12 Şubat 2016 Cuma

Güzel Beykoz ve enkazları…




İstanbul Boğazının incisi olan Beykoz, tarihi, kültürü ve coğrafyası ile çok zengin kaynaklara sahip şirin bir ilçemizdir. Beykoz'un benden öncesini burada doğup büyümüş, yaşamışlarından pek çok kez dinledim. Buraya tutku ile bağlanmamın pek çok nedeni var, nedenlerden birisi de eşim ve çocuklarımın da burada doğmuş olması.

1979'dan 1989'a kadar ailece 10 yıl aralıksız olarak oturduk Beykoz'da. Bu yaşanmışlık bizim buranın; insanlarına, denizine, martılarına özetle tüm doğasına tutku ile bağlanmamıza neden olmuştur. Bundandır ki, taşınıp ayrıldıktan sonra da her yaz tatilinde buraya gelip en az birer ay kalıyoruz. Ve bu gelip gitmeler  gelecek yıllarda da yinelenecek gibi.

Yaşamakta olduğunuz çevrenin bilimsel ve teknolojik gelişmeler doğrultusunda; doğal çevre ve tarihi dokusunun korunması, altyapı yatırımlarıyla donatılması, ulaşım hizmetlerinin çeşitlendirilerek arttırılması, çocukların yakın çevredeki okullara rahatça gidip gelmesi, sağlık ve kültürel hizmetlerin yaygınlaştırılması, çalışanların yakın çevredeki işyerlerinde çalışması. Özetle daha da yaşanır hale getirilmesi herkesin ortak bir insani isteği ve beklentisidir.

Oysa Beykoz ve Beykozlular yıllardan beri pek çok çevresel ve sosyal acılar yaşadı ve halen de yaşamaya devam ediyor.

Gördüğüm ve yaşadıklarımı düşünüp, bir soru ile bellekteki geçmişin tanıklığına başvurdum, kendimce bir ayna tuttum Beykoz'a.

***
Beykoz bir zamanlar nasıldı?
  
İşte sorunun cevapları:

Daha, Kavacık bir tepe üstündeki küçücük bir yer,  Çavuşbaşı oldukça mahrum, "köy gibi" pek çok köyü bulunan bir yerdi Beykoz.

Daha, (kısmen işgal edilse de) ormanları, çayırları, meraları bulunan,bugünkü kadar peşkeş çekilmemiş bir yerdi Beykoz.

Daha, Yalıköy önündeki Dalyanda orkinosların zıpkınlarla vahşice avlandığı, çeşit çeşit balıkların yüzdüğü, şamandıralara bağlanan veya kürek çekilen sandallarda at-çek balık tutulan bir yerdi Beykoz.

Daha, Sümerbank Deri-Kundura, Paşabahçe Şişecam ve Tekel İçki fabrikalarının bacalarından (havayı kirletse bile) dumanların tüttüğü bir yerdi Beykoz.

Daha, Paşabahçe Şişecam Fabrikasının verdiği fason işler için kurulan, binlerce dekor atölyesinde, dönen çark, elmas bıçak ve zımpara taşların çıkardığı seslerin tüm mahalleleri sardığı bir yerdi Beykoz.

Daha, her sabah İstanbul'a gidecek memur ve işçileri Beykoz ve Paşabahçe iskelesinden alıp Beşiktaş ve Eminönü'ne götüren vapurların (ki bu vapurlarda, hemen-hemen herkesin oturduğu yerler belliydi) kalktığı bir yerdi Beykoz.

Daha, Yalıköy-Beykoz arasındaki tarihi "Karakol" binası ve "gücü yetmeyenlerin" tarihi yalıları yıkılmamış bir yerdi Beykoz.

Daha, "On Çeşmeler "in gürül gürül aktığı bir yerdi Beykoz.

Daha, Sümerbank Deri-Kundura fabrikası henüz dizi çekim merkezi olmamış bir yerdi Beykoz.  ,

Daha, Paşabahçe Şişecam, Tekel İçki fabrikası ve Beykoz spor kulüp binaları savaştan yeni çıkmış harabelere dönüşmemiş bir yerdi Beykoz. 
  
Ve daha, Beykozlu on binlerce işçisi/emekçisinin bazı mutsuzlukları, sıkıntıları olsa da, uzaklara gitmeden ilçesi içinde iş bulup, birlikte yaşadığı bir yerdi Beykoz.

İşte bunlar benim tespitlerim, siz "Daha,." ları daha da  çoğaltabilirsiniz.

***

Sonra ne mi oldu... Peki şimdi nasıl Beykoz?

Tüm bakir alanlar, köyler talan edildi, meralar, ormanlar peşkeş çekildi.
Deniz küstü orkinos ve balık vermez oldu.

İş ve ekmek kapısı olan devlet fabrikalar kapandı, mülkleri haraç mezat satıldı.
Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası ve mahallelere dağılmış binlerce dekor atölyesi kapandı.

Paşabahçe Şişe Cam Fabrikası harabeleri, tıpkı savaş sonrası yasaklı bölgedeki gibi, hayalet şehirlerdeki görüntüleri çağrıştırıyor. Yıllardır( bu korkunç haliyle bile) çok değerli arazisi ve muhteşem iskelesi rantçılara göz kırpıyor, düşler kurdurup salyalarını akıttırıyor.

Beykoz sınırları içindeki o güzelim iskelelerine artık uğramaz oldu vapurlar, kapıları kilitli.

"Karakol" binası ve karşı duramayanların tarihi yalıları, istimlak edilerek yıkıldı. Güçlülerin yalıları ise ayakta kaldı. Fakat o güzelim boğaz kıyısı, tıpkı kimi dişleri çürük, kimi dişleri çekilmiş çirkin bir çeneye döndü.

1908 yılında kurulan Beykoz Spor Kulübüne ait bina yıkıldı, kaba inşaatı bitti. Fakat öylece kaldı, tıpkı bir harabe, tıpkı savaş sonrası bir yasaklı bina. Ya da buraya göz koymuş, iştahı kabarmış  birini bekler gibi.   

Beykoz'un önemli simgesi olan  "On Çeşmeler " ile oynandı, oynandı ve en sonunda; çevreye serinlik veren o coşkulu su sesi sustu, susuz kaldı terli insanlar, güvercinler.

Sümerbank Deri-Kundura, Paşabahçe Şişecam ve Tekel İçki fabrikaları ve Paşabahçe Şişecam Fabrikasınca fason işler verdiği binlerce dekor atölyeleri kapanınca işsiz kaldı binlerce emekçi ailesi.

Zaten eskiden beri sorunluydu trafik, yollara sığmıyordu Beykoz. Şimdi ise sadece iki şerit olan yol Paşabahçe'den başlayarak sanki bir otoparka dönüşmüş.
Belki Abraham Paşa Korusu biraz hizmet gördü, düzene girdi. Fakat Beykoz Belediyesi (ne denli yasaldır bilemem) adeta gece kondu mantığı ile her yıl eklentilerle biraz daha biraz daha büyütüldü.

Sorunlarını sorgulayan, onlara çözüm arayan/bulan yok.

Çözümsüz ve sahipsiz kalmış güzel Beykoz.

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/yasam/guzel-beykoz-ve-enkazlari-124359

31 Ocak 2016 Pazar

Bakan yasaklamadan önce ödevini yapsaydı

Milli Eğitim Bakanı Sn. Nabi Avcı’nın branşı iletişim, aktif siyasete girmeden önce, iletişim felsefesi ve iletişim sosyolojisi üzerine dersler veren bir üniversite öğretim üyesi idi.

Yarıyıl tatilinde öğrencilere ödev verilmemesi konusunda il müdürlüklerine bir yazı göndererek yarıyıl tatilinde ödev verilmesini yasakladı.

Bu yazılı emirden bir hafta sonra yazılı ve görsel medyada,  Nabi Avcı’nın yemek için gittiği restoranın oyun alanında ödev yapan çocukları gördüğü ve Ankara il Müdürünü arayarak soruşturma talimatı verdiği haberlerini okuduk/duyduk.

Konuya bu şekli ile bakıldığında, emirlerin haklı olduğu görülür. Oysa işin bir de arka planı var:

Yıllardır bakanı olduğu tüm eğitim kurumlarında ödev, öğrenciden çok, öğrenci velisinin sorunu olmuştur. Bakan’ın konuya, iletişim bilim yöntemleri ile çözüm arama yerine, “yasaklayıcı” emir ve genelgelerle çözüm araması sizce de yadırgayıcı ve popülistçe değil mi? Çünkü eğitimbilim ve de iletişim bilimi: insanın içselleştirmediği hiçbir bilginin kalıcı olamayacağı ortak görüşüne sahiptirler.

Bilgiyi içselleştirmeye yarayan en önemli araçların başında da ödev vardır. O halde yıllardır amaç dışı kullanılan bu önemli aracı yasaklamak yerine, onu, amacına uygun olarak kullanılır hale getirmek olmalıydı bakanımızın emir, genelge ve denetimleri. O zaman sorunun çözümü daha kolay olmaz mıydı?

Şimdi okurlarımın; “ Bu bakanımızın, 4+4+4 sisteminin kurucusu, tüm okullarda imam hatip felsefesinin yaygınlaştırıcısı ve uygulayıcısı olduğunu bilmiyor musun?”  gibi sorularla, bana karşı çıkışlarını duyar gibiyim.

Onlara da hak veriyorum. Fakat belki azıcık da olsa faydası olur diye, iyimser görüş ve beklentilerimi yazmaya devam edeceğim.

Diyorum ki (hem de bakanımızın uzmanı olduğu ‘iletişim’ alanından); eğer ‘İşbirliğine Dayalı Öğrenme Yöntemi’ni kullanırsa, öğrenciler, öğretmenler, veliler ve eğitim yöneticileri, çok önemli psiko-sosyal sorunlara, çözümler bulabilirler. Ve bu yöntemle, sorunlarını bilen, onları işbirliği içinde çözmeye çalışan ve kendine güvenen bireylerin yetişmesini sağlayabilirler.

Aslında ülkemizin böylesi bir nesil ve böylesi bir sosyal iklime çok çok ihtiyacı var.
***

İşte size etkili iletişime engel olup, ödevle çözüm aranabilecek  iki konu:
Oturuş düzeni ve tribün eğitimi:

Eğitimde etkinlik alanları ve dersliklerin daha geniş/büyük olması öğrenci ve eğitimcilerin önemli ve haklı bir isteğidir.

Aslında okullarımızda böyle derslikler çokça olmasa da vardır.

Peki, az da olsa var olan bu derslikleri amacına uygun kullanıyor muyuz?

Bazı örnekleri (özel okullar ve tek tük devlet okulunu) saymazsak,  bu sorunun cevabı kocaman bir ‘hayır’ dır. Çünkü bu kocaman “geniş/büyük” dersliklerde, öğrenciler halen birbirinin ensesini görecek şekilde oturuyorlar!

Tribün oturuşu da diyebileceğimiz bu oturuş şekliyle ancak, önde oturanın ensesini, karşıdaki akıllı/akılsız tahtayı ve hakem gibi dolaşan öğretmeni görebilirsiniz.

Sanki sahada bir maçı, tiyatro veya sinemada bir gösteriyi izlercesine... Oysa bu sınıftaki her birey kendi çapında bir oyuncu…

Peki, neden herkes seyirci?!

Bu durum kime, hangi katkıyı sağlıyor? 

Birbirinin sadece ensesini görenlerle dolu bu sınıfta nasıl otokontrol sağlanır? 

***

Kuşak çatışması:

Eskiler yenilerde yeşertmek ister hayallerini özlemlerini…

Yeniler ise, korumak isterler ‘ben’ini.

Eskiler, “Bizim zamanımızda…” diye süsleyerek söze başlar, sayar olanları ve olmadıkları olmuş gibi.

Ve de yeniler karşı çıkar eskilere, “ben varım, ben bilirim, ben yaparım, ben, bennn!.. diye diye…

Hâsılı, biri sen dili kullanır, biri de ben dilini. Belki zaman zaman (içlerinde, sessizce) hak verseler de karşı tarafa, ortak bir biz dilini bulamaz/uzlaşamazlar yıllar boyunca… Sonra taraflar değişir (eski olur yeniler) yeniden başlar benzer sözcük, benzer örneklerle kuşak çatışması/atışması.

Öğretmenlerde kuşak çatışması için bir yaşanmışlık:

Öğretmenliğe başladığım ilk yıllarda, birkaç ay içinde okuma yazmayı öğreten eğitmenlere(*) ve köyün her derdine deva olan köy enstitüsü çıkışlı öğretmenlere hayrandım.

Ama onlar beni beğenmeyip, eksiklerimi sıraladıkça, ben de kendimce arar bulurdum ‘ben’ özneli sözler ve savunmalar…

Oysa birimizin yaşamışlığı, diğerinin güncelliği, daha da zengin kılmaz mıydı her iki tarafı?!..

(*)Eğitmenler, 1937 ve sonrası yıllarda askerliğini başarı ile bitirmiş, okuma yazma bilen,  okula aldıkları çocukları kesintisiz 3 yıl okutup onları mezun ettikten sonra yeniden öğrenci alan "geçici" öğretmenlerdir.

EK:

(Haydi, oldu olacak bakanımızca yazıldığını varsayarak, bir de mektup ekleyelim)

Sevgili öğrenciler ve öğretmenler;

Yarıyıl tatiliniz süresince yapmanız için sizlere bir ödev veriyorum. Zaman ayırıp yapacağınız bu ödevin, kalan yarıyıl ve gelecek yıllarda sizlere ve ülkemize büyük yararlar sağlayacağını düşünüyorum.

Bu ödevi yapmak için tatilinizden zaman ayırdığınız için teşekkür eder, başarılar dilerim.
………………….

Ödevi hazırlama-sunma-değerlendirme kuralları:
  1. Yukarıda bazı ön açıklamalarla sıralanan iki konudaki, her paragraf ve her soru cümlesi için neyi ve nasıl yapabileceğinizi düşünerek bir taslak hazırlayınız. (İsterseniz konulara, yeni bölüm ve sorular da ekleyebilirsiniz)
  2. Her türlü canlı ve cansız kaynaktan yararlanmak serbesttir.
  3. Konu, bölüm ve soruyu anlatmak için; -resim/karikatür/öykü/şiir/makale- alanlarından birini kullanabilirsiniz.
  4. En önemli kuralımız, hazırladığınız ödevin; çizgisiyle, sözüyle, cümlesiyle kendi özgünlüğünüzü taşımasıdır.
  5. Hazırladığınız ödev sunumlarını: “ders saatlerine bağlı olmaksızın yapılacak olan rehberlik çalışması ve uygulaması” (zamanı ve mekânı belli olmayan, ne demek ise bu?! Bakan olarak bu konuya da bir netlik kazandıracağım.) saatlerinde, numara sırası ile (öğretmen en sonunda) ve her bir kişiye 20 dakika süre verilerek yapılacaktır.
  6. Değerlendirme: Araştırma, örneklendirme, çözüm önerileri bulma ve sunma becerisi gibi ölçütlere bağlı olarak yapılacaktır. Sunumu yapana  dinleyenlerce, 1-2-3-4-5 puanlarından bir tanesini verilecektir.
  7. Toplanan puanlar, puanlamaya katılanların sayısına bölündüğünde elde edilecek sayı ise her sunucuya “BECERİ ve HAYAT BİLGİSİ” notu olarak verilecektir.  

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız


Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/egitim/bakan-yasaklamadan-once-odevini-yapsaydi-123677

29 Ocak 2016 Cuma

1128’ler, Devletin parası ve Baro’nun duruşu…



İnsanlar yaklaşık 5000 yıl önce, üretimde iş bölümü yapmanın yaşamı daha da kolaylaştıracağı anlayışına ulaşmışlardır. İşte o zamandan beri de devletler var olagelmiştir. Ve bu devletler her dönemde egemen sınıfın baskı ve denetim aracı olmuşlardır. Zaman içinde eşitlik ve demokrasi anlayışları geliştikçe, devletlerin egemenlere hizmet üreten gücü ve yöntemleri sorgulanmıştır. Bu da bazen daha baskıcı, bazen de daha geniş kesimlere hizmeti amaçlayan değişik anlayıştaki devletlerin oluşmasına neden olmuştur.
Sultanahmet katliamında yükselen toz bulutu daha kalkmadan, ilk yardım araçları alana henüz ulaşmadan katliam haberlerine yayın yasağı kondu… Ve konu hakkında 10 saniyelik ilk resmi açıklamayı Cumhurbaşkanı yaptı ve belki üzüntüden, belki de konuyu değiştirmek amacıyla asıl konuya geldi:
“…Bugün de üstelik çoğu maaşını devletten alan, cebinde bu devletin kimliğini, pasaportunu taşıyan, ülke ortalamasının oldukça üzerinde bir refah seviyesine sahip sözde aydınların ihanetiyle karşı karşıyayız… Ey aydın müsveddeleri, siz karanlıksınız karanlık. Aydın falan değilsiniz…” dedi.
Peki, Kime söylüyordu tüm bu sözleri?
Ülkemizde yaşanan, yıkım, kan, gözyaşı ve ölümleri anlatmak için "Bu suça ortak olmayacağız" diye başlayan bir bildiri ile kalıcı bir barış için çözüm yollarının kurulması isteğini bildiren 89 farklı üniversite mensubu 1128 akademisyene…
Bu sorgulanamayan makam sahibi, devleti kutsayıp ön plana çıkardı. Ve çoğu devlet memuru olan bu bilim insanlarına da; maaş, kimlik, pasaport ve güven içinde yaşama haklarını hatırlatıp adeta o haklardan mahrum bırakma tehditleri sıraladı. Sorgusuz sualsiz olarak canlı yayında, onlara ihanetçi ve karanlık sıfatlarını uygun gördü.

***

Sayın Erdoğan, henüz Cumhurbaşkanı değil, aday, adayı. 7 Temmuz 2014 günlü gazetelere yansıyan uzun bir konuşmasından bir kesit, bakın ne diyor:Devlet, ancak milletin hizmetkârıdır. Milletine tepeden bakan, milletini horlayan, tersleyen, öteleyen bir devlet anlayışı bizim tarihimize, bizim devlet ve medeniyetimiz anlayışına tamamen terstir. Bizde, devletle milleti ayrı yere koydular. Devleti, milletin adeta karşısına koydular. Devletin etrafında kümelenen bir bürokratik yapı oluştu, oligarşik yapı. Devletin etrafında kümelenen iş adamları oldu, medya oldu, seçkinci bir çevre oldu, mafya oldu…” 
Alıntı yaptığım yukarıdaki görüşlerine tümüyle katılıyorum da, alıntılanan bu görüşler ve kendilerinin şimdiki söylemleri arasında en ufak bir ilinti bulamadım. Sizce var mı? Fakat “bizim devlet ve medeniyetimiz anlayışına tamamen terstir.” Diye sıraladığı olumsuzlukların tümüyle yaşanmakta olduğunu yaşadık yaşamaya devam ediyoruz.
Alıntılanan konuşmanın bölümün son cümlesi:  Devletin etrafında kümelenen iş adamları oldu, medya oldu, seçkinci bir çevre oldu, mafya oldu…” Burada belirtilenlerin tümü  “1128 akademisyen olayı” sonrasında gerçekleşti.
İşte örnekleri:
İş adamları  ve medya bölümünü …. olarak geçeceğim. Çünkü, sizler havuz müteahhitleri  ve havuz medyasını çok iyi biliyorsunuz.
Seçkinci çevre için (üç örnek yeterlidir):
Metin Feyzioğlu Türkiye Barolar Birliği Başkanı, Akademisyenlere tepki gösterdi ve onları “ … Mütareke döneminin işgal altındaki İstanbul’un sözde aydınlarının kalıntıları olarak niteliyorum." Dedi.
Ümit Kocasakal İstanbul Barosu Başkanı, Uğur Dündar’ın programında aldığı paslarla esti gürledi.
Doğu Perinçek Vatan Partisi Genel Başkanı, Muhafazakârlarla ortak bir vatan cephesi oluşturmaya devam ediyor…
Mafya için örnek de:
Sedat Peker: “Oluk oluk kanlarınızı akıtacağız ve kanlarınızla duş alacağız!!!” Dedi.

***

Politikacılar meydanlarda devleti millettin hizmetkârı olarak tanıtırlar, aslında olması gereken de odur. Çünkü devletin başlıca görevi, ülkeyi koruyup, kollayıp yönetmektir.
Bu görevi yaparken, millete ait olan yeraltı ve yerüstü kaynakların üretimi, işletilmesi, vergilendirilmesini sağlar hizmet sektörünü düzenler…
Bu süreç sonunda da para elde ediliyor değil mi?
Demek ki devlet, milletin parası ve kaynaklarının bekçisi, işleticisi. 
Milletin paraları ve kaynaklarından en büyük payı alanlar kimlerdir?
Emeğini satarak çalışanlar mı?
Yoksa daha çok kazansınlar diye 11 yıl içinde 164 defa kamu ihale kanunu değiştirilen yâranlar mı? (Araştırmaya değer bir konu.)

İsterseniz gazetelere yansıyan bir habere bakalım, Cumhurbaşkanlarımız ne kadar “devlet parası” harcamış:
Ahmet Necdet Sezer, 7 yılda toplam 167.4 milyon TL,
Abdullah Gül, 7 yılda toplam 722,3 milyon TL,
Recep Tayyip Erdoğan,ın 2015 bütçesi ise 397 milyon lira olarak açıklandı. Ayrıca kullanabileceği 2.3 milyon liralık örtülü bir bütçesi bulunuyor.

***

Barışa karşı ve görüş bildirmeye karşı baro olur mu, ne oluyor bu barolara?...
Bir görüşü beğenirsiniz, beğenmezsiniz, katılırsınız, eleştirirsiniz bu sizin en doğal hakkınızdır. Görüşlerini bildirmek, bildiri imzalamak da bir insan hakkı ve hukukun bir temel ilkesidir.
Bu hakkı kullananlara karşı yapılacak engellemeleri ve saldırıları savunma yaparak etkisiz kılacaklar ise avukatlar ve onların mesleki örgütü olan barolardır.
Peki, olayımızdaki Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu  ve İstanbul Barosu Başkanı Ümit Kocasakal için ne demeli?  Bunu anlamak çok zor…
Metin Feyzioğlu ve Ümit Kocasakal  bir konu hakkındaki kişisel görüşlerini istedikleri şekilde açıklayabilirler (1128’lilerin hakkı olduğu gibi), fakat temsil ettikleri mesleki örgüt adına o  örgütün etik kurallarına uymayan demeçler veremezler, vermemelidirler.

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

Bu yazı Radikal Blog’da:
http://blog.radikal.com.tr/turkiye-gundemi/1128ler-devletin-parasi-ve-baronun-durusu-123021