(Savaş olmasın Barış olsun diye “Bu Suça Ortak Olmayacağız!” bildirisini imzaladığı için, kendisine tüm kapıların kapatılmasına dayanamayıp, yaşamını sonlandıran bilim insanı:
Mehmet Fatih Traş’ a saygı ile…)
Eğer insan yavrularının doğum
öncesinde içinde bulundukları farklı şartları saymaz, sadece dünyaya çıplak
ve korunacak halde gelişlerine bakarsak, hepsinin görüntüsel bir ‘eşitlik’
içinde olduğunu görebiliriz. Ama bu göreceli bir eşitlik ve sadece o an
içindir. Çünkü ağlayarak ve çığlıklar atıp geldikleri dünyaya, o andan başlayarak;
kimine yokluk, kimine de varlık içinde bir yaşam sunacaktır.
Bu eşitsizliği ana-baba-ataların
bireysel farklılıkları, özel yetileri kısmen belirlese de, asıl nedenin, emek
sömürüsü sonucu oluşan artı değerin, hakça paylaşamamasından kaynaklandığı unutulmamalıdır.
Artı değerin sağladığı güçle güçlenenler, kurulu sömürü düzenlerini sürekli kılmak için her çareye başvururlar. (Savaşlar da bu anlayışın sonucudur.). Düzenlerini daha çok geliştirip kalıcı kılmak için de, İnanç Sitemi'ni kontrol altında tutmak zorundadırlar.
İnanç sistemini kontrol etmeyi de, amaçlarına uygun olarak düzenlenmiş eğitim sistemi ile sağlayabilir. Böyle bir eğitim sisteminde insanlar; ezbere dayalı bilgilerle donanır, soru sormaz, yorum yapmaz, özgünlükleri olmayan tek tip olarak yetiştirilir. Bunlar; haklarını aramayan, sadece verilenlerle yetinen, boyun eğip hizmet eden, özgüvensiz kişilerdir.
Bu insanlar; yaşadıkları
tüm sıkıntı ve olumsuzlukları, sadece fıtrat
ve kader bağlamında değerlendiren kolaycı bir savunma mekanizmasına
sahiptirler. Böyle yetişen kişilerde, her insanda
olması gereken ve sorunlarla mücadeleyi sağlayan “başa çıkma gücü” körelmesi vardır.
Bu da onları, öğrenilmiş çaresizlik
içinde, boyun eğen bireyler yapar.
Zaten güç sahibi egemenler
de, böylesi insanlar istemiyor muydu?
***
Egemen güçler, güçlerini;
karanlıkta kalan bilinmezlikler üzerine kurdukları için, bilimin sağladığı
aydınlığı sevmezler. Çünkü aydınlık, onların emek ve inanç sömürülerine ışık
tutar. Onlar için asıl korkutucu olan da budur.
Bundandır ki zaman zaman
(belki de her zaman), filozoflar ya da bilge kişiler; Vicdan, Erdem,
Etik, Hak-Hukuk-Adalet-Demokrasi dediklerinde “şeytanın avukatı” sayılmış… Kimisinin derisi yüzülmüş, kimi
yakılmış, kiminin giyotinle başı kesilmiş veya idam edilmiş, kimileri
de alınıp götürüldükten sonra bir daha dönmemiş; kuytularda, zindanlarda,
mahzenlerde işkencelerde yok edilmiş...
Bilgin ne zaman konuşmuş,
bilim ne zaman bilinir kılmışsa bilinmezleri… İşte o zaman başlamış, bu
bilinmezden beslenip güç devşiren odakların paniklemeleri...
İşte o zaman başlamış olup, halen devam etmekte olan; büyük acılar ve kıyımlar yaşatan inanç, din ve mezhep savaşları…
İşte o zaman başlamış olup, halen devam etmekte olan; büyük acılar ve kıyımlar yaşatan inanç, din ve mezhep savaşları…
Tarihi kalıt (miras) olan mabet,
meydan ve yerleşkelerde bulunan; yontu, resim, yazı, alet ve paralardan
anlıyoruz ki, insanlar tarih boyunca yaşamak ve kazanmak için savaşmış... Karşılaştıkları
bilinmezliklerin, yaşattıkları korku ve sevinçleri anlamlandırmak için de: ne/niçin/neden/nasıl diye çokça sorular sorup, sürekli olarak arayışta bulunduklarını anlıyoruz.
İnsanoğlu bu bilinmezlikler için
hep kendince nedenler aramış, bulmuş, sıralamış. Korkutan, ürküten güçler ve başa çıkılmaz
bilinmezliklerle karşılaşınca da, onları kutsayıp, tapınmış. Bilinmezlik,
korku, acı ve ıstıraplar sürüp gittikçe de, insanlar için sığınacak birer liman
olmuş inançları ve tapınakları…
İşte böyle doğmuş doğa
güçlerine tapan Paganizm… Tanrılar ve Tanrıçaların bolca olduğu Çok Tanrılı
Dinler… Ve “İbrahim’i Dinler” olarak bilinen Tek Tanrılı Dinler…
Her insanın kendine özel olarak kutsal kıldığı, bunlara dokunulunca da, incinip canının yandığı; inançları ve değerleri vardır. Herkesin bu inanç ve değerlerine saygı duymanın da bir “erdem” olduğunu unutmamak gerekir.