21 Şubat 2020 Cuma

GÖÇMENLER

Sokakta karşılaştığınız bir insanımıza; “Ülkemizin en önemli birkaç sorununu söyler misiniz?” diye sorunuz. Yapacağı sıralama içinde mutlaka; “sığınmacı, mülteci, göçmen, kaçak” sözcüklerinden birisi olacaktır.Bu sözcüklerin bazı farklılıkları olsa da, benzerlikleri daha çoktur, bunun için bazen “göçmen” bazen “gurbetçi” olarak kullanmak istiyorum. 

Ülkemiz hem kendi içine, hem de dışına çokça göçmen/gurbetçi göndermiş, değişik ülkelerden de çokça göçmen/gurbetçi almış ve bu acılı süreç artarak devam etmektedir. Göçe zorlayan trajediler yetmezmiş gibi, onları bir de denizde, karada ve vardıkları yerlerde bekleyen nice acılar vardır.

Bugün Suriye'de yaşanmakta olan haksız emperyal savaş nedeniyle, 4 milyon göçmen aldık, sınırımızda da milyonlarca göçmen adayı fırsat beklemekte... Ve daha dün Almanya'da gurbetçileri hedef alan ırkçı bir saldırı... 

Dünyadaki bütün emperyalist/faşist savaşlar, kendisini "insan(!)" sanan bazı kişi ve grupların öz çıkarları için çıkmış ve çıkmaktadır. Ve tüm çıkar savaşları da; "dinim, ırkım, vatanım, devletim, milletim, beka.." gibi hamaset sözleri ile başlatılır.   

Halkın duygularını kabartan çağrılar yankı bulur ve halk çocukları, 
kinle bilenerek tanımadığı, bilmediği başka coğrafyalardaki suçsuz günahsız halklara düşmanı olarak savaşa gönderilir. Düşman ilan edilen mazlum halkın; malı talan, çocuk-kadın-yaşlı-gençler katledilir... insanlık suçu büyük acılar yaşatılır...

O kandırılmış askerlerin bazıları bu savaşta ölür, bazıları yaralı-sakat-sağ kalır. Fakat sağ kalanlar (yaşananları unutamaz) bunun için ömür boyu bir "suçlu" olarak vicdan azabı içinde yaşarlar. 

Acımasız-haksız savaşlar, baskı, zulüm, sömürü, yoksulluk, ölüm korkusu ve bir de doğal felaketler göç etmeyi zorunlu kılmaktadır. İ
nsanlar; güvende değil, işsiz karınları aç, ailesi için gelecekte huzurlu bir yaşam olmayacağını anlamış, böylece tek seçenekleri olmuştur göç. Yaşamak için, bir umut kapısı olarak gurbet ellere giderler.

Yoksa;

Kim; doğduğu evi, komşularını, hayvanlarını, bağ-bahçe-tarla-
coğrafyasını, anılarını, hayallerini, bırakıp, bilinmedik diyarlarda sığıntı olmak ister?!... 

Kim; dilini, töresini, bilmediği yaban ellerde işsiz, güvencesiz bir  gurbetçi olmak ister?!... 

EN ÜST KİMLİK İNSANLIKTIR

Bazı insanlar göçleri doğuran nedenleri bilmiyor, bazıları göçleri, kendi yoksulluklarının sebebi biliyor, bazıları da kimlikleri öne çıkarıp; ırkı, dini, kültürü ve yaşam tarzına uymadığı ... için göçmenlere dostça bakmıyor ve onları çevrelerinde görmek istemiyorlar. Fakat, dünya barışını yok edip, göçleri zorunlu kılanlar ile kendilerini yoksul bırakanların aynı emperyalistler, aynı işbirlikçiler ve haksız savaşlar olduğunu bilmiyorlar. 

Evet, her insanın birçok kimliği vardır, fakat en kapsayıcı olan kimlik insanlıktır. Ancak bu kimlik etrafında birleşmek dünyaya huzur ve barışı getirir.

Zorunlu nedenlerle evini toprağını terk eden göçmenler, ister kendi ülkesi içinde, ister ülke sınırları dışına çıksınlar, onlar için artık sınırların hiçbir önemi yoktur. Çünkü onu var eden damarları, kökleri kopmuştur ve artık o gittiği yerde bir gurbetçi olmuştur.   

GÖÇMENLERİN HAYATI

Bazı göçmenler; “karnım nerede doyarsa vatanım orasıdır” dese de, siz inanmayın onlara. O gurbetçi, kendi coğrafyası uzağında yaşarken içindeki özlemleri saklı tutarak, buralara kök salıp, dal-budak vermeye çalışsa da… O, zorunlu bir sürgün, bir tutuklu gibi düşünür/görür kendini.  O, yaşama merhaba dediği coğrafyasını sürekli olarak rüyalarında, hayallerinde gizli gizli yaşatır, yüceltir, kutsar kendince.

Göçmenlerin karşısına aşılması zor engeller çıkar, bu engelleri aşmak için de öncelikler sıralamasını değişmek zorundadır. Artık hayallere, sevgiye, aşka, hobilere ayıracak zamanı çok çok azalmış, yaşam savaşı ön sırayı almıştır. Çoluk çocuğu ile gurbet elde 'sıla' özlemi çekip, için için yansa da… O, özlemlerini kendine saklar, gizli-açık kendisi ile fısır fısır konuşur ve dertleşir.

Rüyalarında, geldiği yerin dağları, yaylaları üstünde; koşar/uçar, serin pınarlardan su içer, arkadaşları, komşuları ile buluşur, konuşur... Öper, koklar, kuzularını oğlaklarını, başaklı tarla ve bahçelerde dolaşır, meyveler koparır dalından...

Rüyaların sevinci daha onu dinlendiremeden, yeni güne yorgun başlar. Hele de duyguları ona; “çevrendekiler seni istemiyor, her an göz hapsindesin, hep seni konuşup, çekiştiriyorlar... diye fısıldıyorsa…

Başı öne eğik kapı çalıp, iş ararken, kuşkucu söz ve bakışlarla sorgulandığını hisseder kahrolur. Kimse “ben olsaydım ne yapardım” diye duygudaş olmaz ona...Kimi “ne işin var buralarda, memleketine git” der. Kimisi de acıyarak sadaka vermek ister…

Gün boyu yara alır, onuru zedelenir, boğazı düğümlenir nefessiz kalır. İçine akıttığı gözyaşlarının da hiçbir faydası dokunmaz ona… Olanlar, söylenenler, hor görmeler, git demeler, ondaki yaşam tutkusunu, alıp gitse de… O, yaşamak zorundadır, hele de bakacak ailesi ve çocukları varsa...

Alıp başını gitse, başka gurbetlerin gurbetçisi olması da kolay değil ki!... 

Ve eğer şanslıysa; barınacak bir yer, karın doyuracak bir iş bulur.

***

Gurbetçiler bir iş bulsalar da, yaşamsal öncelik sıralamasında kendileri için önde bir yer bulamazlar. Bu kez, varsa çocukları, yoksa da doğacak olanlara öncelik sırasını vermek ve onlar için bir gelecek kurgulamak zorundadırlar.

Eğer zorlukların, zalimliklerin bittiğini, çocukları için güvenli bir gelecek olacağını anlasa hemen uçup gitmek ister doğduğu yerlere… Bu duygu ile "haydi" diyecek olur, yine başaramaz. Çünkü çocukları bu coğrafyanın havası, suyu, yaşayışına alışmıştır, söküp alamaz onları buradan, çaresiz kalmıştır artık.

Gurbetçilerin sırtında kambur oluşturan yükler; hem sosyal, hem ekonomik, hem politik, hem de psikolojiktir. Bu yüklerin en zalimi, en utanç verici, en çok yaralayanı ise, kimlik baskısı veya bilindik ismiyle faşizmdir

Gurbetçiler, bedeli çok ağır olan kara faturalar için; canlarını, mallarını, topraklarını, gururlarını, duygularını ödeyerek yaşama tutunmaya çalışan yaralı insanlardır.

Eyyy gurbetçilere, göçmenlere düşman olanlar!..

Niçin gurbetçilere kimlik baskısı yapıyorsunuz?

Bizler de tüm “insanlık” olarak bu ağır faturanın suç ortaklarıyız!...

Çünkü bizler insanlık olarak...

El ele verip; emperyalizme, faşizme, savaşlara, sömürüye, "DUR!.."

Savaş sevicilerine, "GİT!..."

Yoksulluğa "YOK OL!.."  

Demedik/diyemedik.

Şimdi neden koro olmuş, gurbetçilere "GİT!.." diyoruz?

Diğer yazılarım:tıklayınız

14 Şubat 2020 Cuma

İLKSAN

İLKSAN "İlkokul Öğretmenleri Sağlık ve Sosyal Yardım Sandığı" 1943 yılında 4357 sayılı Kanun ile kurulmuştur.
  
Milli Eğitim Bakanlığı bütçesinden maaş alan; ilkokul, yetiştirme yurtları, uygulama okulu, özel eğitim okulu öğretmenleri, Milli Eğitim Müdürleri ve İlköğretim Müfettişleri İLKSAN’ın zorunlu üyeleri olup, üyelik aidat öderlerdi.

Üyelerinden toplanan aidatlar bu sandığın sermayesini oluştururdu. Bu yardım sandığının amacı ve görevi; bir araya getirilerek sağlanan parasal gücü belli kural ve kararlar çerçevesinde, ihtiyacı olan üyelere yardım etmek, dayanışmayı sağlamak ve üyelerinin mesken ihtiyaçlarını gidermek olarak özetlenebilirdi.

İLKSAN amaçları doğrultusunda üyelerine şu yardımlarda bulunur:
1. İkraz (Borç para verme)
2. Evlenme Yardımı
3. Doğal Afet Yardımı
4. Şehit Yardımı
5. Ölüm Yardımı
6. Maluliyet Yardımı
7. Emeklilik Yardımı

Başbakan Süleyman Demirel 1993 yılında, Tercüman Gazatesi Sahibi Kemal Ilıcak'ı kurtarmak için, İlksan bütçesinden para aktarma emrini verir. Milli Eğitim Bakanı Köksal Toptan’ın karşı çıkışına rağmen bu para aktarılır. Durum açığa çıktığında ise Demirel meydan okuyarak: 

"Verdimse ben verdim." 

Der ve noktayı koyar. 

İşte bu "Verdimse ben verdim." sözünden sonra İLKSAN daha çok tanınır oldu. Ve Türkiye yolsuzluk tarihinde önemli bir kara dosya olarak yer aldı. Yıllar süren sembolik yargılamalar sonunda varılan sonuçsuzluk da; bu kapkara dosyanın faillerini aklamış oldu...

Sonraki yıllarda da, İLKSAN’ın üye aidatlarıyla edinilen tüm “menkul ve gayrimenkullerine” el koyarcasına parça parça satışa sunuldu ve kuruluş amaçları dışında bir “resmileştirme” ile bazı odaklara teslim edildi.

 ***

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın, “Kanal İstanbul bir cinayet projesidir” diyen İstanbul’dan sorumlu olan Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’na; 

“Sen otur işine bak.” 

Diyerek susturmak istediği bu günlerde...

Bakınız, İLKSAN hangi işlerle uğraşıyor:

(Sanırım emekli bir üyesi olduğum için İLKSAN bugün telefonuma şu mesajı gönderdi):

“Diyanet Isleri Baskanligi ILKSAN uye ve yakinlarina ozel indirimli Berat Kandili Umre Ziyareti programi kayitlari baslamistir.
Bilgi 444 1943 B018”

Büyük bir olasılıkla İLKSAN yönetiminin, sorgulanamaz bulduğu bir emir gereği çaresizce böyle bir kampanya başlattığını düşündüm ve cevaben kendilerine aşağıdaki mesajı yazarak gelen adrese göndermek istedim. Fakat başaramadım. Karşıma: “mesajınız gönderilmedi“ diye uyarı çıktı.

Bende bari bu ortamda sizlere duyurayım dedim:

“Mesajınıza cevabımdır;

Ne demek özel indirim?!...

Bakın, "Umre Ziyaretini" bile kayırmacı ve ayrımcı bir anlayışla yapıyorsunuz.

Sizin göreviniz “Umre Ziyareti turu” düzenlemek mi?

Neden çalışanlarınız ve emekli olanlarınız yararlansın diye, size görev olarak verilen meslek ve yaşam koşullarını düzeltici çalışmalar yapmıyorsunuz?"

                                        Emin Toprak Emekli Eğitimci


Diğer yazılarım:tıklayınız

10 Ocak 2020 Cuma

Kaynaştırma Eğitimi

Gün geçmiyor ki medyada “Kaynaştırma Eğitimi” alması gereken çocuklar ve ailelerine psikolojik baskı (mobing) uygulandığı hakkında haberler çıkmasın.

O haberin veriliş şekline göre, belki bazı dinleyenler o an biraz etkilenir “vah vah” der, fakat sonrası günlerde, unutulur gider...

Peki, “Kaynaştırma Eğitimi” nedir?

Öğrencileri, herhangi bir seçim veya ayrıştırma yapılmaksızın oluşturulan, tüm okul/sınıf/dersliklerde; bedensel, duygusal, sosyal farklılıklar vardır. Bu durum da o kurumlarda “çan eğrisi” benzeri bir yüzdelik dağılım oluşturur.

İşte bu tıpa tıp aynı olmayan; sosyal, psikolojik, fiziksel, duyma, görme, algılama, yorumlama vb. alanlarda farklılık gösteren öğrenciler, normal eğitim ortamında verilen eğitimden yeteri kadar yararlanamazlar. Ve bunun için de (+) eğitim, yani “özel eğitim” ihtiyacı duyarlar.  

Bu çocuklar aramıza uzaydan gelmediler. Bunlar bizim bir parçamız ve gerçeğimizdir. Okul yaşamı sonrasında da bizimle birlikte yaşayacaklar.
Çağdaş ülkeler bu öğrencileri; akranlarıyla aynı okul/sınıf/dersliklerde eğitim verdirirken, farklılıkları nedeniyle de dışarıdan destek eğitim sağlamaktadır.

Bizde bu kaynaştırma eğitimi yeterince yapılmasa da, yapılmak istenen budur.

İşte sınıf arkadaşları, öğretmenleri, okul yöneticileri ve veliler el ele vermiş okullarda, sınıflarda bu çocukları görmek istemiyorlar.

Peki, bu sınıf arkadaşları, öğretmenler, yöneticiler ve veliler suçlu mu? 

Evet, bunlardan “sınıf arkadaşları” dışındaki herkes yani o öğretmenler, yöneticiler, velilerin hepsi suçludurlar. 

Bunlar nefret suçu işliyorlar. Nefret suçu da bir insanlık suçudur. 

Peki, “sınıf arkadaşları” niçin suçsuzdur?

Çünkü onlar okula “eğitim” almak için gelmiş ve eğitilmemişler...

İşte bu nedenle de yöneticiler ve öğretmenler, çok daha ağır suçludurlar.

***

Peki, bu çocukları niçin istemiyorlar?

Kendilerine benzemiyor,

Kendileri gibi konuşmuyor,

Kendileri gibi yazmıyor,

Kendileri gibi düşünmüyor,

Kendileri gibi görmüyor,

Kendileri gibi duymuyor

Empatiden uzak bu anlayış ve düşünüş; narsist/faşist bir felsefe ürünü... 

Bu, bireylere enjekte edilen bulaşıcı bir virüs…

Bu ayrımcılık, sadece okullarda değil ki!

Her yerde, her yerde!

Dünyada ve ülkemizde etkili olarak yaşanıyor.

Ve;

Etnik kimliğimizi taşımayan,

Dinimizden, inancımızdan olmayan,

Dilimizi konuşmayan,

Bizim sloganımızı atmayan,

Türkümüzü söylemeyen,

Bizim gibi düşünmeyen,

... herkes “başka/diğer/düşman” ilan ediliyor.

“İnsanlık”  bölünüyor, parçalanıyor…

Oysa ne güzel, ne de anlamlı bir sözcüktür: “KAYNAŞTIRMA”.

Özgürlük ve özgünlüğünü geliştirerek hissetmek;

Var olmayı,

Birlikteliği,

Dayanışmayı,

Çok renkli-sesli uyumluluğu,

Yaşamayı… 

Diğer yazılarım:tıklayınız

25 Ekim 2019 Cuma

Hedefe ulaştıran yol


Hedef insanın varmak istediği son noktadır. Sözlükler hedefi, amaç olarak da tanımlarlar. Bence, amaç tam olarak tanımlamaz son nokta olan hedefi. Çünkü hedefe adım adım ulaşılır ve her adımın da değişik amaçları olabilir.

Bunun için de hedef; ana amaçtır demek, daha uygundur diye düşünüyorum.
   
Her insan hedefine ulaşmak için, çeşitli amaç, yöntem, araçlar belirler ve onları kullanarak yol alır. Böylece yaşamında istediği değişiklikleri yapabilir.

Her sosyal insanın; seçtiği amaç, yöntem ve araçlar, onun hangi toplumsal grup içinde yer alacağını da belirler. Hedefine varmak isteyenin önünde sadece iki yol vardır (üçüncü bir yol yoktur). Ya birinci yolla yol alınır, ya da ikincisiyle…

İşte o iki yol ve yolcuları:

Birinci yol ile yola çıkanların amacı; kendisi, halkı ve insanlık için belirlenen hedefe ulaşmaktır. Bilim insanları, hümanistler ve devrimciler bu yolu seçerler.

Bu insanlar: dinler, öğrenir, düşünür, tartışır, hakkını arar, yorumlar, geliştirir, üretir, paylaşırlar…

Özetle bunlar: mantık ve akılla araştıran, bulan, özgün katkı sunan ve mevcut düzenle yetinmeyip, değişim gelişim isteyenlerdir.  
*
İkinci yol ile yola çıkanların amacı; kendisi ve birlikte olduğu grup için belirlenen hedefe ulaşmaktır. Önce 'ben' diyen benciller, sömürücü ve zalimler bu yolu seçerler.

Bu insanların büyük çoğunluğu: dinler, öğrenir, emre uygun çalışır, üretir, verilenlerle yetinirken, gruptaki sömürücü ve zalimler, düzenlerinin sürgit devamını isterler.

Özetle bunlar; öğrendikleri ile yetinen, yorum yapmayan, katkı sunmayan, sadece istenileni yapan, gelişim ve değişime karşı duran, mevcut düzenle yetinmekte olanlardır.

Görüldüğü gibi:

Birinci yolun ilke ve kuralları insana ve insanlığa dairdir. Bu kurallara uyanlar; objektif, bütüncü bir anlayışla değişim ister, ayrımcılık yapmazlar. Bu yolda olanlar, toplumsal yaşamda olup bitenlere bölgesel ve grupsal değil, evrensel bir bakışla bakarlar.

İkinci yolun ilke ve kuralları; bireye ve gruba dairdir. Bu kurallara uyanlar; sübjektif, “yerli ve milli” bir anlayışla, ayrıştırır, ötekiler yaratır. Bunun için de bu yolda olanlar; toplumsal yaşamda olup bitenlere evrensel değil, bölgesel ve grupsal bir bakışla bakarlar.

Yapılan haksızlıklar nedeniyle bu günlerde her iki yoldan gidenlerden de azımsanmayacak sayıda kişi ve grup; demokrasi, insan hakları, hak, hukuk, adalet gibi evrensel değerleri sıkça anar ve arar oldu. 

Fakat ne yazık ki, bu kişilerin büyük çoğunluğu, aradıkları evrensel değerlere yerli ve milli bir zırh giydiriyor ve bu değerleri sadece kendileri ve grupları için istiyorlar. Başka ilan etikleri için de canları cehenneme diyorlar.

Sizce evrensel değerlere; coğrafi, inançsal, kimliksel etiketler eklenir mi?

Ya da, sadece bir gruba özgü kılınan değerler evrensel olabilir mi? 


***

Evet, önümüzde iki yol var.

Bize de bu yollardan birini seçmek düşer.

Demek ki, seçme yetisini kaybetmeyen her insan yolunu kendisi seçer.

Kişi hangi yolu seçerse; o yolun istediği kurallara uyar, orada şekillenen kişilik özelliklerine (karaktere) bürünür, yani o yolun yolcusu olur.

Tüm inanç sistemleri der ki: insanların bu dünyadaki yaşamı ölümle sonlanınca, öbür dünyada; sevap ve günahlarına göre, ya cennete, ya da cehenneme gidecekler. 

Demek ki, öbür dünyada da insanların önüne iki ayrı yol çıkacakmış. Ama, cennete mi, cehenneme mi gideceği kararını kişi veremeyecekmiş. Öbür dünyadaki yol seçiminde belirleyici olan, kişinin bu dünyadaki eylemleri ve söylemleri olacakmış... 

Ne dersiniz? 

Belki bazıları sevinerek: "Eğer böyle ise yukarıdan beri anlata gelinen birinci yolun yolcuları cennete, ikinci yoldakiler ise cehenneme gidecektir!..." diyebilir.

O halde şimdi zulme varan haksızlık ve sıkıntılar içinde yaşayan, birinci yoldakiler ve ikinci yoldakilerin büyük büyük çoğunluğu "insanca" yaşamak için ölüm sonrasını mı bekleyecekler?

Kesinlikle hayır!... 

Bu dünyada cehennemi yaşamak zorunda bırakılan büyük çoğunluğun,"Artık yeter!.." deyip kendilerine: "Kaderin bu, öbür dünyayı bekle" diyen küçücük mutlu azınlığa "dur" deme zamanı çoktan gelmiştir. Sömürmek için uydurulan ve yaşamları cehenneme çeviren, yalan ve algılar teşhir edilmeli. 

Dünyada herkesin "insanca" yaşayacağı bir iklim için, herkes el ele, omuz omuza vermeli...   


Diğer yazılarım:tıklayınız


18 Ekim 2019 Cuma

AYNALAR ve HUZUR

Aynalar, işlevleri gereği olarak; laboratuvar, okul, fen, tıp, dişçilik, askeriye, trafik, süsleme, kültür-sanat-eğlence vb. pek çok hayati alanda kullanılır.

Hazır eğlence demişken, sanırım bir anı için parantez açma zamanı geldi: 

(Edinburgh’ta  bulunan 6 katlı bir ayna müzesini eşim ve kızım ile birlikte gezmiştik. Daha çok çocukların götürüldüğü bu müzenin her katında, aynaların işlevleri birer mühendislik eseri olarak sunuluyordu. Burada, kahkahalarla gülmüş, bazen ağlamış, sonuç olarak: unutulmaz anlar yaşamıştık.)

Ayna, belki ilk insanların cebinde olmamış, duvarlarına da asılmamıştır. Fakat ilk insanla yaşıt olarak, insanlık yaşamın her zaman etkileyen önemli bir araç olmuştur…

Günümüzde pek çok çeşidi olan aynaları, hemen herkes kullanır. Ayna eğer aniden karşımıza çıkarsa bizi ürkütür, korkutur ve panikletir. Sanırım bu deneyimi herkes yaşamıştır. Yani aynaya yansıyan kendi görüntüsünden ürkmeyen, korkmayan ve paniklemeyen hiç kimse yoktur. Sonra da, aynanın yansıtıcı bir araç olduğunu anımsayarak bu korkumuza gülüp geçmişizdir.

Peki, acaba duvarında, cebinde aynası olmayan ilk insanlar; denizde, ırmakta, durgun suda ve karşısındaki kişinin gözbebeğinde kendi görüntüsünü görünce ne yapmış, neler yaşamış, neler söylemiş ve bu korkusu onu hangi tanrıya bağlamıştır?

* **

Aynalarla kavgalı, mutsuz ve suskun bir toplum:

Aynalar fiziksel işlevleri dışında, toplumsal yaşamda değişmeceli (mecazi) anlamda kullanılır. Kişi, grup ve toplumun eylem, söylem ve psiko-sosyal durumuna ışık tutar, orada olup bitenleri yansıtır. 

Böylece ayna toplumsal bir işlev de kazanır.    

Bunun için ayna hakkında her kültürde çokça tekerleme, şarkı, şiir, öykü söylenmiş, yazılmıştır. Ve kocaman egosu olanlar da aynalara yalvararak; “Ayna ayna, söyle bana! Var mı benden güzeli…” diyebilmiştir.

Orhan Veli, çok büyük bir ozanımız... O, insanın bir eline ayna, bir eline de cımbızı verir ve: 

Ne atom bombası/Ne Londra Konferansı/Bir elinde cımbız,/Bir elinde ayna;/Umurunda mı dünya! 

Diyerek toplumsal duyarsızlığı eleştirir.  

Toplumumuzun büyük çoğunluğu, kendisiyle kavgalı, mutsuz ve suskundur. 

Belki çok küçük bir grup kendileriyle barışık ve mutlu görünüyorsa da siz sakın inanmayınız. Onların da yoğun bir gelecek kaygısı ve korkusu yaşadığı kesindir.

İçinde; kendisiyle kavgalı, işsiz, güvencesiz, mutsuz, acılı ve suskun bunca insan barındıran bir yerde hiç huzur olabilir mi?  

Ülkece zor günler yaşıyoruz, bunun için egomuzu susturarak, kendimizle yüzleşerek, eksik ve yanlışlarımızı bulup, gidererek insan olmanın onurunu yaşamamız ve huzur bulmamız gerekir.

Kişisel ve toplumsal gerçeklerimizle yüzleşip zorluklarla başa çıkmamız için de insani bakışlı aynalara ihtiyacımız vardır.  

Çünkü eğer her sabah işe giderken, ‘aynadaki kendinizi’ beğenmezsek, o gün bize zehir olur, mutsuz ve başarısız oluruz.

Belki aynadaki kendinizin kaşı, gözü ve görünür her yeri iyidir, güzeldir. Ya da belki aynadaki kendinizi beğenmiyorsunuz. Sadece bunlarla yetinip: “kendimi beğendim!..” veya “kendimi beğendim!..” diyerek kurtulamazsınız.

Çünkü ayna karşısında kendinizi beğenme veya beğenmemenize içsesimizin de onay vermesi gerekir.

Çünkü içsesimiz sadece fiziki görünüşümüz ile yetinmez, bunun dışında, çevrede olup bitenler karşısındaki duygu, söylem ve eylemlerimizi de tarafsız bir hakem gibi sorgular-yargılar-yorumlar sonra da bize; “beğendim” veya “beğenmedim” diye ses verir.  

Demek ki bize enerji veya enerjisizlik veren bu içsesimizdir. Siz ona, mantıok, akıl, sağduyu, vicdan, ahlak da diyebilirsiniz…

***

Ülkece zor günler yaşıyoruz; yöneticilerimiz adil değil, yargıçlarımız hukuktan uzak, güvenliğimizi sağlamakla görevli olanlar insan haklarını önemsemiyor, demokrasimiz ağır yaralı... 

Bu günlerde hepimizin içsesi; kıpır kıpır huzursuz, çığlık çığlığa haykırıyor: Olup bitenleri beğenmedim!... Hayır, hayır! Olmaz! Yapmayın!.. diye, isyan ediyor. İçsesimizin bu çığlık ve isyanını egomuzu yenerek susturmalıyız.  

Şimdi de her konumdaki kişi ve meslek sahibine, özellikle de yönetici, yargıç, hekim, öğretmen, güvenlikçi, gazeteci-yazar-şair olanlara insani bir çağrıda bulunmak istiyorum.

Lütfen mesleğinizin evrensel etik kurallarını hatırlayarak; söylem, eylem ve uygulamalarınıza ayna tutunuz.

Hekimlerin Hipokrat yemini tüm dünyada kabul görmektedir. O halde bu ilkelerde birlik olalım. Bence, güncellenen bu yeminin bir maddesi tüm mesleklerin de etik kuralı sayılabilir ve o madde şöyledir:

(Her meslek sahibi görevini yaparken karşılaştığı insanlar ile arasına); “… yaş, hastalık ya da engellilik, inanç, etnik köken, cinsiyet, milliyet, politik düşünce, ırk, cinsel yönelim, toplumsal konum ya da başka herhangi bir özelliğin girmesine izin vermeyeceğime… Kararlılıkla, özgürce ve onurum üzerine, Ant içerim.”

Diyerek ant içer ve buna uygun eylem ve söylemde bulunursa, yani ayrımcılık ve ötekileştirme yapmazsa, o zaman ülkemiz insanları bu zor günleri aşar. 

O zaman zor günler biter ülkeye huzur gelir huzur!...

Huzura düşman olunmaz ki!.. 

Niçin huzursuzluk istiyorsunuz?


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız




11 Ekim 2019 Cuma

Adalet+Vicdan+Ahlak=BARIŞ

Adalet, Vicdan, Ahlak…

Bunlar her kişi ve her toplumda bulunan çok önemli insani değerler…

Baskıyla suskun kılınan toplumlarda, bu değerler aşınır ve zarar görür. Bunun için o toplum ve insanları; kendileriyle barışık olmadan, huzursuz, mutsuz, özgüvensiz ve başları öne eğik yaşarlar.

Çünkü her sağduyulu her vicdan; çevrede olup bitenleri izler, düşünür, yorumlar. Haksızlık-adaletsizlik görürse de, karşı çıkması için sahibinin içini kemirir, onu huzursuz kılar ve sürekli uyarır. Buna rağmen vicdan sahibi, olup bitenlere karşı çıkmaz, sessiz ve duyarsız kalırsa da ona isyan eder.

Bunun içindir ki, böyle toplumlarda çoğu kişi kendi vicdanı ile kavgalı durumdadır.

Bunun içindir ki, böyle toplumlarda insanlar yiten değerlerini hep arar dururlar.

Ve hem de böyle toplumlara ikiyüzlü bir ahlak egemen olur. 

Çünkü: 

Büyük çoğunluk, kendi vicdanının haykırış ve isyanını haklı görse de, ‘bencil’ davranır, “bana ne” der. Ve bu isyanı “sus, sus!..” diyerek bastırır. Demek ki, topluma ikiyüzlü bir ahlak egemen olmuş, çoğu kişi dürüstlükten uzaklaşmış ve “üç maymunu” oynuyor. 

Bazı kişi ve gruplar ise, kendi vicdanlarının haykırışını haklı görüp, zalime, zulme ve haksızlıklara karşı dururlar.

İşte o zaman aranan “düşman” ve “ötekiler” bulunmuş olur...  

Bu “düşman” ve “ötekiler”, egemenler ve onların kukla fedailerinin hedefi haline gelir. O zalimlerin hışmına uğrar, işkence görür, kaybolur, tutuklanır ya da öldürülürler… 

Artık egemenlerin doymak bilmez bir açgözlülükle yaptığı sömürü, dayatma ve baskı düzeni etkili olmuştur. Çoğu insan, olup bitenleri içine sindiremez, adil, ahlaki bulmaz, fakat çaresizlik ve korku onların boyun eğmesini sağlar.

Böylece ‘sus düzeni' kurulmuş olur.

***
Suskun toplumda egemenler ile işbirlikçileri; şimdiki ve gelecek çıkarları için sus düzeni kurmuşlardı ya... İşte bu düzende dört iklim yoktur, sadece ‘korku iklimi’ vardır.

Korku ikliminin amacı: var olan düzeni korumak ve yarını garantiye almaktır. Bu amacın gerçekleşmesi için de:  

Bir: Her gün kendi vicdanlarına “sus!..” deyip, kavga eden büyük kitleyi oyalamak…

İki: Olup bitenlere susmayıp, karşı olan (muhalefeti), ötekileştirerek, düşmanlaştırarak sindirmek ve etkisiz kılmak gerekmektedir.

Yöntem olarak toplum mühendisliği ile algı oluşturmayı seçerler. Bu yolla, toplumun birer zenginliği olan; kimlik, dil, düşünce, inanç gibi farklılıklarını, etik olamayan, ahlaksız söylenti, yalan, iftira, hilelerle düşmanlık, kin ve nefrete çevirirler. Böylece toplumu kolayca bölüp parçalar, düşmanlıklar yaratırlar.

Araç olarak, kitlelere ulaşımlarını sağlayan meydanları ve sözlü-yazılı-görsel iletişim araçları olan: TV, radyo, gazeteleri etkili kullanırlar. Bunlar aracılığıyla algıya dönüştürdükleri yalanlarını hamaset yaparak anlatırlar.  
(İktidar, iktidar olmanın sağladığı güçle, bu yöntem araçları zaten kolayca ele geçirmiştir.)

Yöntem ve araçların oluşturduğu yapay algılarla; savunmasız ve korumasız olan kişi ve gruplar kolayca ‘düşman’ ilan edilir ve onlara ‘mahalle baskısı’ uygulanır. Hatta yaratılan bu sanal düşmanlıklar yardımıyla kitlesel ölümlere neden olacak haksız savaşlar bile çıkartılır.

Yıllardır her akşam bazı TV kanallarında; adalet, vicdan, ahlak diye diye topluma; adaletsizlik, vicdansızlık, ahlaksızlık aşılıyorlar. Ve adeta “kim kime daha çok hakaret edecek” yarışması düzenliyor gibiler.  

Her gün toplumun karşısına çıkan bu kişiler, orada olamayan ve cevap hakları yok edilmiş olanlara küfür edip hakaret yağdırıyorlar. Ve sık tekrarlarla söyledikleri bu zırvalarına, bir gün sonra kendileri de inanır hale geliyorlar.

Peki, bunlara ‘dur’ demekle görevli kurum ve makamlar niçin susuyor!?..

Çünkü korku ikliminde, bu kişiler hiç sorgulanamaz ve ceza almazlar…

Çünkü karanlık eller korumaktadır bunları…

***

Adalet-Vicdan-Ahlak; ‘neden sonuç’ ilişkisiyle iç içe geçmiş, birbirini tamlayan, üç insani değer…

Adalet+Vicdan+Ahlak=BARIŞ

Eğer bir toplumda:                               

Yargı; bağımsız-tarafsız-hukuka uygun kararlar vererek adaleti sağlarsa...

Yönetim; demokratik-eşitlikçi uygulama yaparak vicdanları rahatlatırsa...

İnsanlar; adil, vicdanlı, ahlaklı olursa... 

İşte o zaman savaş değil BARIŞ olur.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız