19 Kasım 2021 Cuma

Hâlden Anlamak


İnsanoğlunun iki önemli becerisi vardır:

Birincisi: insanın savaşçılığıdır ki, insanoğlu en çok bu yetisini kullanır. Savaşan insanlar; hile, tuzak, kılıç, top, tüfek... gücüyle düşmanı olarak belirlediklerini yok etmeye çalışırlar. Sonrasında da insanlığa, diğer canlı ve doğal çevreye çok büyük zarar verip ve çok büyük acılar yaşatırlar. 

İkincisi: insanın barışçılığıdır ki, insanoğlu en az bu becerisini kullanır. Barışçı bir ortamda tüm canlılar var olup, yaşam sürerler. Barışçı insan; paylaşır, başkalarına değer verir, onları anlamaya çalışıp sever ve sayar. 

Fakat ne yazıktır ki insanlık tarihi, barışın coşkularından çok savaşların kıyım ve acılarıyla doludur. Bunun için acısı olanları görmek, tanımak, anlamak ve onlara el verip barış içinde çoğalmak gerek. 

CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu, bugünlerde toplumsal gerginlikleri "helalleşme" yoluyla gidermek için barışçı bir iklim geliştirmeye çalışıyor. Bu herkesçe desteklenmesi gereken saygın bir girişimdir. 


Evet, ülkemizin tedavi edilmediği için, için için kanayan çok derin sosyolojik yaraları var. 


Dilerim ki yen içine saklanan bu insani yaralar, tez elden gün yüzüne çıkarılır ve temizlenerek sağaltıma kavuşturulur.  


Ve dilerim ki, bu girişim bir seçim sloganı olmaktan çıkıp, barışçı bir  uygulamaya dönüşür.


Barışçı bir ortam oluşması için en etkili yöntem, tüm paydaşlarla empati kurabilmek ve onlarda yalnız olmadıklarını duyumsatan bir farkındalık yaratmaktır.  


Empati, bir kimseyi önemseyip ona: "ben sizi anlıyorum" demektir. 


Eğer, karşınızda; öfkeli, yaralı, acılı, coşkulu kişi-grup veya canlılar varsa ve siz de onlara "ben sizi anlıyorum" diye söze başlamış ya da onlarda bu sözün amacı olan bir duyguyu yaşatmışsanız, artık işiniz kolay ve istenen iletişim ortamı sağlanmış demektir. 

Empati yapma ya da halden anlamanın sihirli bir gücü vardır, bu güçle kişiler başkasının acısını, coşkusunu anlar, onlarla duygudaş olup sağlıklı ilişkiler kurabilir. 

Kim bilir, belki de böylesi bir deneyim Tolstoy'a"Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın." -sözünü söyletmiştir.

Dünyada olup biten pek çok istenmeyen toplumsal olay incelenirse, asıl nedeninin halden anlamamak olduğu görülecektir.   

Eğer, toplumu oluşturan; anne, baba, çocuk, komşu, öğretmen, yönetici ve devlet halden anlarsa; orada iklim değişir, insanlar uygarlaşır, yaşam kolaylaşır.    

***

Birkaç kıtaya yayılmış bir imparatorluğun mirasçısıdır bizim ülkemiz. Bu topraklarda halkın büyük çoğunluğu yaşamak için, küçük bir azınlık ise daha çok kazanmak için savaşmış, ölmüş, öldürmüş. 

İşte bu geçmişten günümüze miras olarak; karanlıkta kalmış pek çok olay, haksızlık, kıyım, cinayet ve acılar kalmıştır. 

Bu acıların büyük çoğunluğu; farklı inanç ve yaşam tarzlarını ortadan kaldırmak, kendi kültür ve yaşam tarzını onlara dayatmak yani 'başka'  kültürleri asimile etmek amacını güder.  

Şimdi de Osmanlı hayranlığı ve özentisi içinde olanlara; Yerli, Millî, Osmanî, Turanî ve Tarihi iki hatırlatma yapmak isterim: 

  • Birincisi: Osmanlı, 1913 yılında İstanbul'daki I. Kolordu Komutanlığına Alman Ordusu generallerinden Otto Liman Von Sanders'i getirilmesidir.  
  • İkincisi: Osmanlı coğrafyasında farklılıkları yok etmek için ilk eylem adımını İttihat ve Terakkî Cemiyeti lideri 'Turancı' Enver Paşa'nın atmasıdır. Enver Paşa, 24 Şubat 1914 günü Osmanlı Hanedanlığında etkili bir damat olunca, "Turan" emelleri için Osmanlı topraklarında gözü olan emperyalist Almanya ile işbirliği yapar. Bu amaçla da 1 Ağustos 1914 tarihinde, Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında gizli bir ittifak anlaşması imzalanır. Bu anlaşmaya göre Osmanlı ordularının askeri kararları ve operasyonları üzerinde belirleyici güç Almanya olacaktır.  

Bu mu yere göğe sığdıramadığınız Osmanlı?

Bu mudur yerlilik ve millilik? 

Devletin karanlık arşivlerinde unutulsun diye halı altına süpürülen, ama toplumsal belleklerin hiç unutamadığı daha nice yükler var. Ermeni, Süryani, Kürt, Alevi halkların çektikleri, sıkıyönetim olağanüstü haller, Sarıkamış, Koçgiri, Dersim, Şark Islahat Planı, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, 12 Mart, 12 Eylül,  Hapishaneler, İşkencehaneler, Jitemler, Maraş, Çorum, Sivas, Roboski, Gezi, Gar ve daha nice nice olay yüzleşme bekliyor. 

Karanlık içinde kalmış bu kirli bagajlardaki sayfaları aralamak, oralardaki utançlarla yüzleşmek ve acılar yaşmış olanlara "sizi anlıyoruz" diyebilmek bir insanlık erdemidir. 

Niçin erdemli olmaktan korkuyor ve kaçınıyoruz?

Berfo Ana adıyla bilinen Berfo Kırbayır'ı sanırım 40 yaş üstü herkes tanır. Berfo Ana, 12 Eylül 1980 sonrasında gözaltına alınan, bir daha hiç haber alınamayan Cemil Kırbayır'ın annesidir. Bu anne, tam 33 yıl oğluna ait mezar ve kemikleri bulmak için ağıtlar yaktı, devlet kapılarını çaldı, yetkililerden sözler aldı ve taksim meydanında kendisi gibi acıları olan "Cumartesi Anneleri" ile birlikte aylarca direndi (yarın 869. haftası). Ama oğlunun kemiklerini bulamadan ölüme yenik düşüp, özlem ve acılarıyla birlikte gömüldü, "Cumartesi Annesi" Berfo Ana.  

Acaba devlet, göz altına alındıktan sonra kaybettiği Cemil'in kemiklerini, bu yaşlı, acılı anneye verilmiş olsaydı ne olurdu?

Berfo Ana belki, oğlunun kemiklerini, toprağını koklayıp, öpüp, okşarken bir dinginlik kazanır sonra da huzur içinde ölürdü! 

'Üstün ırk' safsatasıyla Alman halkından büyük destek alarak faşist bir korku yönetimi kuran Hitler, yıllarca insanlık suçları işledi, sonunda hem ülkesi enkaza döndü hem de dünya kana bulandı ve çok büyük acılar yaşandı... 

Almanya sonraki yıllarda bu büyük(!) liderini, arkadaşlarını ve öğretilerini yargılayıp lanetledi. 

Yetinmedi, ayrıca işlenen insanlık suçlarını mekanlarıyla aletleriyle ve belgeleriyle herkese açık nefret müzelerine dönüştürüp teşhir etti. 

Almanya, böyle uygar bir adım atarak; hem tarihinin bu utanç dolu karanlık sayfasıyla yüzleşti hem de insanlıktan özür dilemiş oldu. 

Sanırım şimdi okurlarıma iki soru sorabilirim:

Almanya'nın faşist geçmişiyle yüzleşmesi, acaba ülkesi ve halkına neler kazandırdı?

Almanya'nın faşist geçmişiyle yüzleşmesi, acaba ülkesi ve halkına neler kaybettirdi?

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


12 Kasım 2021 Cuma

Demokrasi Zirvesi

Tek kişinin yönetimindeki AKP, iktidar oluşunun 19 yılını bitirdi, fakat hem çok yorgun hem de takatsiz bir durumda. 

Çünkü iktidar olduğundan beri tüm toplumu kucaklamak yerine, sadece taraftarlarından yana oldu. Hukuk kuralları ile yönetme yerine taraflı keyfi buyruklarla yol almayı seçtiBu anlayış ve uygulama sonucu halk kutuplaşıp ayrışınca desteğini önemli oranda kaybetti. 

Bugünlerde de yaptıklarının faturaları ile karşılaştığı için zor günler yaşıyor. 

Aslında yaşadığı zorluklar ilk değil. 2015 seçiminde iktidar olma çoğunluğunu kaybedince, ülkede başlattığı korku ikliminden beridir, böylesi zorlukları hem içeride hem de dışarıda sıkça yaşıyor. 

Fakat iktidar, ne zaman ülkede sosyo-ekonomik sorunlar zirve yaparsa, ne zaman ülke dünyada yalnız kalıp istenmez olursa, ne zaman ki iktidarı için bir ikbal korkusu oluşursa, işte o zaman milliyetçilik limanına sığınır. 

Bu korunaklı ve güvenli limanda; "Söz konusu vatansa..." ile başlar, "Vatan! Millet! Sakarya!" naralarıyla sürüp gider hamaset nutukları. Bu limanda, düşünmeyen ('düşündürülmeyen' demek daha doğru) çoğunlukları toplamak oldukça kolaydır. Çünkü bu limanda; olan olmuş ve unutulmuş, kırılan kol yen içinde kalmış, soru sormak, sorgulamak, düşünmek ve mantık yok olmuştur artık. 

Kısacası, halk algılarla kandırılmış gündem ise değişmiştir. 

Kandırılmış halk, şimdi kışkırtılmış bir coşkunun kısa süreli etkisiyle, Donkişot misali sanal "iç ve dış düşmanlar" ile vuruşmaya hazırdır artık.  

Algıların yönettiği bu sanal alandan ayrılıp, biraz da gerçek hayatta yaşananlara bakalım:

Gerçek hayatta algılar az, olgular ise çoktur. Gerçek hayatta; açlık, işsizlik, sömürü, sel, yangın, fırtına, işkence, ölüm, talan..., çetelerin oluşturduğu olgular vardır. 

Ülke kaynaklarının talan edilmesi, laiklik, hak ve özgürlüklerin  yok edilmesi sürerken, ülke nüfusunun büyük çoğunluğu da hızla açlık sınırlarına  doğru yol alıyor! 

Nice farklı inancı yok sayarak, tek din, tek mezhepte toplama çalışmaları, zorunlu din dersini dayatmalarıyla, özgürlükler, eşit yurttaşlık ve laiklik yok ediliyor! 

İçişleri Bakanı muhtarlara; siz, yıkılması yasak olan yerleri gece yarısı olunca dozerlerle yıkınız, biz gündüz olunca enkazı temizletiriz, yasası da sonradan gelir diyebiliyor!

20 yıldan beri %49'u temsil eden muhalefetin verdiği hiç bir yasa tasarısı ve araştırma önergesi kabul görmüyor!

Uluslararası mahkeme kararlarını, Anayasamız kendi hükümlerinden bile üstün kabul ederken, yönetim "bunlar yok hükmündedir" diyerek uygulamıyor!

Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına uyacak kadar bile yetkisi, bağımsızlığı ve cesareti olmayan bir yargımız var!

Bu keyfi yönetim sonucu tabii ki dışarıdaki komşu ve uzak ülkelerle dostluğumuz büyük yaralar alır, tabii ki dünyada yalnız kalırız, bu anlayışla da "hukuka uy" diyen elçilere zeval vermeye çalışırız. 

Sonra da birileri: "Niçin ayıplarımızı, yolsuzluklarımız dışarı sızıyor, neden kırılan kollarımız yen içinde kalmıyor” diyebiliyor! 

Görüldüğü gibi 19 yıllık iktidarın neden olduğu ekonomik kriz ve yoksullaşma, artık gizlenemez bir hal aldı ve özgürlükler yok edildi. Ve barışçı olmayan dış politikaları da iflas etti. Bunun içindir ki son günlerde yine; yerli ve milli nutukları eşliğinde yeni teskereler hazırlanıp, milliyetçilik köpürtmesi başlatıldı. 

Eğer bunca oldu bitti karşısında bile hala susup: "Maşallah" diyen bir çoğunluk varsa, sizce orta yerde bir yanlışlık, bir tuhaflık yok mu? 

VAR! dediğinizi duyar gibiyim. 

O zaman Che Guevara gibi: "Özgürlüğün en büyük düşmanı halinden memnun kölelerdir." -desek bile, onları yok saymadan uyandırmalı, birlikte başarmak için adım atmalıyız. 

***

Ülkemizin yaşayanları olarak bizler, olup bitenleri, görüyor, yaşıyor, biliyoruz. Dışarıdaki birileri de bizi adım adım izleyip, gözleyebiliyor, bize dair karneler verip, raporlar yazabiliyor. Çünkü dijital çağa geçmekle dünya küçüldü.

Bakınız "bizi kıskananlar" neleri ölçmüş, neler demişler: 

  • “2020 Dünya Mutluluk Raporu” ile 156 ülke arasında Türkiye: 93.
  • "2020 Dünya Özgürlük Raporu” ile 195 ülke arasında Türkiye: 146.
  • "2021 Dünya Demokrasi Raporu" ile 179 ülke arasında Türkiye 149. olarak, 10 yılda en fazla otoriterleşen ülkeler arasında 3. olmuş. 
  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) Başkanı Robert Spano: 2020'de AHİM'e; Rusya'dan 13.650 (%22,4), Türkiye'den ise 11.750 (%12,5) kişinin başvuruda bulunduğunu açıkladı (Türkiye'den başvurular bir yıl öncesine oranla: %27 artmış).

Ve ABD'de 9-10 Aralık'ta düzenlenecek olan 'Demokrasi Zirvesi'nin davetli listesinde bulunan 107 ülke arasında Türkiye bulunmuyor.

Belki, ülkemizde olup bitenlere ve yukarıdaki karnemize bakarak, belki, 10 Büyükelçinin bildirisi sonrasına misilleme olarak, Kim bilir, belki de ülkemizi teşhir etmek için bu ilk listeyi, bile isteye basına sızdırdılar. Belki... belki... 

Fakat bu davete niçin çağrılmadığımız henüz açıklanmadı. 

Ayrıca daha toplantıya günler var, belki bizi de çağıracaklar! 

...

Sonuç olarak bizi 'Demokrasi Zirvesi'ne davet etmediler!

Peki, Demokrasi nedir? 

Bir uzman görüşüne başvurmadan kısaca demokrasiyi: özgür ve eşit yurttaşlardan (halktan) demokratik seçimler sonucu alınan yetkiyi, onlar adına kullanmak, hukuk içinde yönetmek, hesap sormak ve hesap verebilir olmak olarak tanımlayabiliriz.  

Demokrasi için gerekli olanlar ise: 

  • Demokratik Seçim İklimi: Yarışanlara eşit koşullar sağlanması, görüşlerini özgürce dile getirmesi. 
  • Demokratik Seçim Ortamı: Oyların özgürce kullanılması ve sayım dökümün herkese açık ve hukuk içinde yapılması.
  • Demokratik Seçim Sonrası: Kazananların yasalara ve hukuka bağlı olarak çalışması.  

Şimdi de size yeni bir "belki" söyletecek bir soru: 

Acaba, yukarıda sıralanan demokrasi tanım ve gerekliliklerine uymadığımız için mi bu zirveye çağrılmadık? 

...

Belki de ülkemiz yeni bir çağrı alıp bu zirveye katılacak!

Ama bu 'Demokrasi Zirvesi'ne katılsak bile: 

Niçin zirveye çağrılan o 107 ülke arasında olmadığımızın ezikliğini hep yaşayacağız! 

Ülkemizi izleyip, gözleyip, değerlendirilenlere, ayıplı rapor ve karneler hazırlatan bu iklim ve olgular var oldukça... 

Biz ülkece özgüvensiz ve boynu bükük kalacağız! 


Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


5 Kasım 2021 Cuma

Göçler-Göçmenler

Coğrafyamız; binlerce yıldan beri göçlerin, göçmenlerin ve sürgünlerin yolu, durağı, kurağı olagelmiştir.

Göçler, doğal felaketler, savaşlar, salgınlar sonucunda oluşan; korku, acı, baskı, yokluk, hastalık gibi yaşam zorluklarından, zorunlu bir kaçıştır. Bu kaçış aslında, daha güvenli bir yaşam iklimi arayışıdır. 

Sürgünler ise; egemen güçlerin, kendileri için tehlikeli sayıp istemedikleri kültürlere sahip olan kişi ve grupları, coğrafyasından tüm değerlerinden koparmaktır. Bunlara götürüldükleri yerdeki dil, inanç ve yaşam tarzını benimseterek etkisiz kılmak, böylece sosyal bellekleri silmek, sindirmek 'kendilerine benzer' yapmak (asimile etmek) amacıyla yapılan faşistçe bir yok etme eylemidir. 

Bulunduğumuz coğrafyanın, Orta Asya'dan çokça göç aldığı söylenir. Çok eski yıllarda gerçekleşen bu göçlerin benim için çokça bilinmezlikleri olduğunu düşünerek daha çok yakın çağlara bakmak istiyorum.

Osmanlı dönemi ve kurtuluş savaşı sonrasında hem ülke içinde hem de dışından çokça göç ve sürgün olayı yaşandığı görülür. Örnek olarak: 1915, 1925, 1938, 12 Mart, 12 Eylül dönemleri verilebilir. Bu yıllar hem yurtiçi hem yurtdışı göçler için çok hareketli yıllardır. Kırım, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ...'dan, yurdumuza, bizden; Yunanistan, Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda, İsveç, İngiltere, ABD, Kanada vb. ülkelere akıp giden göçmen, mülteci, sığınmacı ve sürgünleri sayabiliriz.  

Göç eden ve sürgün edilenlerin, aşmak zorunda oldukları; yol, dağ, deniz, sınırlar pek çok doğal ve yapay tuzakla doludur. Çünkü dünyadaki tüm sınırlar tuzaklıdır, çünkü, sınırlar insani değerleri değil, faşizan-ırksal çıkarları korurlar. İşte bu tuzakları aşamayanlar ölür, kalanlar için ise acı dolu çileli günler başlar. 

Çünkü tuzakları aşarak ölümden kurtulanlar gittikleri diyarlarda, dilsiz, kimliksiz, kimsesizdirler. Bu psikolojiye sahip olarak; mülteci/göçmen/öteki olmayı kabul ederek yokluk ve korku içinde yaşarlar. 

Şimdi burada biraz nefes alıp, birazcık düşünelim:

Çünkü bu sosyolojik olayın ve onun yarattığı psikolojiyi birlikte ele alıp neden/niçin diye sorgulamak için sağduyulu bir düşünmeye ihtiyacımız var. 

Kim; evini, işini, hayvanını, toprağını, yurdunu, değerlerini bırakıp, ölüm tuzaklı yollardan geçerek bir bilinmeze doğru gitmek ister ki? 

Kim; dilenci yerine konulacağını, onursuz bırakılacağını, öteki sayılacağını bile bile göçmen olmak ister ki? 

Peki tüm bu gerçekler bilindiği halde neden göçler durmaksızın devam ediyor? 

Özet cevap: Ne yazık ki, çaresiz kalan insanlar; sadece sevdikleri ve çocukları yaşasın, onların daha iyi bir gelecekleri olsun diye bu zorluk dolu ve insanlık dışı oluşlara katlanıyorlar.   

Şimdi de bugünümüze gelelim: 

2021 yılına girerken TÜİK nüfusumuzun 83 milyon 614 bin kişi olduğunu ilan etti. Bugünlerde ise 50 milyon insanımızın yoksulluk standartlarının altında yaşadığı ve bunlardan da 16 milyon kişiye 'sosyal yardım' verildiği söyleniyor. 

Bunca yoksulumuza bir de 7-8 milyon göçmen nüfus eklenince:

Tabii ki, mutsuz olanların çığlıkları da artarak yükselmeye başladı. 

Sömürü çarkı dişlileri arasında ezilenlerin çığlıkları çok haklı. 

Haksızlık ise; göçmenleri yokluk ve yoksulluklara sebep görüp, onları hedef almaktır. Hem de çok büyük bir haksızlık! 

Doğru olan ya da olması gereken; geçinemeyenlerin sağduyuyla düşünüp, bu eşitsiz gelir dağılımına sebep olan politikaları ve sömürü çarklarını sorgulaması ve demokratik yollarla haklarını aramasıdır. 

Fakat ne yazık ki, yurdumuzun gerçeklerini unutan büyük bir çoğunluk, göç mağdurlarını kendi yoksulluklarının asıl nedeni olarak görüyor! 

Bu kolaycı ve sığ düşünceyle, lokmasının azıcık olmasına da göçmenlerin sebep olduğuna karar verip onları birer düşman olarak görüyor, belki bilmeden ırkçılık yapıyorlar. 

Peki, neden üniversitedeki her dört gençten birisinin göçmen, sığınmacı olarak başka ülkelere kaçma taraflısı olduklarını hiç düşünmüyorlar?  

İşte bu anlayıştır haksız ve yanlış olan.

Hele hele görevleri ayrımsız olarak halka hizmet etmek ve sosyal adaleti sağlamak olan bazı belediye başkanları ve politikacıların; insani olmayan, ayrımcı, ırkçı bir anlayış taşıyor olmaları çok üzücü ve düşündürücüdür. 

Eğer bir an olsun aşağıdaki karede olan objelere ve çocuğun bakışlarına bakıp, kendilerini o çocuk akranı sayarak, ya da onun annesi-babası olduklarını düşünerek bir niçin/neden sıralaması yapsalar o zaman bu insanlık dışı olayı ve olanları sanırım daha iyi anlarlar. 


İşte çok uzaklardan, yaşamak için yurdumuza sığınmış bir emekçi... Kim bilir ailesinin nasıl bir hikayesi var! Onun akranları şimdi okulda, oyunda, çünkü onlar henüz birer ana kuzusu. Ama ismini bilemediğim bu güzel çocuk, bu yaşta yüklenmiş acımasız bir yaşamın yükünü. 

***

İnsanlık tarihi boyunca sömürücüler, amaçlarına ulaşmak için sürekli olarak; gerginlik, çatışma ve savaşlar çıkarmıştır. Bunlara en büyük desteği de olup biteni sorgulamayan sağlıklı düşünmeyen yoksul halk kitleleri vermiştir. 

Savaşlar yüzünden çok, çok acılar yaşadı, çok çileler çekti insanlık.

Savaş; çıkar sağlama ve öç alma amacı olan ego ve hırsların çarpışmasıdır, yani bir ilkellik ve bir tür kana susamışlıktır.

Böylesi savaşlara karşı olmak da 'insan' olmaktır! 

Böylesi savaşlara karşı olan her direniş de kutsaldır! 

Ülkece, belki de dünyaca “bana dokunmasın da…” anlayışının yarattığı bir geç kalmışlık, bir suskunluk yüzünden yaşanan yeniklik ve ezikliği, daha kaç nesil tadacak?

Belki zamanla açılan yaralar iyileşir, geçer, ama bunların hem yüzeyde izleri hem de derinlerde sızıları hep kalacak. 

Bunlar bir yenilmişlik sonucu oluşan iz ve sızılardır. Bunlardır insanda; hiçlik, anlamsızlık, güvensizlik duygularını besleyen. 

Yurdumuzdaki 6-7 milyon göçmen insan savaştan kaçarak yurdumuza sığınmıştır. Bunlar insandır ne bizim rakiplerimiz ne de düşmanımızdır.

'İnsanlar da coğrafyalar da birbirine muhtaçtır' derler, evet, eğer barışçı anlayışla işbirliği yapılır, bir coğrafyadaki eksik, diğerinin artılarıyla giderilirse, bu dünya herkese kolayca yetebilir. Farklılıklar da toplumsal gelişim, değişime renk ve güzellik katar, böylece bir barış bir huzur ortamı doğabilirdi.

Şu an yurdumuz bir göç merkezi olmuştur, bizim görevimiz: bu sonucun oluşmasında ülkemizin politik ve askeri katkılarını sorgulamak, barışçı komşuluk ilişkilerini geliştirecek demokratik çözümler için katkı vermek olmalıdır.  

Barış yaşatır! Yaşamak kutsal bir direniştir!

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

29 Ekim 2021 Cuma

Cumhuriyet ve Demokrasi


İ
ktidarın; bir aileye, bir sınıfa, bir zümreye veya bir şahsa ait olmadığı yönetim anlayışına Cumhuriyet denir. 

Cumhuriyet yönetiminde iktidarlar, belirli aralıklarla yapılan seçimlerin sonunda, ülke halkının çoğunluk oylarına göre belirlenir. 

Demokrasi ise her bireyin değerli olduğu gerçeğinden hareketle toplumsal ve ekonomik durumu ne olursa olsun herkesin eşit sayıldığı yönetim anlayışıdır.

Cumhuriyet çoğunluğu, Demokrasi ise her bireyi, grubu, çok sesliliği, çeşitliliği, çoğulculuğu önemser, her farklılığı saygın görür, farklılıkların özgür olarak hak ve değerleriyle yaşamasını sağlar. 

Bu nedenle Cumhuriyet sistemi, ancak Demokrasi ile birlikte olduğunda insanileşir ve bir anlam kazanır. Cumhuriyet olan bir sistemde, eğer demokrasi eksikliği varsa; farklılıklar insan haklarından mahrum kalarak, sayısal çoğunluğu temsil eden güçlerin hegemonyası altında ezilirler. Günümüz dünyasında bile halen demokrasi tam işlemeyen, fakat ismi Cumhuriyet olan pek çok ülke vardır. 
 
Kurtuluş Savaşı yıllarında, ülke halkları bir taraftan, çoğulculuğu ve yerinden yönetimi esas alan demokratik bir Anayasa için aralarında uzlaşıp, anlaşıyor, bir taraftan da emperyalistler ve onların işbirlikçileriyle savaşıyordu. 

Ülke böylesi zor günler yaşarken, tüm farklıkları kucaklayan bir Anayasa hazırlanır Mecliste 20 Ocak 1921 günü görüşülerek kabul edilir. İşte bu Anayasa'nın ilk dört ve 11. maddeleri (özgün olarak): 

  • "Madde 1. Hâkimiyet bilâ kaydü şart milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir.  
  • Madde 2. İcra kudreti ve teşri salâhiyeti milletin yegâne ve hakikî mümessili olan Büyük Millet Meclisinde tecelli ve temerküz eder.  
  • Madde 3.- Türkiye Devleti Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti “Büyük Millet Meclisi Hükümeti “ unvanını taşır. 
  • Madde 4. Büyük Millet Meclisi vilâyetler halkınca müntahap azâdan mürekkeptir. 
  • Madde 11.Vilâyet, mahallî umurda mânevi ve muhtariyeti haizdir..."

Görüldüğü gibi bu kurucu Anayasa; "tek kişi" buyruklarıyla oluşan Padişahlık yönetimi yerine, hakimiyeti kayıtsız şartsız olarak millete veren, çoğulculuğu kabul edip, Vilayetlere muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri veren oldukça demokratik bir öze sahiptir.

Fakat sonraki yıllarda ne yazıktır ki, ülkedeki farklı kimlikler: "tek millet" kabul edilip Türkleştirme başlamış, Vilayetlerin muhtariyet ve yerinden yönetim yetkileri de merkezde toplanmıştır. Böylece bu demokratik Anayasa için varılan uzlaşma ve verilen sözler unutulmuş; çoğulculuk, muhtariyet ve yerinden yönetim gibi demokratik haklar yok sayılmıştır. 

Kurtuluş Savaşı bitip geçiş ortamı sağlandıktan hemen sonra, Mustafa Kemal Atatürk'ün Başkanlığında toplanan Mecliste alınan kararlarla: 1 Kasım 1922 günü Saltanat (Padişahlık) kaldırılır ve bir yıl sonra da 29 Ekim 1923 günü Cumhuriyet idaresine geçildiği resmen ilan edilir. 

***

Ben, 98 yaşındaki Cumhuriyetin 71 yılını gördümse de 60 yılını, dolu dolu yaşadım. 

Bu yıllarda; ülkedeki farklı kimlik ve kültürler yok sayılıyor, emekçilerin hak istekleri önemsenmiyordu. Bu uygulamalar, Cumhuriyetin demokrasi ve demokratik eksiklikleri olduğu içindi. Bu yüzden de tüm hak isteyişleri uzlaşma yerine, baskıyla sindirilmeye çalışılıyordu.  

Bu nedenle de ülkemiz; çokça darbe, sıkıyönetim, olağanüstü hâl yaşadı ve nice canını kaybetti, kaynaklarımız da top, tüfek, bomba gibi savaşlar için harcandı. 

Sonuç olarak: demokrasi ve barış düşmanları yüzünden çok büyük acılar yaşandı. 

*

Bugüne gelecek olursak: 

Bugün "tek kişi" buyruklarıyla yol alan bir iktidarımız var. 

Bu tek kişi; insan hakları, demokrasi ve tüm demokratik haklara karşı. 

Bu kişi sadece, kendisini ‘şimdilik’ cansiperane korumaya söz vermiş olan bir kişiyi dinliyor. 

Bu kişi, şimdilerde çok yorgun düştüğünden, yönetme güçlüğü de çekiyor. Ülkemiz çok zor günlerden geçiyor. 

19 yıllık iktidarın tek lideri: Sayın Erdoğan. 

Erdoğan anlayışı; Anayasada eser miktarda bulunan demokratik kazanım ve laikliği kaldırmış, Osmanlı saltanat anlayışı ve uygulamalarına ha döndü, ha dönecek.  

Tek kişi iktidarına geçildiği 19 yıldan beri, hiçbir ağır sanayi yatırımı yapmadığı halde, eko sistemi bozacak şekilde, ülkemizin yeraltı ve yerüstü kaynakları, suları, madenleri ve halkın ekmek teknesi olan fabrikaları yok pahasına yandaşlara satılmış durumda.

Bu yüzden ülkemizde hem ucuz emek gücü hem yoksulluk artmış, işçiler işsiz kalmış, sendikalar da güçsüz ve işlevsiz durumda.  

Tek karar verici Sayın Erdoğan, yola çıktığında:

"Önce inşaat!" dedi. Deli Dumrul'u bile kıskandıracak projelere; 25-30 yıl süreyle, Dolar endeksli ve müşteri garantileri verilerek, 2-3 kuşak borçlandırıldı. Böylece (hakkını yemeyelim); pek çok yol, tünel, köprü, havaalanı, şehir hastanesi yaptırdı. Hem de adrese teslim ihaleler yapıp,  yandaş müttehitte yaptıracak şekilde!

Ayrıca, ülke kaynaklarının büyük bir kısmını da güvenlikçi anlayışla savaş araç-gereçleri için harcadılar ve harcamaya devam ediyorlar. 

Sayın Erdoğan'ın birçok kimliği var. Bir kişinin birçok kimliğe sahip olması aslında bir zenginliktir. Fakat Erdoğan'ın etik olarak uyuşmayan, çok önemli iki kimliği var: 

Bunlardan biri olan AKP Genel Başkanlığı kimliğidir ki, bununla; çok ayrımcı, ötekileştiren, saldırgan bir siyaset diliyle rakiplerine saldırıyor.

İkinci kimliği ise tarafsız olacağına dair söz verip yemin ettiği, böylece dokunulmazlık kazandığı, devletin en üst makamı olan Cumhurbaşkanlığı kimliğidir. 

Sayın Erdoğan, etik olarak uyumlu olmadığını düşündüğüm bu iki kimliği her gün birlikte kullanıyor. Genel başkanı olduğu AKP'nin tüm görüş, söz ve davranışlarını, yeni makamında da sürdürüyor. Devlet imkanıyla gezilere, ekranlara ve meydanlara çıkıp, slogana dönüştürdüğü partisel görüşleriyle muhalefetteki rakiplerini terörist, hain ilan edip, sayıp döküyor.

Her sıkıştığında milliyetçi bir coşku yaratmak için meclise yurt dışına asker gönderme teskeresi gönderen Sayın Erdoğan'ın yeni teskeresi neyse ki üç gün önce ana muhalefet partisi CHP'ce de kabul görmedi. 

CHP'nin Barış ve demokrasiye katkı veren bu karşı çıkışını saygıyla alkışlıyorum. 

Cumhuriyet bugün 98 yaşında!

Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun!

Günümüz, Demokratik Laik Cumhuriyet için mücadele günü olsun!

Yaşasın Demokratik Laik Cumhuriyet! 

Yaşasın Barış!

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

22 Ekim 2021 Cuma

Türk Sorunu

Yıllar önce alıp okumadığım kalınca bir eseri raftan indirip, sıcak yaz günlerinde okudum. 'Otuzuncu Yaş' (Yapı Kredi Yayınları) isimli bu eserde, ünlü şair-yazar İngeborg Bacmann'ın tüm öyküleri toplanmıştı. Ve "Ölüm Gelecektir" adlı öyküde ise yazar okurlarına sanki bir "insanlık dersi" veriyordu. 


İşte o satırlar:


“… Bizim aile kendi kendisi için, kendi başına gelenler için gözyaşı dökmeyi sever en çok, başkalarının başına gelenlere ise ağladığı pek görülmez, bunlar yalnızca ürperti uyandırır onda, bu ürpertinin hazzını yaşamakla yetinir… 

Katillerini ele versem, hırsızlarını gereken yere ihbar etsem, bu aileye layık biri olabilir miyim? Yabancı aileleri, bu ailelerde işlenen cinayet ve kötülükler dolaysıyla suçlayabilirim kuşkusuz, ama kendi ailemi içindeki o cılk yaralar dolaysıyla asla ele vermeyeceğim, asla. Ama başka her aileden daha çok bizim ailede bunları rahatlıkla gözlemleyebilirim… Susuyoruz.” 


Sizi bilmem, ama ben bu satırları okurken çok etkilendim, sonra da insan neden gerçekçi bir gözle kendi ve toplumunda görünen "cılk yaraları" biraz biraz deşip sorgulayıp, yargılamaktan kaçınır, niçin susar, diye çok düşündüm.

***

Kim bilir, belki de "Kürt Sorunu" başlıklı yazımda: “Ülkemizin, 'Kürt Sorununu' çözümsüz bırakan, bir 'Türk Sorunu' var.” -derken, henüz yukarıdaki öykünün etkisindeydim. 

Peki, 'Türk Sorunu' nedir?

Osmanlının son yıllarında kurulan, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde Enver Paşaya bağlı "Teşkilatı Mahsusa" adıyla bir gizli örgüt kurulur. Bu kuruluş, 1911 yılından başlayarak Osmanlıdaki çok kültürlülük ve çeşitliliği yok ederek, Türkçü ve İslamcı bir ulus oluşturmak ister. İşte günümüze kadar sürüp gelen bu anlayışa: 'Türk Sorunu' diyebiliriz. 

Şimdi bu anlayışın sebep olduğu, çoğumuzun bildiği, bilmeyenlerin de konuyu detaylarıyla internetten öğrenebileceği sadece birkaç örnek olayı sıralamak istiyorum:
  • İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi ve Enver Paşa tutkunu olan Yakup Cemil'in 1914 yılında arkadaşlarıyla; Kastamonu, Sinop, Boyabat, Çankırı ve Çorum'da öldürme, gasp, tecavüz gibi ağır suçlardan mahkûm 2000 kişilik çeteler kurması. Bu çetelerin, Artvin, Ardahan, Kars, Oltu'daki yerleşik halklara çok ağır zulüm uygulaması, örneğin, yörenin en barışçı ve çalışkan üreticileri olan Malakan halkından kimilerini katlederek, kimilerini degöç ettirerek mallarına el koymaları ve Ermeni Tehciri...  
  • Çok kültürlülüğü ve yerinden yönetimi esas alan demokratik 1921 anayasasının 1924'te değiştirilmesi ve böylece Turancılık, ırkçı Güneş Dil Teorisi, tek dil, tek millet ... anlayışlarının etkin kılınması, Dersim Katliamı...  
  • 12 Eylül 1980 Diyarbakır Cezaevinde yaşanan utanç verici olaylar...
  • Trafik ışıklarındaki renklerin bile yasaklanması...
  • Halka dışkı yedirilmesi, faili bilinen fakat açıklanmayan katliamlar... 
  • Vekillerin meclisten boyunlarından basılarak, sürüklenip çıkarılması..  
  • 19 Aralık 2000 günü 'Hayata Dönüş Operasyonu'unda 29 tutuklu ve 2 polisin öldürülmesi...
  • 2015'te çatışmalarda öldürülen kadının çıplak fotoğraflarının sosyal medyada paylaşılması ve bir erkek cesedinin katledenlerce tomalara bağlanıp gezdirilmesi videosu...
  • Aramak için girilen ev duvarlarına "Türk'ün gücünü göreceksiniz", yatak odalarına nefret suç olan yazılar yazılması...
  • Bir annenin öldürülen 10 yaşındaki çocuğunun cesedini buzdolabında saklaması...
  • 2020 HDP'nin ezici bir çoğunlukla kazandığı 65 belediyeden 59'una kayyum atanması, sadece 4 küçük ilçe ve 2 belde kalması... 
  • İnsanların helikopterden atılması... 
  • Kürtlerden birinin konuşması üzerine binlerce sayfa ‘iddianame’ yazan, fakat ortalığa saçılmış binlerce kirli dosyayı açmaya bile cesaret edemeyen savcılar... 
  • Ve tüm bu insanlık suçlarını işleyenlerin sorgulanmaması, sorgulansa bile cezasızlık uygulanarak suçlarının yanlarına kâr kalması...
  • ...      
Birkaç örnekle anlatmaya çalıştığım bu sorunlar, büyük çoğunluğun yüzleşmekten korkup kaçtığı, dokunulmaz kıldığı, gizlediği birer vicdani yaradır. Bu sızıları toplum ve pek çok aile halen yaşamaktadır.

İşte bu vicdan yaralarının hangisini deşerseniz altında bir 'Türk Sorunu' olduğunu görürsünüz. Eğer buna karşı bir insani ses, bir duruşumuz yoksa ve her sıkıştığımızda "Kol kırılır yen içinde kalır" ilkel sözüne sığınıyorsak, bu sorun nasıl çözülür?  

Kuşkusuz her insan; kendi kimliği, kültürü, inancı, yaşam tarzı ve bir ferdi olduğu toplumun değerleriyle övünüp, gurur duyabilir. Bu her insanda var olan "ben" duygusunun bir sonucu olduğundan hoşgörüyle karşılanabilir.

Fakat bazı sığ düşünceliler kendi; dili, dini, ırkı, inanç ve yaşam tarzının "en en en iyi" olduğunu, diğer kimlik değerlerin ise yalan-yanlış-eksik-önemsiz olduğunu varsayar onlara kendi değerlerini dayatırlarsa ne olur?

Bilinmelidir ki, başkasının kimlik ve kültürlerini benzer kılma uğraşları, asimilasyon, yani yok etmektir. Bu tür yok etmeler de birer insanlık suçudur. Kürt dili ve kültürü bu yöntemlerle yok edilmek isteniyor. 

Oysa her insan kendi ismiyle anılmak, kimliğiyle kabul görmek, böylece saygın olmak ister. İnsan haklarının gasp edilmesiyle, ortak yaşamdaki barış, uzlaşma ve anlaşma iklimi yok olur, savaş nedeni düşmanlıklar başlar.

İnsan olmak ve insanca yaşamak için herkes; kendisine ayna tutup sorgulamalı, hesap verebilmeli, hem de hesap sorabilmelidir. Sadece "ben", "biz" ile yetinmeden, karşımızdakilerin de insan hakları olduğunu düşünmeli, böylece komşuyla, toplumla ve dünya ile barış içinde yaşama çabası göstermeliyiz. 

***

Yurdumuzun 19 yıllık iktidarı ülkeyi, İslamcı-Türkçü güvenlikçi-savaşçı bir anlayışla yönetiyor. Savaş araç gereçlerine, müttehitlere ve yandaşları için yaptığı müsrifçe harcamalar, hazineyi boşaltmış, tüm kaynakları tüketmiş, ekonomik sıkıntıları çoğaltmıştır. Ve iktidarın mahfillerdeki bazı yolsuzluk dosyaları da ortalara saçılmıştır. 

Muhalefet partileri ise içte ve dışta yaşanan başarısızlıkları, yokluk ve yolsuzlukları anlatarak, halka dokunarak, halkın desteğini arttırmış durumda. 

Bu yüzden iktidar bugünlerde çok zor günler yaşıyor! 

Fakat algılar yaratıp, süreci yönetmekte çok başarılı olan iktidar, böylesi zamanlarda, komşu ülkelere asker gönderip, yerli ve milli duygularda bir dalgalanma yaratıp muhalefeti zora sokmakta çok mahirdir.

İşte tam da bu amaçla bugünlerde "Vatan Millet Sakarya!" hamasetiyle meclisten, yurtdışına asker göndermek için iki yıl sürecek bir yetki istiyor. 

Bugünlerde yine çok ilginç olaylar olacak. Şöyle ki:

İktidarın iç, dış ve ekonomik politikalarını ve hiçbir işini beğenmeyen muhalefet (HDP hariç) şimdi yine "sonra bize ne derler" diye, meclisteki  asker gönderme teskeresine kuzu kuzu "EVET" oyu verecekler. 

Hani bu iktidarın her şeyine karşıydınız ne oldu?

Şimdi gel de "Sizi Gidi Sizi!" diyen rahmetli Erbakan'ı anma...

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız