16 Şubat 2018 Cuma

İki buçuk haber ve çağrıştırdıkları

Gündemde o kadar çok acı acı güldürecek konu var ki!... İnsana ister istemez; Nasrettin Hoca, Karagöz-Hacivat, Keloğlan ile Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Muzaffer İzgü gibi ustaları hatırlatıyor.

İnsanın her yaşantısını kayıt altına alan sonsuz bir belleği olduğunu söylerler. Ama koruma altındaki bu bilgilere ihtiyaç duyduğunuzda ulaşmak hiç de kolay olmuyor.  Hatırlamak için bazen, saatlerce/günlerce, dolaşıp durursunuz. Bazen de bir sohbet, bir sevinç, bir üzüntü, bir olay, ya da hiç olmadık bir yer ve zamanda; “çağrışım” dediğimiz yolla, pat diye aniden ortaya çıkıverir bu bilgiler.

İşte böylesi çağrışımlar yapan bazıları, yukarıdakileri veya benzeri ustaları anarak; “Eğer onlar yaşayıp bu konuları dillendirselerdi, kim bilir ortaya ne muhteşem eserler çıkardı!...” derler. Bazıları da haklı olarak, ülke iklimini düşünerek; “Ama şimdi yaşayan ustalar da susturulmuş, baskılanmış durumda…” diyerek karşı ilk konuşanların kekelemesine neden olurlar.

Yani Nasrettin Hoca deyişiyle; hem bazıları, hem de diğer bazıları haklı…

Acı acı gülmek”; bizim ve bizim gibi ülkelerin her gün sıkça yaşadıkları bir gerçektir. İşte geçen haftadan; duyanları acı acı güldürecek ve düşündürecek olan sadece iki buçuk (2,5) haber:

***
Birinci haber, “Sakıncalı Afacanlar…”:
Ben bu haberi okuyup ve düşünürken; Uğur Mumcu’yu ve onun “Sakıncalı Piyade” eserini anımsadım. “Sakıncalı Piyade” 12 Mart askeri darbesinin öncesi ve sonrasındaki yaşanmışlıkları anlatan bir eser. Bu eserin arka kapağına bakın Aziz Nesin neler yazmış:

"Ellerin dert görmesin Uğur Mumcu! Sakıncalı Piyade'yi yazdığın için, eline sağlık, ağzına sağlık, canına sağlık. Kendi yazdıklarıma gülemem. Ama senin yazdıklarını gülerek okudum. 'Acı acı gülmek' deyimi vardır ya, işte öyle acı acı güldüm."

Cumhuriyet gazetesinden Hakan Dirik’in, “Sakıncalı Afacanlar”  Haberi de, acı acı güldüren böylesi bir haber:

İzmir’de faaliyet gösteren Toprak Sahne Tiyatrosu, “Çevreci Afacanlar” adlı müzikli çocuk oyununu sahnelemek isteği ile Manisa'nın Akhisar İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü’ne başvuruda bulunur. İşte kendilerine verilen cevap:

“İlgi yazınız ile bildirilen “Çevreci Afacanlar” isimli tiyatro eseri incelenmiş olup inceleme sonucunda;
Tiyatro metninin 6. sayfasında ‘Bilgican’ adlı tiyatro karakterinin savaş karşıtlığı ile ilgili sözlerinin oyunun konusuyla alakasız bulunduğu,
Yine aynı sayfada ‘Yaşlı Ağaç’ adlı karakterin şiddet karşıtı sözleri ile çevre temizliği arasında bir ilgi kurulamadığı,
Ülkemizin içinden geçtiği bu hassas dönemde savaş karşıtlığı gibi siyasal söylemlerin çocuklarımıza sunulmasının sakıncalı olduğuna karar verildiğinden okullarımızda oyun tanıtımı ve afişlerinin asılması uygun görülmemiştir”

Peki, acaba savaş karşıtı ve siyasi söylem sahibi olduğu söylenen ‘Bilgican’ ve Yaşlı Ağaç’ neler söylemiş? İşte o konuşmalar:

“BİLGİCAN: Yeter... Böyle bir anda bile kavga ediyorsunuz. Biz çocuklar kavgalardan, savaşlardan bıktık artık. Kavgasız savaşsız ve tertemiz mutlu bir dünya istiyoruz.
YAŞLI AĞAÇ: Bilgican haklı çocuklar. Böyle davranmak sizlere hiç yakışmıyor. Siz çocuklar sevginizle, dostluğunuzla biz büyüklere örnek olmalısınız. O zaman her şey daha güzel olacak. Böylelikle dünyamız daha yaşanır bir hale gelecek.
YAPRAKCAN: Haklısınız. Ufakcan’dan ve sizden özür dilerim./UFAKCAN: Ben de.
BİLGİCAN: Ya arkadaşlarımızdan? /İKİSİ: Sizden de özür dileriz arkadaşlar.
YAŞLI AĞAÇ: Yaşasın barış./BİRLİKTE: Yaşasın barış. /BİLGİCAN: Arkadaşlarımızda bizi affettilerse Etos’u yakalamak, çevremizi ve ormanlarımızı kurtarmak için bir çare düşünelim. /YAŞLI AĞAÇ: Etos’u yakalayıp iyi bir ders verelim./UFAKCAN: Kafasını kıralım./ YAPRAKCAN: Tüylerini yolalım./ UFAKCAN: Dövelim./ YAPRAKCAN: Evet dövelim.
YAŞLI AĞAÇ: Hayır çocuklar hayır. Şiddet çözüm değil. Önemli olan onları eğitip bir daha çevremize ormanlarımıza, doğal varlıklara zarar vermemesini sağlayabilmek…”

***
İkinci haber, “Robot Sanbot”:
Siz o sahneyi izlemeseniz de  mutlaka duymuşsunuzdur. Olay şöyle: U.D.H Bakanı Ahmet Arslan, “Güvenli İnternet Günü” için düzenlenen törende konuşurken, birden programın sunucusu robot ”Sanbot” araya girer ve ”Yavaş konuş, ne diyorsun anlamıyorum” der.  Daha sonra da, ”Neden bahsediyorsun?” diye soru sorar. Bakan Arslan, belki çok kızdı ama “ulan” bile demedi. Sadece, “Değerli arkadaşlar belli ki birileri robotu kontrol etmek durumunda. Kontrol görevini hangi arkadaşımız yerine getiriyorsa gereğini yapın lütfen” emrini verdi.

Sanbot’un cesaretine bak arkadaş! Olacak şey mi?!.. Bu ne özgüven be!..

(Demek ki robot Sanbot’un belleğine bazı yaşanmışlıklar işlenmemiş, onun için “çağrışım” yapamıyor. Onun için OHAL şartlarında bile; yollar, denizler ve haberleşmeden sorumlu bakanın sözünü kesip, ona sorular sorabiliyor. Anlaşılan biat etmesine engel olan özgüveni bundan…)

Görevliler telaş ve korku içinde “gereği için” hemen, robot Sanbot’u sahneden indirip sesini kestiler.

Neyse ki gözaltında fazla tutmamışlar Sanbot’u. Sadece belleğinde bazı değişiklikler yapıp (kim bilir belki elektronik kelepçe de takılmıştır) tahliye etmişler. Ha… bir de söyledikleri için, bakandan özür dilemiş Sanbot. O kadar…

Aslında memlekette OHAL şartları varken, bu robot Sanbot’un bu eylemi, tüm “bağlantıları” ortaya çıksın diye yıllar sürecek tutuklamalara başvurulabilirdi. Ama öyle olmadı, bu işten ucuz kurtuldu robot Sanbot… Diğer tutukluları düşündükçe torpilli olduğu anlaşılıyor Sanbot. 

Kim bilir Sanbot kimin adamı?!..

***

Buçuk (0,5) haber, Hülya Koçyiğit ve "özgürlük":
Sizlerin “Niçin buçuk, hiç buçuk haber olur mu” diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Hemen cevap vereyim: Eğer bir haberin, zaman, mekan ve gerçekle ilgisi yoksa….  

Hülya Koçyiğit de; “Bu ülkede kimse baskı altında değil, bilakis herkes fazla özgür.”  Diyerek böylesi bir habere imza attı. 

İşte bu kadar, olay bundan ibaret…

                                      ***

Sonuç olarak; anlata geldiğim "iki buçuk (2,5) sorun", bu ülkenin sorun deryası içinde sadece bir zerrecik... 

Bu zerreciklerden tekil olarak; ne bir müdür, ne bir bakan, ne de vatandaş sorumlu... 

Bunlar; çevreye, barışa, farklı düşünceye, demokrasiye düşman bir anlayışın ürünü, ya da halk düşmanı bir sistemin sonuçları... 

Bu halk düşmanı anlayıştan kurtulmak gerek.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

9 Şubat 2018 Cuma

Kandırma(k)-Kanma(k) ve İTAAT…

“Kandırmak”, kişisel ya da grupsal çıkarları çoğaltmak ve sürekli kılmak için,  gerçeklerin; psikolojik algılar yaratılarak saptırılması, gizlenmesidir. Kandırmak için “akıl”, kanmak için de “inanmak” gerekir.

Halk, kandıran kişilere; "dolandırıcı", “kurnaz”, “düzenbaz”, “sahtekâr” vb. isimler verir. Eğer kandıran kişi, kandırdıklarını önemsemez, onları aptal yerine koyarak görgüsüz ve cahilce davranırsa, halk onu; “şark kurnazlığı yapıyor” diye “tiye” alır. Kandıranlar her zaman, kandırdıklarını bir “av” olarak görürler.

"Av"; üretici, emekçi, göçmen ve çaresiz olanlardır.  Kandıran kişi kendisini “güven duyulan" olarak kabul ettirmek istediği için; korku, baskı, silah gibi “güç” araçlarını kullanmaz. Sadece onursuzca; psikoloji, teknoloji ve güncel olaylardan yararlanıp, değer-inanç-duygu sistemlerini hedefleyen tuzaklar kurar.

Temel yöntemleri, “algılar” oluşturmaktır. Araçları; telefon mesajı, e-mesaj, reklamlar, yalancı tanık, sahte belge, sahte para/obje, karşılıksız çek ve benzerleridir.

Böylesi olayları birçoğumuz, kitaplardan okumuş ve sinemalarda izlemiş, yaşamış, duymuş, tanığı olmuşuzdur. 

Bazı kimseler, kandırıldıklarını anlayınca hemen zararlarını gidermek için aracılara veya yasal yollara başvurur… Bazıları ise çaresizce ağlaşır, yakınır, beddualar eder ve onları 'Yaradan’a havale eder...

***
İtaat ve sonuçları:

Ahlak sistemleri yukarıda anlatılan "kandırma" eylemlerini, "etik" bulmaz ve karşı çıkarlar.  Fakat bu bireysel suçlar; dünyanın her yerinde sıkça karşılaştığımız ayıplı gerçeklerdir.

Bir de toplumsal düzeyde işlenenler suçlar vardır ki, bunlar daha  çok can yakar. Bu suçlar; ırk ve inançlara sığınan, yasama-yürütme-yargı-medya  güçlerini ele geçiren, otokrat iktidarlarca yasal(!?) gösterilir ve daha organize olarak işlenir. 

Bu arada emperyalist güçler de, onların silah fabrikaları da hiç boş durmaz, iç çatışmaları ve savaşlar çıkartır, silah satar ve büyük acılar yaşatırlar. 

Artık, devletin gücü desteğinde, meydanlar ve medyada "av" için; hamaset, demagoji, popülizm yapılması, "algılar" oluşturulması çok daha kolaydır. 

Ve artık, korkuya dayalı iklim, suskun bir toplum yaratılmış ve halkın büyük bir kısmı çaresizce itaat etmek zorunda kalmıştır.

Çünkü bu düzene biat etmeyip itaatsiz olmak en büyük suçtur.

***
Eğer “X” ülkesini yönetenler, sık sık başkaları tarafından kandırıyorsa…

Ya da tam tersi “X” ülkesini yönetenler kendi çıkarları ve ikballeri için; duyguları sömürecek algılar oluşturarak, kendi halkını kandırmaya çalışıyorsa...

Hele de bu kandırılma ile ülkenin halkı, kaynakları, değerleri, hak ve hukuku büyük zarar görüyor, büyük acılar yaşanıyorsa… 

Ama eğer halk her şeyi ayan beyan görmüş ve hesap sormaya başlamışsa... Artık istedikleri kadar: 'İşte bu da, bunlar da, bu da... Beni/bizi kandırdılar.'- 'Ben/biz de, sizi kandırdık.' - 'Allah beni/bizi affetsin...' 
Deyip özür dileyip çırpınıp dursunlar. Yine de onlardan hesap sorulur.

Çünkü henüz ok yaydan çıkmamış, at Üsküdar'ı geçmemiştir.
Fakat eğer çoğunluk kandırıldığını bildiği halde, “hayır” demeyip “itaat” etmeye devam ediyor ise!…

O zaman tehlike çok ama çok büyüktür.
 * 

İşte böyle zamanlarda da, o çaresizleri yalnız bırakmadan kenetlenip 

"Kandırma! Kanma! İtaat etme!... 
Kandırma, sana kanmam ve itaat etmem!..." 

Deyip karşı durmak gerekir.

                                  ***
1900–1980 yılları arasında yaşamış ünlü psikanalist, sosyolog, filozof ve sosyalist Erich Fromm'un “Psikolojik ve Ahlaki Bir Sorun Olarak İtaatsizlik”  adlı denemesinden birkaç alıntı yaparak yazımızı noktalayalım.  
  • “Bir kimse yalnız itaat gösterip, itaatsizlik edemiyorsa bir köledir; eğer yalnız itaatsizlik gösterip, hiç itaat etmiyorsa, bir isyankârdır (devrimci değil). Böyle biri öfke, düş kırıklığı ve pişmanlıkla hareket eder, ama hiç bir zaman bir inanç ya da ilke adına değil.”
  • “İnsan niçin itaate bu kadar yatkındır ve itaatsizlik etmesi niçin bu kadar zordur? Çünkü devlet, kilise ve kamuoyuyla uygun adım gittiğim sürece, kendimi güvenli ve koruma altında hissederim.”
  • İnsanlık tarihinin büyük bölümünde itaat erdemle, itaatsizlik de günahla özdeş kabul edilmiştir. Bunun sebebi de basittir: Şimdiye kadar tarih boyunca genellikle bir azınlık, çoğunluğa hâkim olmuştur…. Sayıca çok olanların, itaati öğrenmeleri gerekiyordu.”
  • “İtaatsizlik etmek için bir kimse yalnız kalabilecek, hata yapabilecek ve günah işleyebilecek cesarete sahip olmalıdır." 
Alıntı yapılan yazıya ulaşmak için buraya tıklayınız:(Cafrande.org) 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

2 Şubat 2018 Cuma

BUHAL Hipokrat’a Karşı…


-Sevgili okur dostlarımdan isteğim, yazımın bu bölümünü, vazgeçtim tümünü, geçen haftaki yazıma bir ek veya bir dipnot olarak kabul ederek okumalarıdır.-

Bizim kuşak,  emperyalist dünya paylaşım savaşlarının ikisini de görmedi, sadece onlardan miras kalan bazı enkaz ve acılara tanık oldu. Ancak bu savaşların ardılı olan “soğuk savaş” dönemini tüm acılarıyla adım adım yaşadı.

Bu dönemi öncesi ile birlikte kısaca hatırlatmak gerekirse:

Emperyalist güçler, çıkarmış oldukları her iki dünya savaşının insanlara yaşattığı acıları, doğaya ve tüm kaynaklara verdiği zararı gördü ve hatta bir kısmını da kendileri tadarak yaşadılar…

Bu trajik sonuçlar onları hem çok sarstı ve çok korkuttu, hem de üçüncü bir dünya savaşı olması halinde, karşı güçlerin elindeki akıllı/nükleer silahların  yaşatacağı toptan yok oluşları düşünmeyi sağladı.

Ama onlar savaşsız yaşayamazdı ki!..

Emperyalist düzenlerini sürdürmenin önkoşulu da savaşlardı. Çareler aradılar ve buldular: 1960’lı 80’li yıllarda sosyal psikolojinin buluşu olan “soğuk savaş” yöntemine sıkıca sarıldılar.

Sömürmek istedikleri her ülkede, insan hak ve özgürlüklerini yok sayan işbirlikçiler buldular ve onları yönetime getirdiler. Kışkırtıcılar (provokatör) ve bilinçsiz militanlar kullanarak, toplumu dil, din, ırk, cinsiyet, yaşam tarzı ve siyasi görüş farklılıklarına göre ayrıştırıp, kışkırtılmış kinli, öfkeli düşmanlıklar yarattılar. 

Bu ortamda da; düşünen, sorgulayan gençleri, aydınları, bilim insanlarını hain ve düşman ilan edip; tutukladılar, işkence ettiler, yok ettiler, öldürdüler… Ülkede bir korku iklimi yaratıp (çünkü korku, aklın en büyük düşmanıdır), toplumu sindirdi ve şekillendirdiler.

Soğuk savaş dönemi, baş düşman ilan edilen S.S.C.B blokunu parçalanması ve Rusya'nın da emperyalist güç olmasıyla son buldu. Fakat demiştik ya, "bunlar savaşsız yaşayamaz" diye… Yine, yeni savaşlara devam dediler... 

Bu kez de toplumu ayrıştırıp, vuruşturmak için her iki tarafa da sattıkları silahlarla küçük çaplı bölgesel savaşlar başlattılar. 

Yugoslavya, Irak, ve içine sürüklendiğimiz Suriye bataklığı savaşları gibi...

Ve emperyalizmin patronları, tıpkı masallardaki "kurt" misali, kılık değiştire değiştire yeni savaşlara devam edecekler.

***
(Şimdi de “zülfü yâre” dokunmadan başlık konumuza geçebiliriz.)

OHAL, BUHAL oldu Hipokrat hedef tahtasında…  

Halka hizmeti amaçlayan her kurumun alanları ile ilgili etik ilkeleri vardır. Bu ilkeler her dönem, her durum ve her kişiye göre değişmeyen, herkesi önemseyen, benimseyen genelgeçer (objektif) esaslardır. Tıp alanı da böyle alandır.

Tıbbın babası kabul edilen Hipokrat (Hippocrates) hekim bir babanın oğlu olarak 2478 yıl önce (İ.Ö 460) Yunanistan’ın Kos adasında doğmuştur. O da babası gibi hekim olur ve Kos adasında bir tıp okulu açarak öğrenciler yetiştirir. O, "Önce zarar verme!" diyerek tıbbın ilk ilkesini belirler. Bu da; "Hekim düşüncesi ve seçtiği tedavi ile hastaya zarar vermemeli…" anlayışını geliştirmiştir.

Dünyadaki tüm hekimler bu ilkeyi temel aldıkları için göreve, “Hipokrat Yemini” ile başlar, yaşamları süresince buna sadık kalırlar. Kısaca her hekim; din, dil, ırk, cinsiyet, yaşam tarzı vb. farklılıkları düşünmeden tüm insanların, insanca ve sağlıklı yaşamaları için  hizmet ederler. 

TTB (Türk Tabipleri Birliği)'nin de üyesi olduğu Dünya Tabipler Birliği Genel Kurulu Ekim 2017 toplantısında; Cenevre Bildirgesi, diğer adıyla "Hekimlik Andı"nı güncelleyerek kabul etti.  İşte o HEKİMLİK ANDI

Kısa ve net olarak diyor ki: 
"Hekimin düşüncesi de, yöntemi de yaşatmak içindir."

TTB Merkez Konseyi 24.01.2018 günü, bu ilke uyarınca: "Savaş, doğada ve insanda tahribat yapan, toplumsal yaşamı tehdit eden, insan eliyle yaratılan bir halk sağlığı sorunudur." diye başlayan kısa bir duyuru yayımladı. Bu görüşleri açıklamak onların demokratik hakkı, siz bunlara katılır ya da katılmazsınız. Zaten şimdi de yargılanıyorlar... 

Ama daha ifade/savunmalar alınmamış, yargılama devam ediyorken.. “Hak, hukuk, adalet!” dedirtecek ve sonucu belirleyen iki atak eylem yapıldı bile: 

Birincisi, kendisi de tıp doktoru olan Sağlık Bakanı Ahmet Demircan'dan… Demircan, "seçimle gelen" TTB için; "Tabipler Birliği, Türk tabiplerini temsil eder noktada değildir." dedi…

İkincisi, Rektör ve yöneticiler; bunlar da, gözaltında olanları ifadelerine bile başvurmadan görevlerinden uzaklaştırdılar…

Peki, şimdi neler olacak?

Eğer TTB'nin bu duyurusu "suç" olarak kabul edilirse; 
  • Suç ortakları, Dünya Tabipler Birliği,
  • Bu örgütün "Temsili"  lideri Hipokrat olacak...
  • Bundan böyle TTB yönetimine; yemin ve ilkelere uymayanlar atanacak.
  • Ülkede demokrasi olmadığının altı çizilecek.  
Görelim bakalım daha neler olacak.  
 
*

Hipokrat “milli” mi? 

-Bilemiyorum.  

Fakat O, bizim coğrafyanın 2.478 -İki-bin-dört-yüz-yetmiş-sekiz- yıllık oldukça “yerli” bir insanı…
 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

26 Ocak 2018 Cuma

Barış yaşatır, yaşama yön verir

Afrika coğrafyasına ait olduğu söylenen “Filler tepişir, çimenler ezilir.” sözünü duymuşsunuzdur. 

Bu sözü doğrulayan on binlerce savaşı bir yana bırakıp, sadece Birinci Dünya, İkinci Dünya, Vietnam, Irak ve Suriye savaşlarını anımsayalım: Bu özlü söz, çıkarları için çarpışan egemen güçlerin, mazlum halklara verdiği zararı ve yaşattığı büyük acıları ne de güzel anlatmış, değil mi?

Haklı ve Haksız savaşlar:
Dünya var oldu olalı, her yerde sömürü, yoksulluk, yolsuzluk, haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlikler olmuştur. Tarih bize bu haksızlıklara karşı duranların; derileri yüzülüp, linç edildiğini, yakıldıklarını, giyotin, darağacı ve elektrikli sandalyede can verdiklerini ve halkların barış içinde yaşamak için çok ağır bedeller ödediğini anlatır.

Ayrıca tarih bize, hak, hukuk adalet için karşı duruşlara önderlik edenlerin; filozoflar, bilgeler, bilginler, yazarlar, sosyalistler, sosyal demokratlar ve özetle erdemliler olduğunu da söyler. Çünkü bu insanlar, tüm insanların, insan haklarına sahip ve eşdeğerli olduklarını savunan bir felsefi görüşe sahiptirler. 

Bunun için de, soru sorar,  yorum yapar, hak arar, karşı çıkar, hesap sorar ve halkın da bu şekilde olmasını isterler. Bu önderler, "Yurtta barış, dünyada barış"  diyerek barış içinde insanca yaşamak için, "Kurtuluş ve Özgürlük Savaşları’nı başlatmışlardır. Sömürü ve zulüm bitmedikçe de bu “haklı savaşlar” olacaktır.

Sömürü düzeninin egemen ve işbirlikçileri, haksız ve hukuksuz düzenlerini kalıcı kılmak için sürekli arayış içindedir. Arayış sonunda buldukları en önemli araç ise toplumda; ırk, din, dil, inanç-yaşam tarzına dayalı “ötekiler”  yaratıp, onları vuruşturan “haksız savaşlar” çıkarmak olmuştur.

Bunun için; “Haksız savaşa hayır!”, “Barışa evet!” Diyen, “Erdemli olandır. Çünkü haksız savaş, yaşama son verir. Barış ise yaşatır, yaşama yön verir.

***
Coğrafyamızda yalnız kalmış ve barışık olduğumuz hiçbir komşumuz olmadığı zamanlarda (2003) ABD, Irak’ı işgal ederken bizi de davet etti. Neyse ki azıcık oy farkıyla ülkemiz o işgalci gücün suç ortağı olmadı. Ama…

Henüz o savaşın bıraktığı insani, coğrafi, sosyal, kültürel tahribat, yaralar, acılar bitmemişti ki... Bu kez Suriye’de başladı insanlık trajedisi (2011)…

Ülkemiz bu kez savaşın tam merkezinde yer aldı.  Sanki bir futbol maçına girmiş gibiydik, ortaklarımız (ABD, AB, Suudi...), rakiplerimiz (Rusya, Suriye, İran). Dünyanın jandarmaları ABD ve Rusya karşı karşıya.. Ortak düşman: DEAŞ. Devlet büyüklerimiz savaş bitince,  namaz kılacakları camii bile belirlemişti...

Fakat maçın biteceği yoktu, beklenen, istenenler olmadı... Bizimkiler; daha sahada maç devam ederken, takım değiştir gibi geçiverdi karşı tarafa…

Bu arada hem yakma, yıkma, ölüm ve yaşanan acılarda suç ortağı, hem de mazlum göçmenlere yurt, koruyucu olmuştuk. 

***

Kabilelerden başlayıp, din savaşları ile hız kazanarak günümüze ulaşan sömürgeci-faşist-emperyalist çıkar savaşları; yaşanan ve yaşanacak tüm acıların nedenidir. Tüm haksız savaşlar; “yerli ve milli” söylemler ile başlamış ve halkı sürekli baskı altında tutmak için de korku iklimi yaratmıştır.

Bunun için de:
Artık, diyanet, vakıflar ve imam hatip anlayışına terk edilen okullar, çocuklar, eğitim, OHAL, KHK, işsizlik, dolup taşan hapishaneler, dünyadaki yalnızlığımız, hileyle çalınan oylar, para kutuları, MAN paraları, tapeler, Reza Zarrab ve ortakları, Anayasa Mahkemesi kararına “uymuyorum!” diyen mahkemeleri... 

Artık, tüm haklarına el konmuş ve sanki ölüme mahkûm kılınmış akademisyenleri, açlık grevleri, mülâkat (!?) sınavına alınan taşeron emekçileri…

Artık, Ahmet Hakan’ın “Tarafsız Bölge(?)”de; sıralanmış 6 kişiyi, saz/söz yarışçısı âşıklar gibi yarıştırıp, 6 milyon oy almış HDP hakkında en etkili sözleri söyletme çabaları (tabii ki, birinciliği açık ara “aslan sosyal demokrat” Öztürk Yılmaz aldığını), “Acaba HDP ne diyor” deme ihtiyacı duymama pişkinliği...

Artık, MHP Lideri Bahçeli: “Ya Afrin yıkılsın ya da teröristler yakılsın!...”  dediği… Karamürsel AK Parti başkanı Recep Demirel’in uzun namlulu silahlarla poz verip medyada paylaştığı… “Kimse sokağa çıkmasın tutuklarız ha!” dendiği… Ve Savaşa hayır, barış istiyoruz diyenlerin de sorgulanıp tutuklandığı… 
 Konularını ne düşür ne de konuşur olduk. Neden acaba?

-Suriye'de 7 yıllık kirli savaşın, henüz yıkıp, yakmadığı tek yer olan Afrin'e Zeytin Dalı Harekâtı” başladı diye...

Tam da “Hayır” diyecek olanların, seçimleri kazanmak için bir demokratik cephe kurmayı düşünmeye başladıkları günlerde…

Her sıkışmada “kandırıldık” diyen AKP iktidarı, defalardır kandırdığı CHP'yi yine  kandırdı.  Bu kez de “Her şey, herkes  ‘yerli ve milli’ olacak” dediler ve HAYIR diyenlerin paydaşı ancak; ürkek, korkak, sorgulamayan, neler oluyor demeyen CHP’yi (hem ağlarım hem giderim...)  takımlarına transfer ettiler aniden… 

Anlaşılan yeniden başlayacak, 7 Haziran sonrası iklim ve “istikşafı” görüşmeler…  

Yazık oldu 16 Nisan’da “tek adama” hayır diyenlerin çabalarına…

Bu zeytin dalı, Sn. Erdoğan ve ("Esed" değil) Esad’a yarayacak. Hem ailece yarım kalan o “mavi yolculuk” tatillerine devam edecek, hem de tek adamlıklarını ve muhalefeti yok etme başarılarını kutlayacaklar.


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız