. Bu balkonun alt katında da 6-7 keçi, 1-2 koyun, birkaç tavuk ile horoz ve sağ pencere tarafında odun istifleri üzerinde de saman-mayıs karışımından yapılmış olan 5-6 karakovan içinde bize bal yapacak olan arılar barınırdı. 
  • Girişin sağ tarafında, gündüz misafirler, geceleri erkek kardeş ile (varsa) misafirlerin yattığı bir oda… Devamında anne-baba-çocuk ve kız kardeşlerin olduğu büyük bir oda (evin kumanda merkezi) ...  İki odanın alt katı bitişik büyükçe bir ahır alanı, sol duvarın önünde boydan boya ve tavana kadar meşe odunu istifleri, 2 öküz, 2-3 inek, birkaç dana, bir eşek, bir de atımız olurdu…
  • Üçüncü odada banyo, istiflenmiş yün yataklar, tahıl ambarları vardı. Abim evlenince bu odayı onlara verdiler… Buranın altı da samanlık ve analarından uzak yavruların tutulduğu yerdi…

Görüldüğü gibi bizim, bize yeter sayıda oda, erzak ve hayvanımız vardı.

Mart bitmeye, Nisan gelmeye başlayınca ahırlardan, yeni yeni canlılar katılırdı aramıza: tay, sıpa, oğlaklar, kuzular, buzağılar ve civcivler... Bunlar, evimize, sokağımıza; renk, ses, neşe, dert katarak hem şenlik hem de hüzün kaynağı olurdu.

Annemiz; beşikteki bebeği büyük kardeşe bırakır, onların da annesi olur, onlara da koşar, dururdu. Bu iş için bizden gücü, becerisi yetenleri de görevlendirirdi. Ve eğer bu görevlendirme için bir itiraz olmuşsa; “Onlar da sizin gibi birer can! ...” diyerek karşı çıkar, hiç kabul etmezdi.

Gurbetçi babamızı çok az görürdük. Köye her gelişinde; bizim için yiyecek, giysi alıp, para bıraksa da her gidişinden bir süre sonra “bir” artardı kardeş sayımız. 

Onun için diyorum: 

Annemizdi; evimizin çarkını çeviren, bize yeten, bize hayat veren, büyüten koruyan, kollayan, okutan… O bizim her şeyimizdi, o bizim hem annemiz hem de babamızdı... Işıklar içinde uyusun.

Not: Coronavirüs insanlara pek çok ilk yaşatıyor, bu haftanın incisi de: "Eczaneler maske satmasın!.." Peki, çalmışlar mı, fahiş fiyatla mı satıyorlar ki bu yasak kondu? Neden?!.. 'Maske' takmaya devam ediyorlar...



Diğer yazılarım: tıklayınız



3 Nisan 2020 Cuma

MUTLULUK

Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe
                                 
/Ahmet Arif
                                                                                                   

Açlıktokluk, sağlıkhastalık, sevinçüzüntü, uykuuykusuzluk, sevginefret,  dostdüşman,  başarıbaşarısızlık, savaşbarış … diye devam eden bu zıtlık ve birliktelikler yaşamölüm zaman diliminde sürer gider...

Antik çağdan beri filozof ve bilimciler; (Yaşam=mutluluk+mutsuzluk), (Yaşam-mutluluk=mutsuzluk), (Yaşam-mutsuzluk=mutluluk) diye matematik diliyle tanımlamış ve tartışmışlar yaşamı. 

Bu her üç eşitlik dizgesinde de “yaşam” öznedir. Her yaşam, formülde yer alan iki zıt ögenin durumuna göre; renk/içerik/nitelik değiştirir. Yaşamın bu formülü belki size çok basit görünebilir, fakat derinlere indikçe; pek çok açılıp kapanan parantezle karşılaşır, çokça bilinmezle tanışırsınız, bu durum da sizi yorar ve düşündürür.

Sonunda da, belki “çözümsüzdür” diyerek, yılar ve kendi bu gerçeğinizi yadsıyıp kaçmak istersiniz. En iyisi mi biz; bu girift bilinmezlikler için kalıcı çözümleri, insan, toplum ve matematik bilimcilere bırakalım…

Ama boş da durmayalım, nasılsa coronavirüsün bize sağladığı bolca zaman var. O halde yaşam pratiklerimizi; düşünüp, konuşup, paylaşıp, tartışalım.

Ve eğer anlaştıksa, penceremizi azıcık aralayıp, birazcık eşeleyelim. Bu bakış ve eşeleme sonunda, insanların 4 farklı yönelim gösterdiğini ve numaraları her okunuşta da (sanki)"o, benim"-"buradayım" seslerini duyarsınız: 

1.    “Yaşam = mutluluk + mutsuzluk ”dur olgusuna inanlar: Bunlar, yaşamdaki mutluluk ve mutsuzluğun neden-sonuç ilişkisiyle birbirini tamamlayıp hep var olacağını... El birliği ile yapılacak mücadelenin de, mutsuzluğu azaltıp, mutluluk çoğaltacağını… Yaşamı var eden doğal ve sosyal çevreleri korumak ve haklara saygı duymak gerektiğini…   Barış içinde yaşamak için sorunlarla ve sorun yaratanlarla savaşmak gerektiğini bilir ve bu amaçlarla uğraş verirler. Bunlar; kendi gerçeklerine ayna tutabilen, yaşamın diyalektiğine inanan kişilerdir.    
2.    Sürekli mutlu olmayı ve hiç mutsuz olmamayı kendine dert edinmişler: Bunlar; yaşamın gerçeklerinden uzak, hayal dünyasında yaşayanlardır. Bunlar; başkalarını önemsemeyen, "hep bana" diye düşünen, egolarına tutsak narsist ruhlu kişilerdir.    
3.  Hayata tutunmak, mutlu olmak için kendini güçsüz, yetersiz görenler: Bunlar; ham hayallere sığınıp el açar, diz çöker; n’olur nidalarıyla dua eder, yalvarır, söz verir, adak adar, düşleri gerçek olsun diye, içten, masumane gözyaşı döker… İstek ve özlemlerine kendi öz çabalarıyla değil de başka kapılardan gelecek mucize yardımlarla ulaşmak… Kendilerini; dilenci değil, kader mağduru, “dileyenler” olarak gören kişilerdir. Bunlar; kurnaz ve uyanık geçinseler de aslında özgüvensiz ve çaresizdirler.
4.  Ha! … Bir de mutlu olmayı kendisine çok görenler var ki: Bunlar; yaşam boyu kendini mutsuz kılmak isteyen… Mutlu olmak için yol, yöntem, çare arayıp bulmak yerine, kendi mutsuzlukları için hep başkasını suçlayan, onlara öfke duyan ve sürekli mutsuz kalmayı seçen kişilerdir. Bunlar; sorunlarıyla baş edemeyip sürekli kendileriyle uğraşan, psikolojik sorunları olan kişilerdir.

***

Diyalektik kural gereği her insan yaşamında; mutluluk ve mutsuzlukları bir arada, iç içe yaşar. Biri diğerinin karşıtı olsa da aynı zamanda onun varlık nedenidir. İşte bu karşıtlıklardır hem kendilerini hem de yaşamı var eden ve anlamlı kılan…

Önemli olan, insanın kendisi gibi başkalarını da “insan” görmesi... 

“Başkalarını” önemsemek, onların yaşadığı acıları fark etmek bizim "insani" duygularımızdır. 

Peki, kendine ayna tutmayan, ayrımcı olan, sahte pozlar takınıp, hamasi nutuklarla algı yaratanlar acaba hangi duygulara sahiptirler?!..              (Evet, sahte dedim!.. Çünkü sahtedir; kendine ayna tutup, kendisiyle yüzleşmeyen. Sahtedir ‘kendisi’ olmayan! )

Bir de toplumsal hak ve özgürlükler konusu var ki, kişileri mutlu veya mutsuz kılan asıl kaynak budur. Bunun düzenleyicileri ise devletlerdir.

Devletin amacı; insanları güven içinde yaşatmak, ya da daha mutlu kılmak insanı... M.Ö 3. yüzyıla dayanır ilk devletlerin kökleri… 

O günden günümüze, tüm devletler halktan alırlar güçlerini. Ancak bu güç; hep kin-nefret üretmiş, hep savaşlar çıkarmış, hep mutlu bir azınlıktan yana, hep güçlülerin emrinde ve acımasız olmuş… 

Ve ne yazık ve ne acıdır ki, henüz insancıklara “insanca” davranan bir devlet olmamış…

Güncel bir konu ve birkaç soru: 

İşte size çok çok güncel bir örnek: O meşhur coronavirüs sayesinde, daha önce; "komşu, mahalle, kent, ülke içindeki olağan yardımlaşmaların, şimdi sınırları aşıp dünyaya yayıldığını, kucaklaştırıp düşmanlıkları ötelediğini ve büyük bir dayanışma sağladığını..." düşünüyorduk ki:  

Meğer bizim devlet (aşağı yukarı şöyle) bir karar almış; "Siz artık kendi seçtiğiniz belediyeler aracılığı ile değil, sadece benim dediğim yere, istediğim hesaplara bağışta(!) bulunacaksınız! ..." Demek ki devlet, kesemizi kullanmamız konusunda bile bizi ehil görmüyor! Artık bu işi de "O" yapacakmış!...

Vay be!.. Bu bir ferman, bu bir emir!.. Sizce mutsuz etmez mi insanı?

Bu emir bana, mutsuz olduğum bir anı, anımsattı: 2011 Van Depremi olduğunda depremde zarar görenlere verilsin diye kendimce bir koli hazırlamış, Van Belediyesine gönderecektim. PTT kargo görevlisi: “Hayır!.. Yasak1... Belediyeye değil Valiliğe göndereceksin!..” (Nedeni açık:Van Belediye Başkanı HDP’li, onu etkisiz kılmak, cezalandırmak istiyorlar.) Bu sözleri duyunca çok şaşırdım ve ben de o zavallı görevliye kızarak: “Sen mi karar vereceksin, benim kime yardım edeceğime?” demiştim...

Ve bir vatandaş olarak, birkaç soruyla noktalayacağım bu uzunca yazıyı:
  • “Kamu İhale Kanunu” niçin 187 ayda 186 kez değiştirildi?
  • "Deprem Yardımı" diye toplanan paralar nerelere harcandı?
  • Kızılay, vergi muafiyeti sağlamak için kime ve niçin aracı oldu?
  • İşsizlik fonu paraları nerelerde kullanıldı?
  • Dünyadaki kriz ve iflaslar bizim de kapımızı çalmaya başlamışken, neden bizde köprü, geçit yapanlara dolarlar akmaya devem ediyor?   
Mutluluk dedik de bakın nerelere geldik!...

Yaşamın diyalektiğidir bize bunu yaptıran.


Diğer yazılarım: tıklayınız

27 Mart 2020 Cuma

GÜNDÜZ ve GECE

Sevilmek mutluluk değildir.
Her insan kendi kendini sever;
ama mutluluk bir başkasını sevmektir.
                                                                      / Herman Hesse                                             

Gündüz ve gece; uzaydaki yerinde çakılı duran Güneş’ten, döne döne kaçan Dünyanın, görünen ve saklı kalan noktalarında yaşanır.

Dünya küresinin uzaydaki duruşu, kendisi ve Güneş etrafında batıdan-doğuya devinimi (dönüşü) sonucu oluşan saat, gün, gece ve gündüz… 

Dünya üzerinde bir yerin; ekvator, dağa, ovaya, nehre, göle, denize uzaklığı, yakınlığı, güneş ışığının geliş açısı vb. etmenlere bağlı olarak oluşan iklimsel farklılıklar... İşte bizler böylece yaşarız; gündüzün aydınlığını, gecenin karanlığını, sıcaklığı, soğukluğu, nemi, yağmuru, kar ve doluyu... 

Gündüz ve gece, değişmez gerçeklerdir. Bu gerçekler, pek çok işlevi ve sonuçlarıyla yaşamımızın; fiziksel-biyolojik-sosyal alanlarını etkilerler. Yazımız, bu etkilerden fen-bilim kaynaklı olanlarını es geçerek, daha çok sosyal yaşama etki edenler üzerinde yoğunlaşacak.  

Tan ağarmasıyla başlayan günün alacalı aydınlığı, sonraki saatlerde yavaş yavaş artarken, uzun gölgeler de kısalmaya başlar. Saat tam gün ortasını gösterdiğinde; ışık en parlak halini alır, gölgeler de en kısa durumlarına gelirler.

Gün yarısından hemen sonra, bu döngü tersine döner, ışık giderek azalmaya, gölgeler de uzamaya başlar… Bu durum, dünyanın oluşumundan günümüze kadar hep vardı ve var oldukça devam edecek olan bir döngüdür.

Gün, güneşin gün batımındaki çaresiz kayboluşla yavaş yavaş alaca karanlığa, o karanlık ise, yol alarak zifiri karanlığa dönüşür gece yarısı olduğunda. Sonra da o gizlerle dolu zifiri karanlık; ömrünün yarısını düne, yarısını da yeni güne vererek paylaşır.

Dünün hemen peşi sıra o bilindik nakaratla yeniden başlar yeni bir günün kurgusu, döngüsü ve doğum sancısı…

Gündüz aydınlığın görevi; her yana ışık salmak ve görünür kılmaktır her şeyi. Görmek istemeyene "ışığım sana yetmedi mi" diye sormaz, kızmaz, karışmaz hiç kimseye. Görmek isteyen, görür-düşünür, görmek istemeyen ise, görmez-düşünmez. 

Zaten, “herkes bakar ama kaç kişi görür ki!..”.

Gece karanlığının görevi; her yana karanlık salmak, görünmez kılmaktır her şeyi… Karanlık kendince, görmek isteyeni ve görmek istemeyeni eşitlediğini sanır. Ama yanılır! Çünkü, gündüz görenler; hem görür hem de düşünürlerdi!.. Onların bu istekli oluş ve düşünerek karar verme yetileri, karanlıkta da görünür kılar gerçekleri. Görmek istemeyen ise, zaten düşünmeye gerek duymadığı için karanlıkta da anlamak istemez olup bitenleri...

***

Doğada devam edip gelen ve sürüp gidecek olan o bilindik döngüye dönelim yeniden:

Gündüz aydınlığının ve gece karanlığının her bakışa göre değişebilen yarar ve zararları vardır: Kimi görmek ister, kimisi istemez. Kimi aydınlığı sever kimi de karanlığı…

Gecenin alacalı karanlığı başlamış olsa bile, henüz dingin sessizlik korkulu karanlığa dönmemiştir. Henüz haz veren güzellikleri, zifiri karanlık yutup, yok etmemiştir daha… 

Hele bir de bulunduğunuz yer, bir ırmak, nehir, göl, deniz yakındaysa!...(Hani  su hayattır derler ya!..) İşte o zaman suyun şırıltısını, dalgaların şapırtısını, hatta yakamozun büyüsüne kapılmış balıkların ve yıldızların göz kırparak dansını bile görebilir, izleyebilirsiniz… 

Hele de Ay’ın dolunay zamanıysa... Hele de o Ay, yaramaz çocuklar gibi bulutlara dala çıka, köşe kapmaca ve saklambaç oynuyorsa… İşte o zaman günün yorgunluğunu, hayatın yüklerini biraz olsun unutur, sevinir, mutlu olursunuz. Ve günün yorgunluğunu deliksiz bir uyku ile sonlandırıp dinlenirsiniz. 

Tabii ki, bu güzellikler her coğrafyada aynı şekilde ve her zaman olmaz.

Bir de kötülükleri vardır zifiri karanlığın. O, suçları örten, suçluları koruyan, tüm renk ve boyutları görünmez kılandır. Tüm kötülük pınarları karanlıktan doğar, ondan beslenir.

Çıkarcılar, zifiri karanlığı çok sever ve hep o fırsatı beklerler. Oysa “insani” bakışla bakıp, düşünenler; gecenin o insafsız, vicdansız girdabı içinde karanlık/saklı kalmış anı, acı ve çaresizliklerinin depreşmesiyle sarsılır, üzülürler.

Bunun için eğer karanlık kötülüktür dersek, çok da yanlış bir tanım yapmamış oluruz. Karanlığa karşı çıkmak, itiraz edebilmek bir erdemdir, budur insanı “insan” kılan ve insan kalmamızı sağlayan…

Zulüm, sömürü ve savaşın olduğu yerlerde zalimler, zifiri karanlığa sığınır, aydınlıkla savaşırlar. Karanlık gerçekleri gören, düşünen, karşı duran ve yok olmasını isteyen herkesi de “tarafsız değil” diye suçlar, karanlık zindanlara atarlar.

Tabii ki tarafsız olamaz, insani düşünen hiç kimse. Çünkü sömürü, savaş, ölüm ve zulmün olduğu yerde hiç kimse tarafsız olamaz, olmamalı!.. Erdem sahibi her kişi, ezilenden yana olup, zalime karşı olmak zorundadır.

İşte bu duygulardır, insanı yağmur öncesi bir sıkıntı gibi yoran, feryat ettiren. Bu sıkıntıların kaynakları olan virüsler yok edilmeli, bunlar çoğaldıkça-durdukça demlenir; öfkeye, kine, salgına dönüşür.

Yıllarca sorunları; hukuk ve adaletle çözmek yerine, “kol kırılır yen içinde kalır” gibi ırkçı, koruyucu bir anlayışla çözmeye çalıştılar. Ayıpları, günahları, cinayetleri ve bilindik olan katilleri bile görünmesinler diye halının altına süpürerek gizlemeye çalıştılar. Hep belleklerdeki ağır yüklerin, zalimlik ve zalimlerin zamanla unutulacağını düşündüler. Zulmün öfkeye, öfkenin kine dönüşeceği gerçeğini öngöremediler ve yine yanıldılar. 

Çok yanıldılar…

İşte dili yok diyerek dilsizlikle suçladıkları, haklarını, özgürlüklerini yok ettikleri, katillerini görünmez kılıp, ölülerini bile sakladıkları insanlar şimdi: Hesap soruyorlar. Karanlıklara ışık tutup aydınlatmak, gerçekleri görmek, göstermek istiyorlar.

Ve işte yine yanıltmadılar bizi: Dünya pek çok bilinmezi olan coronavirüs ile yaşamsal bir savaş verirken... Daha dün, böylesi günleri fırsata çevirmek isteyen o karanlık sevicileri;, Kanal İstanbul ucubesi için ilk adımlarını attılar…    

Diğer yazılarım: tıklayınız

20 Mart 2020 Cuma

“KEŞKE…”


Toplumu oluşturan her birey; kişiliği, işi, eşi, ailesi, okulu, arkadaşları, ülkesi ve yakın-uzak çevresinden kaynaklanan sorun-çelişki-mutluluk birlikteliği içinde yaşar.

Eğer birey, hedefine ulaşıp başarırsa mutlu, başarısız olup hedefine ulaşmazsa da mutsuzdur. Yaşam, bu zıtlık ve birliktelik içinde sürüp gider.  

Toplumlar, paylaşarak, ortaklaşa bir işbirliği içinde birlikte yaşamayı hedeflerler.
Bu birlikteliğin bir amacı; huzuru sağlayıp giderek, mutluları çoğalan, mutsuzları azalan bir düzen oluşturmaktır.

Diğer bir amaç ise; dünden bugüne insanlara ve diğer canlılara çokça acı ve ölüm yaşatmış ve daha da yaşatacak olan insan kaynaklı ve doğa kaynaklı olaylardan korumaktır.

İnsan ve yönetimler:

Sömürü ve paylaşım savaşlarını ortadan kaldırmak, barış içinde yaşamak öncelikli görevimizdir. Çünkü bu savaşlar; hem doğal çevreyi yok eder, hem de insanlara ölüm ve acıyla biten büyük zararlar verirler.

Yaşamayı hak etmek için zorluklarla mücadele etmek, barışı getirmek gerek. Bu da ancak her kişi, grup ve önderin birlikte harcayacağı yoğun emekle mümkündür.

Toplumların, çevresel sorunları yok edecek, huzur ve güveni sağlayacak görevlilere ihtiyacı vardır. Bunların kimi seçimlerle, kimileri de seçimle gelenlerin seçimiyle belirlenir. Bu kişileri; başkan, bakan, mülki amir ve diğer hizmet alanlarındaki çalışan yargıç, doktor, öğretmen, asker, polis… gibi uzunca bir liste ile sıralayabiliriz.   

Hani bu görevlendirme ve organizasyonun; toplumsal ve çevresel sorunları yok edip huzur ve güveni sağlamak için kurulduğunu söylemiştim ya bu günümüzde ham bir hayal. Günümüz dünyasında bu organizasyonlar sadece sömürü ve paylaşım savaşlarının birer neferi olarak çalıştırılıyor.  Tek bir amaçları var: mutlu bir azınlık yaratmak.        

Ne zaman ki, toplumsal ve doğasal bir felaketle karşılaşılır işte o zaman mutlu bir azınlık yaratmak peşinde uğraş verenlere dönüp; "ne yaptınız?" dercesine bakılır.

Yani olayın sonuçları sıcağı sıcağına ortaya çıkınca…

Yani zorluklar; yaşanamaz, katlanılamaz sonuçlar doğurunca…

Yani acılar yaşandıktan, iş olup bittikten sonra...

İşte o zamanlarda cılız da olsa sesler ve itirazlar yükselir.

Sonunda kaçacak bir kuytu köşe (dalda) bulamayan etkili/yetkili özneler ve işbirlikçileri (ürkek-korkak poz vererek); ekranda, meydanda, salonda halkın karşısına çıkar hamasi nutuklar çeker… Üzüntü ve pişmanlıklarını; keşke/keşki/bari/ne olurdu sözcükleri ile bezenmiş cümlelerle dillendirirler.

Dinleyenlerin çoğu bu tür samimiyetsiz tür söylemleri: yarım ağızla yapılan konuşma veya ilmi siyaset(!) olarak değerlendirir.

Haksız da değiller...

Çünkü özeleştiri yapan, özür dileyen kişi kısaca; “Ben, görevimi gereğince yapmadığım için başarısız oldum. İnsanlar zarar gördü, istenmeyen durum ve üzüntüler yaşandı… Başarısız olduğum için artık bu görevi yapmam. Bu görevi yapabilecek olan birilerini arayınız ...”  demek istiyor demektir.

Tabii ki, özeleştirisini yapıp özür dileyen, eğer halka saygı duyan, samimi bir kişi ise; mutlaka ve hemen görevinden ayrılmalıdır.

İşte o zaman özeleştirisi ve özür dilemesi anlam kazanır, o zaman hoşgörüyü hak eden, saygıdeğer ve erdemli bir davranış göstermiş olur.  

Fakat ne yazık ki o yetkili kişiler sonrası günlerde, bu erdemliliği göstermezler. Sanki hiçbir şey olmamış gibi: “Bizler halkımızın emrindeyiz ve görevimizin başındayız.” Deyip yapışık oldukları koltuklarında mutlu azınlık için çalışmaya devam ederler.

Doğa kaynaklı olaylar:

Doğanın nitelik ve devinimleri sonucunda oluşan, keşke deyip ağıtlar yakmakla çare bulunamayan olaylar, bilinmez gün ve saatlerde bazı bölge ve ülkelerde olurlar. Biz onları: deprem, kasırga, volkan, sel, çığ, erozyon, yangın… olarak sayardık (nedense salgınları unutmuşuz!..).

Bugünlerde  Coronavirus” isimli küresel bir dert çıkıverdi bölgeleri, denizleri, ülkeleri aşarak tüm sıralamaları altüst edip en ön sıraya yerleşti.

Bu küresel olaylar; soy, sop, zengin, fakir, sınır tanımaz, büyük acı, kitlesel ölüm, kıtlık yaşatarak sosyal yaşamı olumsuz etkiler, ekonomilere diz çöktürür. Dünyanın bugünkü bilimsel ve teknik güçleri, henüz bu olayları engellemeye ve durdurmaya yetmemektedir. Bunun için de bu felaketlerin sebep olduğu zarar ve kayıpları en aza indirecek uluslararası dayanışma ve işbirliğine ihtiyaç vardır.

Her ülkenin merkezi ve kent yönetimleri, bu amaçla uluslararası işbirliği ve bilimsel araştırmalarında birer paydaşı olarak yer almalı, katkı verip önlemler almalıdır.

Kısa Kısa..

Bilime olan inancım, dünya gündeminde ön sıraya yerleşen “Coronavirus” salgının dünyaya dersler ve zarar vererek yenileceği yönündedir.   

O zaman biz de yeniden ağırlıklı olarak ülkemiz sorunlarına döneceğiz.

Biliyorsunuz pek çok yer gibi İstanbul da deprem bölgesi, her an büyük bir deprem olabilir. İstanbul’da en çürük alan da Avcılar bölgesi… “Kanal İstanbul” denen ucube, İstanbul’un su kaynağı Terkos’u ve bitek tarım arazilerini bol köprülü bol betonlu rantiyelerle  bezedikten sonra Avcılar’da denizle buluşacakmış!…

Peki, böyle bir felakete hazır mıyız?   


Diğer yazılarım: tıklayınız



13 Mart 2020 Cuma

İZ BIRAKMAK

                                                                                                                               Her niyeti iade eder tabiat:
Senin baktığın da sana bakar.
                                   /Murathan Mungan                                             
Her insan, yaşam boyu işinde-uğraşında; söz, ses, yazı, çizi, buluş, iyilik, kötülük... vb. eylem, söylem ve davranışlarda bulunur. İşte bu kısa-uzun süreçte her kimlik kendine özgü, her biri birer imza olan iz'ler bırakır ve bu izlerle tanınır, anılır olurlar.

Yaşam karşıtlıklar ve karşılıklar üzerine kurulmuştur. Karşıtlıklar, olup biten olayları, karşılıklar ise karşı tarafta bırakılan iz'leri sağlar, gösterir.

Yaşam, bir insanın zaman içinde doğal ve sosyal çevresiyle karşılıklı olarak etkileşimdir. Bu etkileşim sürecinde insanlar, doğaya ve sosyal çevreye imza atmış gibi iz'ler bırakır, o çevrelerden de iz'ler alırlar.

Herkes bulunduğu çevrede deneyimleyerek öğrenir, olgunlaşır, derinleşir, boyut kazanır ve kendine özgü davranışlarıyla "kendisi" olur. Sonra da kimliğini oluşturan bu izleri daha görünür/yaşanır kılmak için paylaşmak ister.  

Çünkü paylaşmaktır bizleri farklı kılan ve var eden. 

Her tanış olduğunuz kişi sizde, siz de onda bir iz bırakırsınız. Kimi iz'ler silinir gider daha gün son bulmadan. Kimi iz'ler de arkadaşlık, dostluk, yoldaşlık bağlarıyla düğümlenir ve bu bağ kalıcıdır, iki taraf çekip gitmeden terk etmez onları.

İnsanlık tarihi boyunca süregelen iz'leri üçe ayırabiliriz:

Birincisi; hemen o anlık olup-biten iz'lerdir.
Bu iz'lerin sahipleri sıradandır, hemen hiç dile gelmez, kök salmaz, solar, silinir, unutulur giderler.

İkincisi, çıkar için insanlığa savaş açan iz'lerdir. Bunlar; sömürür, yıkar, öldürür, büyük acılar yaşatır, böylece unutulmaz kılarlar kendilerini…
Bu iz'ler günah kokar, acı verir, üzer, inletir, içini oyar insanın, çağlar geçer unutulmaz.
Bu iz'lerle birlikte bu iz'lerin failleri de toplumsal belleğe kara bir leke olarak kazınır/yazılır hep lanetle anılırlar. Gerçekleri öğrenen fail yakınları da onları ve olanları utançla anar, bağlarından dolayı utanç duyarlar.

Üçüncüsü, demokrasi ve güven içinde, özgür, sağlıklı, mutlu bireylerin olduğu bir yaşam için… Kısacası, “insanlık” için verilen mücadele, yapılan iş, kazanım ve buluşlarla unutulmaz olan iz'leridir.
Bu iz'ler, insanlığın onur sayfalarında yer alır, yaşam, barış ve sevinç kokarlar, insanlara mutluluk ve coşku verir, çığlıklar attırırlar. 
Bu iz'ler de o iz'i bırakanlar da çağlar boyu sevgi ve saygıyla anılırlar. 

***

Her öznenin birer özelidir iz'ler. 

İz'lerin bazı farklılıklarını belirtsem de genelde iç içe karışık yazdım onları. Muradım; herkesin yaşamdaki izlerini, arayıp bulması, ayna tutup bakmasıdır kendine...

İz'lerin oluşumunda etkili olan üç ana öge vardır: zaman, coğrafya ve insanlar. Demek ki zaman, coğrafya ve oradaki halkın ortaklaşa (kolektif) bir ürünüdür iz'ler. 

Fakat!... Ne yazık ki, 'resmi tarih' bu ortaklaşa birlikteliği hep unutur:

  • Bu iz'leri, hep bir kişiye/güçlüye/kahramana özgü kılar. 
  • (Ve bir hatırlatma daha): İz sahibi olan; kişi/güçlü/kahraman da çoğunlukla erkektir!.. 

Her toplumun en büyük korkusudur iz'siz olmak.

Budur geri kalmanın, yoksul olmanın asıl nedeni. 

İz'sizlik, hiçlik duygusu verir ve o toplumu özgüvensiz kılıp, yalnızlaştırır. 

Dünyada böylesi iz'siz toplumların çoğalmaması için; insan olmayı en üst kimlik sayan, insanı merkez alan anlayışların çoğalıp, buluşması ve iyiliklerin paylaşılması gerekir.

Çevre ve tüm insanlık için barış, demokrasi, özgürlük, mutlu bir yaşam sağlayabilen iz'ler önemli ve anlamlıdır. Sadece bir bölgeye bir kesime çıkar sağlayan uygulama ve iz'ler ise, diğer taraf için savaşlara, felaketlere, acılara kapı açar.


“Corona Virüs Olayı”

Dünyaya korku ve yılgınlık salıp, panik yaratan Corona Virüs Olayı”... 

İşte insanlık adına ortak çözüm gerektiren bir konu:

Bu olay; soy, sop, sınır tanımayan, seri ölümlere neden olan, ekonomilere diz çöktüren tüm dünyayı ve insanlığı karşısına alan ortak bir dert. 

Yazı konumuza bir örnek olarak kabul edecek olursak, bu soruna çözüm olacak her çaba, her adım: insanlık için çok saygın bir iz bırakmış olacaktır tarihe…

Ve bu soruna çare olacak buluşlar, çağlar boyu anılarak, alkışlar alacaktır.

O halde İZ'lerin yerli ve milli olması değil, insani olması önemlidir.


Diğer yazılarım:tıklayınız