'Emin Toprak' etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
'Emin Toprak' etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Haziran 2025 Cumartesi

İKLİMLER


Bitkiler ile bazı canlı türleri, yaşamları için uygun olmayan bir iklimde yaşayamaz. Fakat en direngen ve mücadeleci canlı türü olan insanlar, doğduğu veya vardığı yerde: “Bu iklim yaşamımız için uygun değildir!” diyerek pes etmezler. O iklimi yaşanır kılmak için dirençle mücadele ederler. İşte bu özellikleri de insanları diğer canlılardan farklı kılar. 

Ekvator ve kutuplara yakın yerleşimlere hiç gitmedim. Fakat, oralardaki yaşam koşulları ile kültürleri anlatan kitaplar okudum, belgeseller, filimler izledim. Hem de düşler kurdum oralarda doğmak ve yaşamak üstüne. 

Ekvator, dünyayı enlemesine iki yarım küreye ayıran hayali bir enlem çizgisine verilen addır. Bu çizginin üstünde ve altındaki coğrafyalarda çok çok farklı iklimler vardır.  
  
Ekvator iklimi büyük bir coğrafyada etkilidir.  Bu coğrafyanın küçük bir bölümünde: 'dört mevsim iklimi'... Büyük bölümü ortalama 25-30°C olduğu 'tek iklim', yani sürekli 'yaz'... Gece ile gündüz 12 saatle eşit, sürekli sıcak ve yağışlı olurmuş.  
 
Kutup iklimi coğrafyasında; 'iki mevsim', yani yaz-kış iklimi, ayrıca pek çok farklılık var: Yılda: beş (5) ay gündüz, bir (1) ay alacakaranlık / beş (5) ay gece, bir (1) ay alacakaranlık... Gece ile gündüzler yaklaşık 24 saat sürer... Yazın güneş batmaz, kışın güneş doğmaz... Ortalama sıcaklık yaz aylarında -20°C'dir fakat güneyden fırtınalar estiğinde -70°C'ye kadar düşebilir...

Özetle sıralarsak:

Ekvator iklimi hep 'sıcak' olduğundan, orada yaşam sürenler kar-soğuk nedir bilmez, fakat ılık esen bir rüzgara hasret olurlar.

Kutuplarda iklim hep 'soğuk' olduğundan denizler-nehirler buz tutar, orada yaşam sürenler ise sıcaklığa-güneşe hasret olurlar.

Bizim gibi 'dört mevsim' iklimine alışmış olanlar için; ekvator iklimi: 'çok sıcak', kutup iklimleri 'çok soğuk' ve ömür boyu oralarda yaşamak da çok zordur.

İklim; yaşam tarzını belirleyen en önemli faktördür.

Canlıların zorluklarla kazandığı zafere 'yaşam' denir.

Dört mevsimli iklimlerde en fazla zorluk 'kış' aylarında yaşanır.

'Kış' olunca; canlılar üşüyerek, uyuyarak, baharı bekler.

'Bahar' olunca; doğa şahlanarak uyanır, hayvanlar yavrularla çoğalır. 

'Yaz' olunca; ağaç-tarla-bağ-bahçeden ürünler toplanır.

'Sonbahar' olunca emekle kazanılan ürünler kışa sunulur.

Ve bu yaşam döngüsünde; kış odak, üç mevsim de 'tedarikçi' olur. 

*

Yukarıdaki sıralamayı yaparken içsesim dile gelip bana dedi ki: 

Tek mevsim az seçenekli olduğu için insanları; sınırlar-robotlaştırır ve böylece canlıların yaşam alanı daralarak zorlaşır. 

Dört mevsimli yaşamda ise fiziksel-sosyal-duygusal pek çok zıtlık vardır. Acı-tatlı yaşamın nedeni olan bu çelişki ile zıtlıklar; daha direngen, daha etkin kılar canlıları. 

***
  
Farkındaysanız yukarıya yazdıklarım daha çok coğrafyayı ve iklimi odak almış gibi. Empati yapmadan insana dokunmadan, yaşama kuşbakışı bir açıdan bakıyor. 

Oysa insan toplumsal bir varlıktır. İnsanı anlatan bir yazı eğer, toplum (sosyoloji) bilimine, etik değer-duygu-hak-özgürlüklere dokunmuyorsa  eksik kalmıştır, tamamlanması gerekir. 

O zaman yurdumuzun, coğrafyası, sosyolojisi ve değerlerinden biraz söz etmemiz gerekir. 

Türkiye farklı iklim tiplerinin dört mevsim yaşattığı şanslı ülkelerdendir. Üç tarafı denizlerle çevrili, verimli ovaları, platoları, dağları, nehirleri ve derin vadileri... Fakat, nedense pek çok sosyal-ekonomik-siyasal sorunu da çözümsüz kalmış yoksul-dertli bir ülke!  

"Bir dokun bin ah işit !" dedikleri insanlarla doldu yurdumuz.  

Birden, 25 Mayıs 2025 günü kaybettiğimiz ünlü sanatçımız İlhan Şeşen'i: "Neler oluyor bize yine neler oluyor gülüm" diye sürüp giden o muhteşem nakaratı ile anımsayıp saygıyla andım. 

Bugünlerde sanki o nakarat dizesinden esin alanlar çoğaldı. Bulundukları her yerden herkes solo-koro: "Yurdumuzda neler oluyor!" çığlıkları atıyor.

Evet, Türkiye'de neler oluyor?

Uluslararası kuruluşlar; her yıl dünya ülkelerini kıyaslayıp sıralayan pek çok araştırma yapar.

Türkiye'de hemen her yıl; Hak, Hukuk, Adalet ihlalleri, Ekonomi ve Eğitim sıralamalarının en sonlarında bir yer alır.

Bu yüzden de yıllardır yurdumuzda; iklim kurak, yaşam zor, insanlar mutsuzdur!

İşte dünyadaki yerimiz gösteren bir belge:

IMF'nin 190 ülkeden topladığı Ocak 2025 enflasyon verilerine göre:185 ülkenin enflasyonu Türkiye'den daha düşükmüş. Böylece enflasyon konusunda dünyanın en kötü 6. ülkesi olmuşuz!

Yurdumuzun geleceği ve güvenliğini düşündüren iki sayısal haber de şöyle:
  • YÖK açıklamasına göre; 21-22 Haziran (bir hafta sonra) günü yapılacak Yükseköğretim Kurumları Sınavına 2 milyon 560 bin 640 başvuru olmuş. Bu sayı başvuruların; 2024 yılına göre 560 bin 230 kişi, 2023’e yılına göre de 1 milyon kadar azaldığını göstermektedir.
(Demek ki, geleceğimizin güvencesi olacak gençler; olup bitenleri göre-izleye-yaşaya; özgüvenlerini ve geleceğe dair hayallerini kaybetmiş! Bu yurdumuz ve halkı için çok büyük bir tehlike değil midir?)

  • Türkiye'nin 299.924 kapasiteli 396 cezaevlerinde 409 bin 617 hükümlü ve tutuklu varmış. Bu bilgiye göre bizdeki hükümlü ve tutuklu sayısı dünyadaki 59 ülkenin nüfusundan daha fazlaymış!
(Bu haberi de lütfen siz yorumlayınız.)

*
"Neler oluyor bize yine neler oluyor gülüm?"

Niçin yurdumuz sosyal-ekonomik-siyasi sisli puslu bir iklimde?

Dünya sıralamasının en sonlarından ne zaman-nasıl kurtuluruz?

*

Sevgili Okurlarım;

Her yıl yaz gelince yazı yazma isteğim azalıyor. Bu yaz da böyle olacak gibi. Ayrıca bu durum benim için bir alışkanlığa dönüşmüş olacak ki: "Yaz boyu hem dinlenir hem de daha çok okurum." diye bir de bahane bulmuşum kendime!...

Eylül ayında barışçı-demokratik ve yaşanır bir iklimde buluşmak üzere hepinize sevgiler saygılar...

31 Mayıs 2025 Cumartesi

ULUSALCI DOSTLARA


Bugün egosu yüksek ve çok konuşan ulusalcı 'dostlar' için yazıyorum. 

Niçin mi 'dostlar' dedim? 

-“Niçin bu deniz yıldızlarını denize atıyorsunuz?” metaforunda olduğu gibi. Belki birileri önyargılarını sorgular, demokrasiye inanır umuduyla ve insan sever olduğum için 'dostlar' dedim. 
 
'EGO', kişinin dış dünya ile ilişkilerini sağlayan zihinsel ve psikolojik işlevlerin genel adıdır. 

Normal bir ego kişiyi uyumlu, fazlası ise egoist yapar. 

Egoist kişiler (egoizm); kendisine hayran oldukları için söze 'ben' diye başlarlar. Onlara göre, en bilen, en önemli ve en öncelikli kendileridir. Ayrıca bu gruptakiler kibirli, öfkeli kindar olurlar. Psikoloji bu tür aşırılıkları: 'kişilik bozukluğu' olarak tanımlar. 

'Ulusalcı' anlayışlar; yüksek egolu ve çok çeşitlidir: Antiemperyalist, demokrat, sosyal demokrat, emekten yana, solcu, sosyalist... Bir de: milliyetçi, dindar, muhafazakarlar... (Aslında ulusalcı ile milliyetçi sözcükleri de eşanlamlıdır).

Ulusalcılar; ülke-dil-inanç-gelenek-görenek-kültür-tarih-sanat ... gibi toplumsal değerlerini dünyanın en iyi, en, güzel, en üstünü sayarlar.  Başka kimlikler ve değerleri; ya önemsiz, değersiz, gereksiz, tehlikeli kabul ederek, yok sayar, yasaklar, bazen de yok etmek isterler. 

Bugünlerde de ulusalcılar çok öfkeli ve çok konuşuyorlar!

Bulmuşlar birkaç sicilli militaristi, onların paranoyası olan senaryolarla habire Kürtlere ve DEM partiye saldırıyor...

Özgür Özel ile Ekrem İmamoğlu’na bile engel olmak istiyorlar! 

*

Ulusalcılar şimdi yazacaklarımı bilir ya, yine de hatırlatmak isterim.

ULUSALCI DOSTLARA; 

Birinci dünya savaşı sonrası yıllarda emperyalizm azgınlaşmış dünyayı yakıp yıkan faşist bir iklim vardı. Emek-sermaye çatışmasının yerine 'ulusalcı' anlayış geçmiştir.

Almanya’da  da A. Hitler'in 1933 yılında kurduğu "Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi" (Nazi Partisi) iktidar olmuştu. 

  • Peki, Avrupa’nın en güçlü sanayisi, proletaryası ile sol partilerine sahip bir ülkede nasıl olmuş da Nazi Partisi iktidar olmuş? 
  • Nasıl olmuş da herkesin Rusya'dan da önce Sosyalist Devrim beklediği Almanya faşizmin pençesine düşmüş?

Acaba bu iki soruyu hiç düşündünüz mü?

-Çünkü; ırkçı-ulusalcı duygulara hitap eden Hitler, emekçileri kandırmış ve Nazi Partisi saflarına geçmiş! 

-Ve böylece emekçi proleterler, SA ile SS sürüleri içinde birer Yahudi düşmanı 'ulusalcı' olmuştu!

İşte belgesi:

Martin Niemöller;1933'de Adolf Hitler'in kurucusu olduğu "Nasyonal Sosyalist Almanya Partisi" üyesi, komünizm karşıtı, antisemitist (Yahudi düşmanı), Protestan bir papazdır. 

"Nazi" uygulamalarını görüp-yaşadıkça üzülür ve karşı çıkar. Bu nedenle de 1937 yılında 'Gestapo' tutuklusu olur. Nazizm'in toplumsal suskunluk sağlayarak yaptıklarını da şöyle özetler: 

"Önce sosyalistler için geldiler, sustum—çünkü sosyalist değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, sustum—çünkü sendikacı değildim.
Daha sonra Yahudiler için geldiler, sustum—çünkü Yahudi değildim.
Sonra benim için geldiler—benim için konuşabilecek hiç kimse kalmamıştı!.."
***

İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllarda: 

İtalya'da Benito Mussolini, Almanya'da A. Hitler, İspanya'da F. Franco, Portekiz'de Salazar… vb. dünyada pek çok faşist diktatör türemişti. 

Onların başlattığı emperyalist-sömürgeci-ırkçı savaşlar: on milyonlarca insan ile canlı yok etmiş, halklar çok büyük acılar yaşamış, kaynaklar talan edilmiş, dünyayı kanlı-karanlık bir korku iklimi sarmıştı. 

O yıllarda biraz da yurdumuzda olup bitenlere bakalım:

Birçok kimliği barındıran Osmanlı İmparatorluğu emperyalistlere karşı yedi bölgede savaşsa da yenilmiş ve toprakları işgal edilip paylaşılmıştır.

Bu paylaşımı ve işgali kabul etmeyen yoksul ve birçok kimlikli Türkiye halkı da anlaşıp uzlaşmış. Analar kağnılarla cephane taşımış, cephede büyük zorluklar yaşanmış, kayıplar verilmiş.... Sonunda "kurtuluş savaşı" kazanılmıştı. Tüm bunları duymuş, okumuş, bilirsiniz.

Sanırım bir de duyduğunuz, bildiğiniz fakat unutmak istedikleriniz var! Onlardan bazılarını ben şöyle sıraladım:  

19 Mayıs 1919'dan sonra Kürtlere yapılan çağrıları ve mektupları...

Amasya’da hazırlanan fakat yıllarca gizli tutulanlar tutanakları... 

Erzurum kongresi delegelerinin çoğunun Kürt olduğunu... 

Kurtuluş savaşından birkaç yıl sonra, dünyaya yayılan "ırkçı iklimin" Türkiye'ye de ulaştığını... 

Irkçı iklim nedeniyle, kurtuluş savaşı öncesinde halklara verilen 'sözlerin' unutulduğunu... 

Çoğulculuğu esas alan, Kürtleri kurucu öznelerden biri sayan ve yerinden yönetimi esas alan demokratik 1921 anayasasının değiştirildiğini...

1924 Anayasasının da Türk ve Sünni İslam olmayan farklı kimlik ve inançların (Örneğin: Kürt kimliği ile Alevi inancının yok sayan) tekçi bir anlayışla hazırlandığını...    

1930'lu yıllara doğru da Türkiye; sadece Türk-Sünni-İslam ve Türkçe konuşanların yurdu sayılmış. Uydurma "Güneş-Dil Teorisi" ile: dünya dillerindeki birçok kelimenin Türkçeden türediği, Türkçenin dünya dillerinin kökeni olduğunun (bile) iddia edildiği…

Farklı kimliklerin dil-kültür-inançlar yok ve yasaklı sayılınca da yurdun birçok yerinde kimlik çatışmaları ve isyanlar başladığını... 

Söyleyebilirim.

Şimdi biraz da günümüz dünyasına bakalım isterim:

Aradan yüzyıl (bir asır) geçmiş. Savaşların yakıp yıktığı pek çok ülke tüm sosyal-ekonomik yaralarını sarmış, iyileşmiş, ilerlemiş ve gelişmiş. Örneğin; yerle bir olan Almanya yeni baştan yapılmış ve bugün dünyanın en uygar ülkeleri arasında en ön sırasında yer almış!

Peki Türkiye? 

-Türkiye henüz demokrasi ile 'Kürt' sorununu bile çözememiş!

O, Kürt sorunu ki; 50-60 bin gencimizi yok etmiş, halkımıza büyük acılar yaşatmış, yakmış, yıkmış, kaynakları tüketmiş.

Yüzyıldan beridir bitti-bitecek deniyor, ne bitiyor, ne de çözüm buluyor...

Ve günün son dakika haberi: 
'Türkiye Yüzyılı', "5. Dalga Belediyeler Operasyonu" büyük bir hızla devam ediyor!

*

Evet ulusalcı 'dostlar'!

Ben size özel bir seçki yaparak, bazı anımsatmalar yapmak istedim.

Siz de lütfen bunların detaylarına, kaynak taraması yaparak ulaşınız.

Sonra da bu istenmez olguların oluşumunda, sizin veya anlayışınızın bir katkısı olup olmadığını düşünün ve vicdanınızla hesaplaşın istedim.

Belki o zaman gerçekleri daha iyi anlar ve o akıcı-etkili dilinizle hamaset yapmadan daha güzel konuşur-anlatırsınız.

İyilik dileyiniz, iyilik bulunuz...

17 Mayıs 2025 Cumartesi

Sırrı Süreyya Önder


Mayıs; Deniz-Yusuf-Hüseyin-İbrahim-Alpaslan-Sinan ... gibi nice genç fidanımızı bizden alan, doğaya coşku salan bir ay.

Acılarla dolu listeye; 3-13 Mayıs 2025 günlerinde, birbirine çok benzeyen iki efsane kişi: Sırrı Süreyya Önder ile eski Uruguay Devlet Başkanı Jose Mujica "PEPE" de eklendi.


Bu canlarımızın ortak amacı: halkalarının, 
barış içinde; eşit-özgür-insanca yaşaması idi. Bunun için yiğitçe direndiler ve geleceğe ışık saçan yıldızlar olarak aramızdan ayrıldılar. 

Mayıs ayında kaybettiklerimiz ile ‘insanlık’ sevdalısı tüm canları sevgi ve saygıyla anıyorum. Işıklar içinde uyusunlar!

Sırrı Bey, çok yönlü, pek çok becerisi olan, engin hoşgörülü, her olguyu sorgulayıp eleştiren, ‘statüko’ karşıtı, 'insanlık' dostu bir sosyalistti. 

Doğayı, canlıları, farklılıkları sever ve korur. Doğaya, canlıya zarar veren, emeği sömürenlere karşı dururdu. Farklı kimlik, yaşam tarzı ile inançları saygın görürdü.  

Felsefeyi, sosyolojiyi, tarihi, teolojiyi, edebiyatı, okuyan, bilen, güçlü belleği ve empati diliyle aktaran, düşündüren usta bir sanatçıydı.

Gökkuşağının tüm renklerini kucaklayan bir ortak payda gibiydi. Yaşam boyu; bilimi, eşitliği, özgürlüğü, barışı savundu ve 'insani' bir yolda yürüdü. 

Ve şimdi Mezopotamya’nın zılgıtı, Dicle’nin çığlığı olarak tüm Anadolu’yu dolaşıp evrensele ulaştı. Orada da yoldaşları: Denizler, İbolar, Mahirlerle buluştu.   

Onu, gür sesli doyumsuz bir kaynağa benzetir; ilgi-sevgi-saygıyla izler, dinler, okur, düşünür, zenginleşir ve dinlenirdim. 

Pek çok ortak dostumuz olsa da birbirimizi bilmez tanımazdık. Fakat birkaç 'tesadüfi' olayla yollarımızı kesişince, yol ve yönümüzün benzer olduğunu anladım. 

İlkinde O, 24 Aralık 1979'da Maraş Katliamını protesto ettiği için 16 yaşında tutuklanan liseli bir gençti...

Ben de İstanbul'da TÖB-DER üyesi 29 yaşında bir eğiticiydim. Meslek örgütüm TÖB-DER'in "Maraş Katliamını" 'boykot' kararına on binlerce meslektaşım ile birlikte katılmıştım. Ve iki ay boyunca 'açığa' alınmıştım.

Yıllar sonra kısa süren bir selamlaşma ve tokalaşmamız da İstanbul "78'liler Derneği" buluşmasında olmuştu.

İkimizi de ilgilendiren başka bir yaşanmışlık ise şöyle:

Bilirsiniz, Sırrı Bey tüm sohbet ortamlarında kendisini tanıtırken özetle: "Ben Kürtlerin yoğun olduğu bir kentte doğmuş bir Türküm. Fakat Kürt sorunu bitinceye kadar ben bir Kürdüm." derdi.

Ben ise Kürt ana-babanın Kürtçe konuşan bir çocuktum. Türkçe ile ilkokulda tanışarak 15 yıl okumuş 'eğitimci' olmuş ve kırk yıl çalışmıştım. Bu süre içinde anadilimi unutmadım, fakat yasaklı olduğu için alfabesi ile gramerini pek öğrenemedim. Fakat Kürtçe konuşurken kekeme olurum. 
         
Sonuç:
Sırrı Bey sosyalleşip zenginleşen biri, ben ise bir asimilasyon yoksunu... 
 
  ***

12 Mayıs 2025 günü Sırrı Beyin ömür boyu istediği ve olsun diye de çokça katkı ve bedel ödediği 'demokratik toplumsal barışı' için çok önemli bir adım atıldı. Ve ne yazık ki O, bu mutlu günü yaşamadan ölmüştü. 

PKK: “PKK’nin tarihi misyonunu tamamladığını... PKK’nin örgütsel yapısının feshedilmesi ve silahlı mücadele yöntemini sonlandırması kararlarını alarak PKK adıyla yürütülen çalışmaları sonlandırdı." diyen kararını Türkiye ve dünyaya duyurdu. 

Ve 47 yıllık örgütünü kapattı!  

Bu duyuru; dünyadan alkış, Türkiye halklarından büyük destek aldı. 

Halkımız, yasama organı meclisin; hukuk-adaleti esas alarak hiçbir egoya yenik düşmeden, gereken demokratik yasları çıkarması ve uygulamasını da takip etmesini istemektedir.  
 
PKK'nın 'fesih' ve silah bırakma kararlarını bazı Kürt-Türk sağ-sol grupları da beğenmediler, yanlış buldular ve eleştirdiler. Fakat (bence) çok cılız kaldılar.    

Bir de aylarca: "Acaba Kürtlere ne ne verdiler/verecekler...? " deyip 'fos' oldular. Şimdi yine ekranlardalar sayıları az ama sosyal medyanın güçlü kıldığı bu 'provokatörler'

Herkesin bildiği bu maşaların amacı: "Son Kürt ölünceye kadar savaş!".... Yıllardır ellerine bir çubuk verilerek ekranlara çıkarlar. 

Barış yerine; acı ve ölüm çoğaltan, kaynak kurutan savaşları istiyorlar

Çünkü, terörle beslenirler bu kara sicilli ırkçı-militaristler. Ve şimdi de 'Barış' olacak, hesap verecekler diye büyük bir korku içindeler.  

PKK kendisini sonlandırırken yaptığı yorum ve özeleştiriyi, "Lozan" ve birkaç sözcüğe sığdırmışlar, bunlarla yatıp kalkıyorlar. Okusalar belki anlarlar çünkü PKK kuruluş gerekçesini-tarihçesini anlatmaktadır bu sözcüklerle.  

Bunlar; yurdumuzda olup biten karanlık olayların bir kısmını görmüş, duymuş, çoğunun da 'faili' olmuşlardır. 

Ve 16 yaşsındaki çocuğu tutuklayan ikimi ve aşağıdakileri iyi bilirler:
 
Türkler, Kürtler gibi birçok halkın 'Türkiyeli' olarak barış içinde yüzlerce yıl birlikte yaşadığını... 

Emperyalist güçlerce işgal edilen vatanımızın, tüm halkların birlikteliğiyle  kurtulduğunu...

Kürt nüfusun yoğun yaşadığı coğrafyalarda sürekli olarak sıkıyönetim ve olağanüstü hal uygulandığını... Ve yaratılan korku ikliminde gizli-karanlık güçlerle asimilasyona başlandığını...  

Yüzyıldır Kürtlerin anadil ile kültür gibi temel insan haklarının yok-yasaklı sayıldığını... 

Çocuk ve köy, kent, dağ, ova... isimlerinin yasaklanıp değiştirildiğini...

Binlerce köyün boşaltılıp-yıkılıp-yakıldığı ve binlerce faili meçhul cinayet işlendiğini... 

İnsanlara dışkı yedirme dahil pek çok onur kırıcı söylem, eylem ve işkenceli ölümler yaşatıldığını... 

Cezaevlerinin, özellikle de Diyarbakır cezaevinin faşist-zalim anlayışın nefret suçu işlemek için bir uygulama merkezi olduğunu...

Terör ve nefret dili eylemleri sonunda, insanların büyük korku ve acılar yaşadıklarını... Pek çok kişinin öldüğünü, sağ ve çaresiz kalanların ise göçe zorlandığını... 

İşte böylesi bir iklimde kurulan PKK’nın direnmek için 'dağa' çıktığını...

Ve komşuluğu-kardeşliği-huzuru bitiren nice canımızı, kaynağımızı yok eden kanlı çatışmaların başladığını... 

Çok iyi biliyorlar! 

Evet, biliyorlar!

Fakat, ırkçılık yüzünden kör-sağır-dilsiz olmuşlar! 

İşkenceci birer inkarcı oldukları için de suçlarını örten algılarlar üreterek yalan söylüyorlar. 

Eğer sevgili Sırrı Süreyya Önder sağ olsaydı: barış için atılmış adımlar için çok çok sevinirdi. 

Barış karşıtı militarist ırkçılara da: 

"Lan bi susun, durun hele!" 

Diyerek onlara en güzel cevabı verirdi.  

Işıklar içinde uyu güzel insan! 😘🙏



3 Mayıs 2025 Cumartesi

Proje Okulları Bir Proje!


Bir önceki yazımın sonunda: "Proje Okullarının Sevgili Öğrencileri; bundan sonraki yazımı sizin için yazacağım." sözü vermiştim.

Sözüm, 'söz' işte başlıyorum yazmaya.
 
Gençler de haklı olarak: "Neden ve hangi kimlikle yazacaksınız?" diye sorabilirler. 

Cevaplıyorum: "Siz okulunuzda olanları, görmeyen, duymayan, bilmeyen anlamayanlara duyurmak için 14 Nisan günü saygın bir eyleme başlattınız. Ben de görevi gereği; okulöncesinden başlayıp üniversite hariç tüm resmi ve özel  örgün-yaygın eğitim kurumlarında uzun-kısa süreli olarak toplam 40,5 yıl çalışıp emekli olmuş eğitimci bir dedeyim. Size bu sözü: sizi gören, duyan ve anlayan biri olduğum düşüncesiyle verdim." 

Sevgili Gençler; öğrencim olsaydınız konuyu siz tartışırken ben dinlerdim. Sonra bazı görüşleri destekler, bazılarını gerekçeli olarak eleştirir ve düşüncelerimi eleştirilerinize sunardım.

Şimdi böyle bir şansım yok, sadece yazıyorum.

Lütfen siz de yazımı eleştirel bakışla okuyun ve katkıda bulununuz.

***

Sağlıklı düşünebilen her birey; kendisi ve çevresi için bugün ile gelecekte; güven içinde sağlıklı-başarılı-mutlu bir yaşamak ister. Ve bu amacı için de çalışır durur.
  
Kamuya hizmet için kurulan devletler görevlerini, iş birliği içinde çalışan güvenlik-eğitim-sağlık... gibi sistemlerle yaparlar.  

Eğitim, bu sistemlerin en ön sırasında yer alır. 

Fakat ne yazık ki, bizim eğitim sistemimiz; yıllardır kamu yerine iktidarın, bir parti veya grubun çıkarları için çalışıyor! Sıkça ve sil-baştan değişiyor. 

Siz, başarılı olduğunuz için seçilip 'Proje Okullu' olmuş, geleceğimizin umudu-öznesi olmuştunuz. Şimdi ise eğitimdeki gerici çark hem size hem de öğretmenlerinize zarar verdiğini anladınız. 

Sınıfın-okulun dışına çıkarak; bir projenin kurbanları olduğunuzu herkese ilan edip, protesto ettiniz. 

Gasp edilen haklarınız ve çığlıklarınızı; yetkili, ana-baba, herkes duysun istediniz.    

Sesinizle bazı yetkililer afalladı, kekeledi ve kem-küm etti... 

Fakat o sesin güçlü yankısıyla oluşan toplumsal sinerji, velilere ulaşınca bir ilk yaşandı: 'Kuşak çatışması' kucaklaşmaya dönüştü! 

Ve o sesti bana da: "sizin için yazacağım" sözünü verdiren!  

Şimdi de içsesim hiç durmuyor: "Yazacaksın da, neyi, nasıl...?" diyor. 
Sanki beni; heyecanlandırmak, ikilemde bırakmak, germek, özgüvensiz bırakmak istiyor! 

İçsesimi dinlemeden sandalyeme iliştim ve klavyenin başına geçtim.

Bir eğitim emekçisi olarak, sizinle eğitimi konuşmak istiyorum. 

O halde söze 'dil' ile başlamam gerekir. 

Çünkü dil:

Yaşamı yöneten bir direksiyondur. 

Toplumsal yaşamın başladığı dünden-bugüne; ana kucağı, ev, okul, sokak, işyeri... yani yaşam olduğu her yerde etkilidir. 

Düşündürerek, yazdırarak ve konuşturarak insana ve insanlığa yol aldırır. 

Sevindirir, üzer, başarıyı da başarısızlığı da yaşatır. 

Ve ne yazıktır ki yıllardır, bizdeki eğitim dili ile müfredatı, ortaçağ anlayışlı bir iktidarın elinde... 

Bunlar: dindar-kindar bir nesil yetiştirmek! Böylece ortaçağın o arkaik toplumsal yaşamını etkin kılmak istiyorlar! 

Ortaçağ anlayışının dili; çokbilmişlerin önyargı ve ezberleriyle oluşmuş: üstenci-kaderci-mezhepçi ve gericidir.

Basitçe örneklersek:
  • Evren ve dünyadaki kimyasal-biyolojik evrim ile diyalektiği kabul etmiyorlar!
  • Biyolojinin temel taşı: Evrim Teorisi'ni ret edip müfredata almıyorlar! 
  • Sonra da 'Proje Okulları'nı: "Ulusal veya uluslararası proje yürüten.." olarak tanımlıyorlar! Oysa gerici özlemleri için geleceği betonlaştıran, çoraklaştıran bir proje için çağdaşlığa kapı aralamış olan okullarımızın 2.153'ü Proje Okulu yapılmıştır...
İşte bu anlayış tek kişi yönetimiyle, yasama ve yargı bağımsızlığını bitirdi. Ve tüm kurumlarda baskıcı-gerici bir süreci başlattı.

Bu sürecin lider ve elemanları: "Benim dediğimi yap, yaptığımı yapma!" diyen çıkarcı-rantçı-fırsatçılardır. Söze: 'sen' diye başlayıp sürekli olarak: buyruk-nasihat verirler. 

Amaçları: özgür, özgün ol(a)mayan, ezberci, bağımlı, özgüvensiz ve bu dünyadan çok öte dünyayı düşünen 'tek yumurta ikizleri" çoğaltmak!  

Bu anlayışla; anaokulunda başlayan, üniversitede de süren karanlık bir eğitim başlattılar. Böylece örgün-yaygın tüm eğitim kurumlarında çocuk-gençleri ile ana-baba herkesi mağdur eden, geleceğe de zarar verecek dindar-kindar nesli çoğalttılar.  

Farklılığı, özgürlüğü, öznel düşünmeyi, çeşitliliği... 'insan' olmayı baskıyla engellemek istiyorlar! Bazı insani güzellikleri bitirmeyi başaramasalar da (ki, kanıtı sizsiniz), fakat pek çok acı yaşattılar, yaşatıyorlar. 

*** 

Ahlaki, hukuki ve insani olmayan bu gidişin bitmesi gerekir. Bunun için:

Gençlerin özgürlük-özgünlüklerini yok sayan günümüzü ve geleceğimizi  karartacak olan buyurgan dil susmalı, anlayışı bitmeli...

Eğitimdeki 'kürsü' egemenliği son bulmalı... 

Eğitimde, öğrenciler/gençler odak ve taşıyıcı özne olmalı... 

Eğitimdeki ezberci buyurgan dil yerine; öznellik, üretkenlik, özgüven kazandıran ve farkındalık yaratan empati dili gelmeli... 

İlgi ve yetileri geliştirecek ortamlar hazırlanmalı... 

O zaman: olgulara kuşkulu ve önyargısız bakan, öznel düşünen, neden-sonuç ilişkisi kuran, diyalektik bakışla sorgulayan, eleştirel karar veren, yaparak-yaşayarak, yakından-uzağa ilkeleriyle yol alan, sentezci-analizci, eşit, çoğulcu, demokratik, çağdaş bir toplumu oluşur.

İşte o zaman gelecek daha güvenli ve yaşanır olur.  

***

Sevgili Gençler;
Size bu satırları yazarken, yan gözle de dağınık-karışık masamın üstüne bakıyordum. 

O karmaşa içinde unutulmuş bir 'not' buldum. 

"Ölü Ozanlar Derneği" filmini izlerken tuttuğum nottu bu. 

Heyecanlandım! 

Size anlatacaktım, yazımız uzayacak (sonraya kalsın).    

O filmin özneleri akranlarınız ve size çok benziyorlar, lütfen izleyiniz. 

Önünüzde de tükenmeyen zaman ve uzun bir yol var.

Durmayınız!...

Hoşça kalınız, sevgiyle saygıyla yaşayınız.  



19 Nisan 2025 Cumartesi

El ele kol kola ..


Jean-Paul Sartre (1905-1980) yüzyılımızın; önemli filozofu, edebiyatçısı, oyun yazarı, 'Varoluşçu' felsefenin de öncüsüdür.  

Varoluşçuluk, bireyin özgürlüğünü esas alır ve: "Var olan insan tutum, davranış ve eylemleriyle kendini yeniden yaratır ve biçimlendirir. / İnsan, kendi varlığını yaratan tek varlıktır. / Bu nedenle de insan, özgür olmak zorundadır..." vb. görüşleri savunur.  

İnsanlar, bireysel-toplumsal-ekonomik sorunlarını gidermek için sürekli bir arayış içinde olurlar. Doğa yasası gereği, her şey zıttı ile değişir-dönüşür var olur. Yaşamdaki zıtlıklar hiç bitmez, onlar birbirini ürete-tükete geleceğe taşırlar. 

Kuşkusuz ki, ülkemizde de değiştiren-dönüştüren doğal gelişim vardır. Fakat bizdeki 23 yıllık iktidar, çok kurnaz ve oyalamaca gündem üretmede çok mahirdir. 

Bu becerileriyle değişim-dönüşümü sağlayacak insanları atıl bırakmakta... Yurdumuzda milyonlarca 'muhalif' insanın; birlik olamayıp dağınık-parçalı-özgüvensiz kalması da AKP'nin yıllarca rakipsiz iktidar olması da bundandır.

Fakat gün oldu devran döndü, kurnaz ve usta oyuncu iktidar; 19 Mart 2025 günü (ki benim sanal doğum günümdür) 'heybeden bir turp" çıkıverdi!.. 

Sosyal-ekonomik yaşamda '8 şiddetinde' ve henüz artçıları bitmemiş olan depreme: "İmamoğlu Depremi" dendi. 

Bu deprem:

23 yıllık iktidarın duvarlarını çatlattı, çöküşünü başlattı... 

"Gezi" süreci benzeri ama çok fazlası olan: "Saraçhane" direnişini başlattı.

Saraçhane deyince anımsadım, sizinle de paylaşmak isterim: 
Sn. Özgür Özel başkanlığındaki CHP, 2024 yılı yerel seçimi başarıyla kazanmış ve iktidarı ikinciliğe düşürüp sarsmıştı. Özel'normalleşme' olsun diye iktidara el uzatmış, partisi içinden bile eleştiriler almıştı (ki, bence bu girişim, barışçı ve çok değerliydi). Fakat Sn. Erdoğan bu girişimi önemsememiş kavgaya devam demişti. 

Özel; o günlerde Saraçhane'de düzenlenen iki mitinge de katılmıştı. 

"Mayıs ayının acı ve sızıları..." yazımla eleştirdiğim toplantılar: 
  1. 1 Mayıs Emekçiler Bayramı için Saraçhane'ye gelip işçi sendikalarının en önünde yer almış, güzel bir konuşma yapmış, sonra da ortadan kaybolmuştu... 
  2. 18 Mayıs 2024'de "Büyük Eğitim Mitingi"  Saraçhane’de idi. Katıldığım bu mitingde de coşkusuzdu, katılım da çok azdı…
Fakat, 11 ay sonra Saraçhane ve sonrasında da tüm yurda yayılan milyonların katıldığı mitingleri çok çok farklıydı... En önde de Sn. Özgür Özel vardı. 

Tabii ki, bir günde ortaya çıkmadı bu milyonlar. Aslında hep çoktular ve vardılar. Sadece; kimileri: 'kaderimiz böyleymiş...' / kimileri: 'sıra bize gelmedi...' diye sessiz-çaresiz, / kimileri de sessizce partilerden birisinin küçük çadırlarına sıkışmıştı. 

Bugünlerde; hane, sokak, tarla, işyeri, okul ve meydanlarda milyonlar ayakta! 

Onlar: gelecekleri engellenmiş, karartılmış,
güvensizleştirilmiş olanlardır.  

Bakın görün işte oradalar:

Koltuk değnekli, tekerlekli sandalyeli, traktörü ile... 

15-85 yaşlarında: genç, yaşlı, ana-baba-nine-dede, çiftçi-işçi-köylü-öğreten-öğrenci hepsi el ele kol kola bir arada…

Her gün çoğalıp gürleşerek, yürüyor, solo en çok da koro olarak: 'hak-hukuk-adalet'...

Özgür, aydınlık, güvenli bir gelecek için insani hak ile özgürlüklerini istiyorlar. 

Milyonların barışçı-özgürlükçü-insani isteklerini görmeli ve anlamalıyız.  

Bergama ve Yozgat'ta çiftçiler, traktörleriyle “hak hukuk” diye eylem yaptılar.

Güvenli gelecek ancak; farklı kültürde, yaşta, cinsiyete olanların eşit-saygın özne kabul edildiği ortak yaşamlarda olur. 

Böylesi birlikteliklerde sorunlar; empati yaparak, demokratik çözümler bularak giderilir. Herkes herkesi görür, dinler, anlar ve kendisini özgür sayar. 

Demokrasi, tüm toplumsal katmanlara kök salar. Sağlıklı bir toplumsal birliktelik olur. 
  
O zaman da günümüz yönetimlerindeki: savaşçı-tutucu-baskıcı-eril-yaşlı egemen güçlerin anlayışları ve dönemleri biter. Yerlerine: barışı, demokrasiyi, çağdaşlığı benimsemiş insancıl anlayışlar gelir. 

Toplumsal birlikteliği ve sürekliliği sağlayacak taşıyıcı öznelerin de gençler olduğu kabul edilir.
 
Görüldüğü gibi, kuşaklar birlik olunca daha güçlü olur, fark edilir ve toplumsallaşırlar. 

Böylece:

Çaresizlik, çekingenlik, güvensizlik biter.  

Coşup taşarak meydanlara sığmazlar. 

Milyonlar için baharı başlatırlar. 

***
Özgürlük arayışı ve coşkusundan sonra bir de hemen hepimizi üzen birkaç olayı da anımsatmak isterim:
  • Yurdumuzda erken başlayan baharı, zamansız bir don kavurup geçti. Çiftçimizi, köylümüzü ve hepimizi çok üzdü... 
  • Demokrasi düşmanları demokrasi isteyenleri tutuk evlerine, hapishanelere gönderiyor. Kısa bir sürede nice genç ve yoldaşımız tutuklandı. Onlara tüm özgürlük tutuklularına sevgiler, saygılar... 
  • Türkiye’deki tutuklu sayısı 400 bini aşmıştır. Bunun için de yıllardır Avrupa birinciliğini başka ülkelere kaptırmıyoruz!
  • Ve çok üzgünüm çoook! Çünkü: Felsefenin, teolojinin, sosyolojinin, iletişimin, ironinin, empatinin ustası... Barışın, demokrasinin, dostluğun, insanlığın savunucusu... Direncin, zor günlerin adamı... Sevgili SIRRI SÜREYYA ÖNDER’in; o herkese yer açtığı büyük kalbi yorgun düşmüş ve şimdi yaşam savaşı veriyor... Diren yoldaşım!.. Berxwede bray delal… Diren Qardaşım!.. DİREN!.. Bak şimdi 'GEZİ' zamanı... Haydi gel bize katıl ki; silahlar sussun-kimse ölmesin-barış olsun!..       
NOT: Proje Okullarının Sevgili Öğrencileri; bundan sonraki yazımı sizin için yazacağım. Sevgiyle kalın, dolu dolu yaşayınız.

5 Nisan 2025 Cumartesi

Ya hep beraber ya hiçbirimiz birlikteliği


19 Mart 2025'de Ekrem İmamoğlu, "siyasal ve yargısal” bir operasyonla gözaltına alındı ve tutuklandı. Bu hukuksuz eylem ülkemiz için büyük bir deprem oldu ve faturası gün geçtikçe büyüyor.

Yurdun her yerinde günlerdir milyonlarca insanımız ayakta, bu hukuksuz operasyonu protesto ediyor.

Ekonomi en dibe inmesin diye: 

*Bayram tatili 9 güne çıkarılmış yine de: 

*Merkez Bankası 18-24 Mart günlerinin ateşini düşürmek için şimdilik 29 milyar dolar satmış...

*İstanbul Borsasında küçük yatırımcılara büyük kayıplar yaşamıştı. Fakat depremin artçıları bitmedi, devam ediyor. 

Sorumluluğunu bilen bir mağdur birey olarak ben de boş durmadım:

23 Mart günü kurulan 'Dayanışma Sandığına oyumu atmış...

29 Mart günkü "Maltepe Mitingi" için karara varmış...

Ve dostlarla  Bostancı sahilinde buluşmuştum.

Maltepe Toplanma Alanına coşku içinde yürüdük. (Geri dönüşümüz de  coşkuyla aynı yoldan...)

Hiç yorulmadık, aksine yürüdükçe dinlendik, düşündükçe dirildik.

Çünkü buraları, her gelişimizde bir başka güzel oluyor...

Çünkü, bu muhteşem kıyı şeridi, kesintisizce Tuzlaya uzanıyor...

Çünkü, gidiş dönüş yolunun arasına dikilen manolyalar büyüyor, çimenler güçlenerek daha derinlere kök salıyor...

Çünkü, tam karşımızda Marmara'nın incileri: Büyükada, Heybeliada, Burgazada, Kınalıada sıralanıyor...

Çünkü; "Ya hep beraber, ya hiçbirimiz " anlayışıyla milyonlarca genç-yaşlı-kadın-erkek yoldaşa bu koca meydan dar geliyor...

Çünkü milyonların; "Hak, hukuk, adalet" çığlıkları meydanı aşıyor...

Çünkü; çoğumuzun 'A politik' saydığı 'Z Kuşağı Gençliği'; Şehzadebaşı, Maltepe'de başlayıp yurdumuza yayılan protesto gösterileri ve 2 Nisan Boykotunun en önemli özneleri olmuşlardı. (Demek ki biz yanılmışız, bir özür borcumuz var: Z Kuşağı Gençlerine...)


Meydanlarımız, hiç benzemiyor 68’li-78’li yılların meydanlarına...

Şimdi meydanlarda sadece akran gençler bulunmaz, dört kuşak bir arada!

Belki akademiler susmuş-susturulmuş, fakat bu kez halden anlayan yoldaşlar çoğalmış.

Bakın, görün işte: nine-dede-anne-baba-kardeş-torun el ele, omuz omuza...

Coşkulu milyonlar meydanlara çıkmış: "Hak hukuk adalet" istiyor.

Uzak değil haklarını bugün-yarın alacaklar...

Fakat onların sesleri dalga dalga çoğalıp yankılanarak taa uzaklara varacak.

O uzaklarda korkulu rüya gören birileri de panikleyip, hiç istemedikleri kararları verecek...

Onların gizli tanıkları, besleme medyaları, kayyumları... yargılama ve denetim dışı tuttukları kaba militarist zalim güçleri var. Bu güçlerin gücü ve yalanlarıyla, düzenlerine karşı olanlar için bir korku iklimi yarattılar.

Halkın kaynakları ve iradelerine vahşice-sadistçe saldırdılar.

Kadın-genç-yaşlı-hasta farkı gözetmeden saldırıp kitlesel tutuklamalar yaptılar, yapıyorlar.

Ahmet Arif, bu korkakları şöyle tanıtır:

"Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,..."

Halkımız da zulme-talana karşı direniyor ve diyor ki:

"Biz korkmayız ondan bundan..."

Onlar ise; korkuyor, yönetemiyor ve çırpınıyorlar!

Elbette halkın demokratik gücü tez zamanda, onları geri gelmemek üzere gönderecek... Ve sırça köşklü saltanatları bitecek!

***

Şimdi de bu korku salan, uyku bölen: "Hak hukuk adalet" sözcüklerin anlamları neymiş birlikte bakalım:

'Hak'; Arapça kökenli bir sözcüktür. Dilimizde: kazanç-kazanım-çıkar gibi karşılıkları vardır. Kısaca: bireye özel kazanımlar da diyebiliriz. Bu sözcük tüm sözlü-yazılı anlatımlarda kısaca yaşamın olduğu her yerde çok sık kullanılır.

'Hukuk'; Arapça kökenli ve 'hak' sözcüğünün çoğul halidir ve toplumsal düzenin kuralları ile kişisel hakları belirler ve korur.

"Adalet" de Arapça kökenli bir sözcüktür. Anlamı; eşit olmak, eşit kılmak, denklik, denge, doğru davranmak, hakkı teslim edecek hüküm vermek, herkese ve her şeye hak ettiği şekilde davranmak demektir. Demek ki adaletsiz bir yaşam ol(a)maz! Ve adaleti ancak kuvvetler ayrılığı ilkesini uygulayan bir hukuk devleti sağlar.

Hak-Hukuk-Adalet sözcüklerinin üçü de Arapça ve aynı kökten türedikleri için de benzeşir ve birbirlerini tamamlarlar. Ve herkes için hava-su kadar gereklidirler.

Halk işte bu yüzden; iş, çarşı, pazar, okul yani yaşamın olduğu her yerde hak-hukuk-adalet istiyor.

{Biliyorum bazı dostlar kızarak: "Demek ki, milyonlar isteklerini Arapça dillendirilmiş! diyecekler. Haklılar tam da öyle oldu, ama olsun! Çünkü; diller insanlığı yücelten evrensel değerleridir. Diller arasında geçirgenlik olabilir.}

Eğer milyonlarca insan her ortamda: hak-hukuk-adalet istiyorsa...

Düşünebilen hemen herkes bu konuda genelleme yaparak ve:

*Demek ki; halkımız, Haksız-Hukuksuz-Adaletsiz kalmış!

Ve hiç duraksamadan peşi sıra da şunları der:

*Demek ki; 23 yıllık iktidar demokrasiden uzak adil olmayan bir rejim kurmuş!

*Demek ki bu rejim; halkın hakkı olan: Hak-Hukuk-Adaleti sağlayamamış...

*Demek ki halka; Haksızlık-Hukuksuzluk-Adaletsizlik yapılmış... DER!

*

Hristiyan felsefeci-düşünür Aurelius Augustinus (354–430):

"Adalet olmayınca devlet büyük bir çeteden başka nedir ki?"

Demiş! ...

*
BOYKOT

Ben bir boykotçuyum:

15-18 Aralık 1969'da TÖS önderliğinde 'Büyük Öğretmen Boykotu'na katıldım, yargılanıp beraat ettim.

1973'de öğretmenlikten istifa edip yeniden öğrenci oldum. 1975 yılında uzun süren bir boykota katıldık. Bu süreçte darp edildim, haksız yere tutuklanıp ve kısa süre cezaevinde kaldım. Sonra okuldan atıldım ve Danıştay kararıyla geri döndüm...

24 Aralık 1979'da TÖB-DER önderliğinde Maraş Katliamı’nın birinci yıldönümünde bir günlük boykota katıldım, açığa alındım, soruşturma sonucunda göreve döndüm.

2 Nisan 2025'de de gençlerin organize ettiği bir günlük "Satın Almama Boykotu"na da katıldım.

Bu boykot ve eylemlere hak aramak için bilerek-isteyerek katıldım, hiç de pişmanlık duymadım. Fakat bunları anne-babam-akrabalarım duyup üzülmesin diye çok çırpındım…

Şimdi ise haksızlık yapan zalime karşı: nine-dede-anne-baba-çocuk-torun... Bir arada dört kuşak, el ele, omuz omuza...

Bu ne güzel bir görüntü ve birliktelik!
Aydınlık bir gelecek için bu dirençli örüntünün sürmesi gerekir...