Osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Osmanlı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Nisan 2024 Cumartesi

Hayat Bilgisi


Eğitimciler, her konuda az-çok bilgi sahibi olması gereken kişilerdir. Okullarda her konuda az-çok bilgiyi de: 'Hayat Bilgisi' dersi kazandırır.

‘Hayat Bilgisi’; okula yeni başlayan çocuklara, üç yıl süre ile verilen bir dersin adıdır.  

'Hayat Bilgisi', bazı lokantalarda: 'Aşçı Tabağı' adıyla servis edilen bir yemeğe benzer. O tabak içinde, her çeşitten 'biraz' olduğu için de müşterisi aç kalmaz derler... 

Hayat Bilgisi konuları, yaşamın sürekli döngüsü içindeki ‘herkes’ içindir. Önyargı ve inat üretmeden, güncel ve yenilikçi anlayışla kişiye özgünlük kazandırmak isteyen bir derstir. 

Hedefinde: okuyan-yazan, gözlem-deney yapıp düşünen, yeni bilgilerle tanışan, onları bilinenlerle kıyaslayan, konuşan, tartışan, üreten ve her gün yenilenen özgün insanlar vardır. 

Sanırım, 'Hayat Bilgisi' dersinin en sevdiğim ders oluşu bu yüzdendir.  

Çünkü, bu ders: 'hem öğrenci hem de öğretmen' olarak her olgudan bir çıkarım yapmayı ve yaşam boyu; gelişen, üreten, paylaşan, uzlaşan bir birey olmayı öğretir insana. 

Bilimlerin kalıcı olduğu, bilgilerin de kısa ömürlü, geçici olduğunu herkes kabul eder. Dünyadaki bu hızlı gelişim-dönüşüm-değişim; sosyal yaşamı, teknolojiyi, bilgi ve tüm alışkanlıkları eskitir, işlevsiz kılar ve zamanla yok eder. Bizler eskileri bırakıp, yenileri kullanırken, bilim insanları da hiç boş durmaz yeni buluşlarıyla insanlığa hizmet ederler. 

Eğer bir toplum veya insan kendisini, bu hızlı değişim-dönüşüme uygun olarak güncellenmezse, işte o zaman geriler ve yenik düşerler.

Gerilememek ve yenik düşmemek için toplumsal dayanışma artmalı, her birey yaşam boyu: 'hem öğrenci hem öğretmen olma' ilkesine uymalıdır. Çünkü bu ilke toplum ve bireyin dinamosudur, bundan aldıkları güçle farkı fark eder, uyum sağlar ve yenilenirler. 

* * *

Birkaç satır aşağıda bir konuşmadan alıntılanmış, duyulan, bilinen ve çok düşündüren dört satırlık bir alıntıyı paylaşacağım. Kaynaklarda bir netlik yok, fakat bu söz ya Hrant Dink'e ya da Rakel Dink'e aittir. 

İşte o alıntı:  

"Ben üç dil biliyorum:
Ermenice, Kürtçe ve Türkçe.
Benim içimde bu üç dil hiç kavga etmiyorlar,
Barış içinde yaşıyorlar!”


Bu kısa fakat anlamlı söylem, aslında bir toplumsal çığlıktır.

Ve bu çığlığın derinlerinde de ülkemiz halklarının pek çok acısı ile özlemi saklıdır.

Eğer söz sahibi konuşmasına biraz daha devam etmiş olsaydı, bence peşi sıra bizlere şu soruyu da soracaktı:

-Peki, bu barışık dillerimiz günlük hayatımızda neden/niçin kavgalı?!..
O diller ki, yılanı deliğinden çıkarır ve kalpten kalbe yol açarlar! 

Acaba bizim ellerde o diller neden yasaklı ve de niçin kavgalı?  

Bildiğiniz gibi ben öğretmenim hem de bir vatandaşım. Şimdiki görevim, bu yaşanmış gerçeği/bu tuhaflığı bir 'olgu' kabul etmek ve 'Hayat Bilgisi' bilgilerimle, bu olgu için neden-niçin sıralaması yapıp bazı çıkarımlarda bulunmaktır. Böylece bu toplumsal yaraya kendimce 'insani' bir çözüm bulup katkıda bulunmak, hem de bu ayıbı teşhir etmektir.  

Öğretmenim demiştim, fakat ben bir öğretmenin: "...şu kadar satır yaz / şu kadar sayfa oku-yaz-çöz / şunu yap, bunu çiz.." diye başlayan, sınırı ve amacı belirlenmemiş ödevlerini hiç sevmem! 

Hayat Bilgisi ödevlerine ise bayılırım! 

Sevgili okurlarım, eğer kızıp darılan olmazsa, size bir Hayat Bilgisi ödevi vermek istiyorum.  

Haydi birlikte bir Ödev Oyunu oynayalım!   

İşte ödevimizin konusu: 

"Ben üç dil biliyorum:
Ermenice, Kürtçe ve Türkçe.
Benim içimde bu üç dil hiç kavga etmiyorlar,
Barış içinde yaşıyorlar!”
 

Ödev Soruları:
1. Soru: Yukarıdaki sözlerin sahibi kişi ne demek istiyor?
2. Soru: O kişinin içindeki barışık diller, dışarıda niçin/neden kavgalı?

Ödevin Süresi ve Kuralları: Süre isteğinize bağlı ve sınırlaması yoktur. İsteyen bu konuyu anlatan bir yazı yazar. İsteyen bir kişi veya gruba sunum yapar. İsteyen görüşlerini bana yazılı bildirir. Ancak tüm çıkarım ve çözüm önerilerinizin özgün anlatımınızla yapılması zorunludur. 

Ödev için Kaynaklar:

Tüm tarih, sosyoloji, felsefe, psikoloji, psikiyatri, ve pedagoji kaynakları ile kaynak kişi sunumlarından yararlanmak serbesttir.

Ödev ile ilgili hatırlatmalar:

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesine göre; 
*Madde 1: Bütün insanlar özgür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar... 
Madde 2: Herkes ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasal ya da başka türden kanaat, ulusal ya da toplumsal köken, mülkiyet, doğuş veya başka türden statü gibi herhangi bir ayrım gözetilmeksizin, bu Bildirgede belirtilen bütün hak ve özgürlüklere sahiptir. 
*Anayasalarla o ülke vatandaşlarının hakları belirlenir. 
*Cumhuriyet öncesinde yurdumuzda Osmanlı İmparatorluğu egemendir. *Osmanlı 3 kıta, 7 denizin olduğu büyük coğrafyada 623 yıllık ömründe: yükselmiş, duraklamış, gerilemiş ve yıkılmıştır.
*Osmanlı İmparatorluğunda 1876'da Anayasa ilan edilir, 1878'de askıya alınır ve 1908 yeniden yürürlüğe girer. 
*Osmanlının, emperyalist güçlerce işgal edilen topraklarını kurtarmak için 'Kurtuluş Savaşı' başlamış ve daha devam ederken 1921 Anayasası kabul edilir. 29 Ekim 1923'te Türkiye Cumhuriyeti kurulur. Daha sonraki yıllarda da 1924, 1962, 1982 Anayasaları kabul edilir... 

Kolaylıklar dilerim.  

19 Kasım 2021 Cuma

Hâlden Anlamak


İnsanoğlunun iki önemli becerisi vardır:

Birincisi: insanın savaşçılığıdır ki, insanoğlu en çok bu yetisini kullanır. Savaşan insanlar; hile, tuzak, kılıç, top, tüfek... gücüyle düşmanı olarak belirlediklerini yok etmeye çalışırlar. Sonrasında da insanlığa, diğer canlı ve doğal çevreye çok büyük zarar verip ve çok büyük acılar yaşatırlar. 

İkincisi: insanın barışçılığıdır ki, insanoğlu en az bu becerisini kullanır. Barışçı bir ortamda tüm canlılar var olup, yaşam sürerler. Barışçı insan; paylaşır, başkalarına değer verir, onları anlamaya çalışıp sever ve sayar. 

Fakat ne yazıktır ki insanlık tarihi, barışın coşkularından çok savaşların kıyım ve acılarıyla doludur. Bunun için acısı olanları görmek, tanımak, anlamak ve onlara el verip barış içinde çoğalmak gerek. 

CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu, bugünlerde toplumsal gerginlikleri "helalleşme" yoluyla gidermek için barışçı bir iklim geliştirmeye çalışıyor. Bu herkesçe desteklenmesi gereken saygın bir girişimdir. 


Evet, ülkemizin tedavi edilmediği için, için için kanayan çok derin sosyolojik yaraları var. 


Dilerim ki yen içine saklanan bu insani yaralar, tez elden gün yüzüne çıkarılır ve temizlenerek sağaltıma kavuşturulur.  


Ve dilerim ki, bu girişim bir seçim sloganı olmaktan çıkıp, barışçı bir  uygulamaya dönüşür.


Barışçı bir ortam oluşması için en etkili yöntem, tüm paydaşlarla empati kurabilmek ve onlarda yalnız olmadıklarını duyumsatan bir farkındalık yaratmaktır.  


Empati, bir kimseyi önemseyip ona: "ben sizi anlıyorum" demektir. 


Eğer, karşınızda; öfkeli, yaralı, acılı, coşkulu kişi-grup veya canlılar varsa ve siz de onlara "ben sizi anlıyorum" diye söze başlamış ya da onlarda bu sözün amacı olan bir duyguyu yaşatmışsanız, artık işiniz kolay ve istenen iletişim ortamı sağlanmış demektir. 

Empati yapma ya da halden anlamanın sihirli bir gücü vardır, bu güçle kişiler başkasının acısını, coşkusunu anlar, onlarla duygudaş olup sağlıklı ilişkiler kurabilir. 

Kim bilir, belki de böylesi bir deneyim Tolstoy'a"Acı duyabiliyorsan, canlısın. Başkalarının acısını duyabiliyorsan, insansın." -sözünü söyletmiştir.

Dünyada olup biten pek çok istenmeyen toplumsal olay incelenirse, asıl nedeninin halden anlamamak olduğu görülecektir.   

Eğer, toplumu oluşturan; anne, baba, çocuk, komşu, öğretmen, yönetici ve devlet halden anlarsa; orada iklim değişir, insanlar uygarlaşır, yaşam kolaylaşır.    

***

Birkaç kıtaya yayılmış bir imparatorluğun mirasçısıdır bizim ülkemiz. Bu topraklarda halkın büyük çoğunluğu yaşamak için, küçük bir azınlık ise daha çok kazanmak için savaşmış, ölmüş, öldürmüş. 

İşte bu geçmişten günümüze miras olarak; karanlıkta kalmış pek çok olay, haksızlık, kıyım, cinayet ve acılar kalmıştır. 

Bu acıların büyük çoğunluğu; farklı inanç ve yaşam tarzlarını ortadan kaldırmak, kendi kültür ve yaşam tarzını onlara dayatmak yani 'başka'  kültürleri asimile etmek amacını güder.  

Şimdi de Osmanlı hayranlığı ve özentisi içinde olanlara; Yerli, Millî, Osmanî, Turanî ve Tarihi iki hatırlatma yapmak isterim: 

  • Birincisi: Osmanlı, 1913 yılında İstanbul'daki I. Kolordu Komutanlığına Alman Ordusu generallerinden Otto Liman Von Sanders'i getirilmesidir.  
  • İkincisi: Osmanlı coğrafyasında farklılıkları yok etmek için ilk eylem adımını İttihat ve Terakkî Cemiyeti lideri 'Turancı' Enver Paşa'nın atmasıdır. Enver Paşa, 24 Şubat 1914 günü Osmanlı Hanedanlığında etkili bir damat olunca, "Turan" emelleri için Osmanlı topraklarında gözü olan emperyalist Almanya ile işbirliği yapar. Bu amaçla da 1 Ağustos 1914 tarihinde, Almanya ile Osmanlı İmparatorluğu arasında gizli bir ittifak anlaşması imzalanır. Bu anlaşmaya göre Osmanlı ordularının askeri kararları ve operasyonları üzerinde belirleyici güç Almanya olacaktır.  

Bu mu yere göğe sığdıramadığınız Osmanlı?

Bu mudur yerlilik ve millilik? 

Devletin karanlık arşivlerinde unutulsun diye halı altına süpürülen, ama toplumsal belleklerin hiç unutamadığı daha nice yükler var. Ermeni, Süryani, Kürt, Alevi halkların çektikleri, sıkıyönetim olağanüstü haller, Sarıkamış, Koçgiri, Dersim, Şark Islahat Planı, Varlık Vergisi, 6-7 Eylül, 12 Mart, 12 Eylül,  Hapishaneler, İşkencehaneler, Jitemler, Maraş, Çorum, Sivas, Roboski, Gezi, Gar ve daha nice nice olay yüzleşme bekliyor. 

Karanlık içinde kalmış bu kirli bagajlardaki sayfaları aralamak, oralardaki utançlarla yüzleşmek ve acılar yaşmış olanlara "sizi anlıyoruz" diyebilmek bir insanlık erdemidir. 

Niçin erdemli olmaktan korkuyor ve kaçınıyoruz?

Berfo Ana adıyla bilinen Berfo Kırbayır'ı sanırım 40 yaş üstü herkes tanır. Berfo Ana, 12 Eylül 1980 sonrasında gözaltına alınan, bir daha hiç haber alınamayan Cemil Kırbayır'ın annesidir. Bu anne, tam 33 yıl oğluna ait mezar ve kemikleri bulmak için ağıtlar yaktı, devlet kapılarını çaldı, yetkililerden sözler aldı ve taksim meydanında kendisi gibi acıları olan "Cumartesi Anneleri" ile birlikte aylarca direndi (yarın 869. haftası). Ama oğlunun kemiklerini bulamadan ölüme yenik düşüp, özlem ve acılarıyla birlikte gömüldü, "Cumartesi Annesi" Berfo Ana.  

Acaba devlet, göz altına alındıktan sonra kaybettiği Cemil'in kemiklerini, bu yaşlı, acılı anneye verilmiş olsaydı ne olurdu?

Berfo Ana belki, oğlunun kemiklerini, toprağını koklayıp, öpüp, okşarken bir dinginlik kazanır sonra da huzur içinde ölürdü! 

'Üstün ırk' safsatasıyla Alman halkından büyük destek alarak faşist bir korku yönetimi kuran Hitler, yıllarca insanlık suçları işledi, sonunda hem ülkesi enkaza döndü hem de dünya kana bulandı ve çok büyük acılar yaşandı... 

Almanya sonraki yıllarda bu büyük(!) liderini, arkadaşlarını ve öğretilerini yargılayıp lanetledi. 

Yetinmedi, ayrıca işlenen insanlık suçlarını mekanlarıyla aletleriyle ve belgeleriyle herkese açık nefret müzelerine dönüştürüp teşhir etti. 

Almanya, böyle uygar bir adım atarak; hem tarihinin bu utanç dolu karanlık sayfasıyla yüzleşti hem de insanlıktan özür dilemiş oldu. 

Sanırım şimdi okurlarıma iki soru sorabilirim:

Almanya'nın faşist geçmişiyle yüzleşmesi, acaba ülkesi ve halkına neler kazandırdı?

Almanya'nın faşist geçmişiyle yüzleşmesi, acaba ülkesi ve halkına neler kaybettirdi?

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


22 Ekim 2021 Cuma

Türk Sorunu

Yıllar önce alıp okumadığım kalınca bir eseri raftan indirip, sıcak yaz günlerinde okudum. 'Otuzuncu Yaş' (Yapı Kredi Yayınları) isimli bu eserde, ünlü şair-yazar İngeborg Bacmann'ın tüm öyküleri toplanmıştı. Ve "Ölüm Gelecektir" adlı öyküde ise yazar okurlarına sanki bir "insanlık dersi" veriyordu. 


İşte o satırlar:


“… Bizim aile kendi kendisi için, kendi başına gelenler için gözyaşı dökmeyi sever en çok, başkalarının başına gelenlere ise ağladığı pek görülmez, bunlar yalnızca ürperti uyandırır onda, bu ürpertinin hazzını yaşamakla yetinir… 

Katillerini ele versem, hırsızlarını gereken yere ihbar etsem, bu aileye layık biri olabilir miyim? Yabancı aileleri, bu ailelerde işlenen cinayet ve kötülükler dolaysıyla suçlayabilirim kuşkusuz, ama kendi ailemi içindeki o cılk yaralar dolaysıyla asla ele vermeyeceğim, asla. Ama başka her aileden daha çok bizim ailede bunları rahatlıkla gözlemleyebilirim… Susuyoruz.” 


Sizi bilmem, ama ben bu satırları okurken çok etkilendim, sonra da insan neden gerçekçi bir gözle kendi ve toplumunda görünen "cılk yaraları" biraz biraz deşip sorgulayıp, yargılamaktan kaçınır, niçin susar, diye çok düşündüm.

***

Kim bilir, belki de "Kürt Sorunu" başlıklı yazımda: “Ülkemizin, 'Kürt Sorununu' çözümsüz bırakan, bir 'Türk Sorunu' var.” -derken, henüz yukarıdaki öykünün etkisindeydim. 

Peki, 'Türk Sorunu' nedir?

Osmanlının son yıllarında kurulan, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde Enver Paşaya bağlı "Teşkilatı Mahsusa" adıyla bir gizli örgüt kurulur. Bu kuruluş, 1911 yılından başlayarak Osmanlıdaki çok kültürlülük ve çeşitliliği yok ederek, Türkçü ve İslamcı bir ulus oluşturmak ister. İşte günümüze kadar sürüp gelen bu anlayışa: 'Türk Sorunu' diyebiliriz. 

Şimdi bu anlayışın sebep olduğu, çoğumuzun bildiği, bilmeyenlerin de konuyu detaylarıyla internetten öğrenebileceği sadece birkaç örnek olayı sıralamak istiyorum:
  • İttihat ve Terakki Cemiyeti üyesi ve Enver Paşa tutkunu olan Yakup Cemil'in 1914 yılında arkadaşlarıyla; Kastamonu, Sinop, Boyabat, Çankırı ve Çorum'da öldürme, gasp, tecavüz gibi ağır suçlardan mahkûm 2000 kişilik çeteler kurması. Bu çetelerin, Artvin, Ardahan, Kars, Oltu'daki yerleşik halklara çok ağır zulüm uygulaması, örneğin, yörenin en barışçı ve çalışkan üreticileri olan Malakan halkından kimilerini katlederek, kimilerini degöç ettirerek mallarına el koymaları ve Ermeni Tehciri...  
  • Çok kültürlülüğü ve yerinden yönetimi esas alan demokratik 1921 anayasasının 1924'te değiştirilmesi ve böylece Turancılık, ırkçı Güneş Dil Teorisi, tek dil, tek millet ... anlayışlarının etkin kılınması, Dersim Katliamı...  
  • 12 Eylül 1980 Diyarbakır Cezaevinde yaşanan utanç verici olaylar...
  • Trafik ışıklarındaki renklerin bile yasaklanması...
  • Halka dışkı yedirilmesi, faili bilinen fakat açıklanmayan katliamlar... 
  • Vekillerin meclisten boyunlarından basılarak, sürüklenip çıkarılması..  
  • 19 Aralık 2000 günü 'Hayata Dönüş Operasyonu'unda 29 tutuklu ve 2 polisin öldürülmesi...
  • 2015'te çatışmalarda öldürülen kadının çıplak fotoğraflarının sosyal medyada paylaşılması ve bir erkek cesedinin katledenlerce tomalara bağlanıp gezdirilmesi videosu...
  • Aramak için girilen ev duvarlarına "Türk'ün gücünü göreceksiniz", yatak odalarına nefret suç olan yazılar yazılması...
  • Bir annenin öldürülen 10 yaşındaki çocuğunun cesedini buzdolabında saklaması...
  • 2020 HDP'nin ezici bir çoğunlukla kazandığı 65 belediyeden 59'una kayyum atanması, sadece 4 küçük ilçe ve 2 belde kalması... 
  • İnsanların helikopterden atılması... 
  • Kürtlerden birinin konuşması üzerine binlerce sayfa ‘iddianame’ yazan, fakat ortalığa saçılmış binlerce kirli dosyayı açmaya bile cesaret edemeyen savcılar... 
  • Ve tüm bu insanlık suçlarını işleyenlerin sorgulanmaması, sorgulansa bile cezasızlık uygulanarak suçlarının yanlarına kâr kalması...
  • ...      
Birkaç örnekle anlatmaya çalıştığım bu sorunlar, büyük çoğunluğun yüzleşmekten korkup kaçtığı, dokunulmaz kıldığı, gizlediği birer vicdani yaradır. Bu sızıları toplum ve pek çok aile halen yaşamaktadır.

İşte bu vicdan yaralarının hangisini deşerseniz altında bir 'Türk Sorunu' olduğunu görürsünüz. Eğer buna karşı bir insani ses, bir duruşumuz yoksa ve her sıkıştığımızda "Kol kırılır yen içinde kalır" ilkel sözüne sığınıyorsak, bu sorun nasıl çözülür?  

Kuşkusuz her insan; kendi kimliği, kültürü, inancı, yaşam tarzı ve bir ferdi olduğu toplumun değerleriyle övünüp, gurur duyabilir. Bu her insanda var olan "ben" duygusunun bir sonucu olduğundan hoşgörüyle karşılanabilir.

Fakat bazı sığ düşünceliler kendi; dili, dini, ırkı, inanç ve yaşam tarzının "en en en iyi" olduğunu, diğer kimlik değerlerin ise yalan-yanlış-eksik-önemsiz olduğunu varsayar onlara kendi değerlerini dayatırlarsa ne olur?

Bilinmelidir ki, başkasının kimlik ve kültürlerini benzer kılma uğraşları, asimilasyon, yani yok etmektir. Bu tür yok etmeler de birer insanlık suçudur. Kürt dili ve kültürü bu yöntemlerle yok edilmek isteniyor. 

Oysa her insan kendi ismiyle anılmak, kimliğiyle kabul görmek, böylece saygın olmak ister. İnsan haklarının gasp edilmesiyle, ortak yaşamdaki barış, uzlaşma ve anlaşma iklimi yok olur, savaş nedeni düşmanlıklar başlar.

İnsan olmak ve insanca yaşamak için herkes; kendisine ayna tutup sorgulamalı, hesap verebilmeli, hem de hesap sorabilmelidir. Sadece "ben", "biz" ile yetinmeden, karşımızdakilerin de insan hakları olduğunu düşünmeli, böylece komşuyla, toplumla ve dünya ile barış içinde yaşama çabası göstermeliyiz. 

***

Yurdumuzun 19 yıllık iktidarı ülkeyi, İslamcı-Türkçü güvenlikçi-savaşçı bir anlayışla yönetiyor. Savaş araç gereçlerine, müttehitlere ve yandaşları için yaptığı müsrifçe harcamalar, hazineyi boşaltmış, tüm kaynakları tüketmiş, ekonomik sıkıntıları çoğaltmıştır. Ve iktidarın mahfillerdeki bazı yolsuzluk dosyaları da ortalara saçılmıştır. 

Muhalefet partileri ise içte ve dışta yaşanan başarısızlıkları, yokluk ve yolsuzlukları anlatarak, halka dokunarak, halkın desteğini arttırmış durumda. 

Bu yüzden iktidar bugünlerde çok zor günler yaşıyor! 

Fakat algılar yaratıp, süreci yönetmekte çok başarılı olan iktidar, böylesi zamanlarda, komşu ülkelere asker gönderip, yerli ve milli duygularda bir dalgalanma yaratıp muhalefeti zora sokmakta çok mahirdir.

İşte tam da bu amaçla bugünlerde "Vatan Millet Sakarya!" hamasetiyle meclisten, yurtdışına asker göndermek için iki yıl sürecek bir yetki istiyor. 

Bugünlerde yine çok ilginç olaylar olacak. Şöyle ki:

İktidarın iç, dış ve ekonomik politikalarını ve hiçbir işini beğenmeyen muhalefet (HDP hariç) şimdi yine "sonra bize ne derler" diye, meclisteki  asker gönderme teskeresine kuzu kuzu "EVET" oyu verecekler. 

Hani bu iktidarın her şeyine karşıydınız ne oldu?

Şimdi gel de "Sizi Gidi Sizi!" diyen rahmetli Erbakan'ı anma...

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


15 Ekim 2021 Cuma

Kürt Sorunu



Son günlerde 'Kürt Sorunu', çokça konuşulur oldu. Kimi, bu sorun vardır, kimileri de böyle bir sorun yoktur diyor. Ama neyse ki Kürtlerin var olduğu konusunda uzlaşmış görünüyorlar. Daha düne kadar, ‘Kart, kurt’ diyenlerin bugün “Kürt” demiş olmaları önemli bir gelişme sayılabilir. 

Bu konuyu, vardır/yoktur diye konuşanlar, eğer bu sığlıktan kurtulmak isterlerse, birazcık Osmanlı ve Cumhuriyet tarihine bakmaları yeterlidir. O zaman ülkemizin en eski halklarından biri olan Kürtlerin zaman zaman, demokratik ve birer insan hakkı olan dil, kimlik, inanç ve kültürleri için bazı yönetsel ve hukuksal çözümler istediklerini görebilirler. 

Fakat ne yazıktır ki onların bu istekleri egemen güçlerce tam 29 kez; hainlik, bölücülük, emperyalist emellere hizmet ve isyan olarak kabul edilmiş ve militarist anlayışla bastırılmıştır. 

Birer insan hakkı olan demokratik taleplerin, her seferinde askeri güçle bastırılması sonucu olarak ülkemizde; asker-sivil çokça insan ölmüş, çok büyük acılar yaşanmış, derin yaralar açılmış, doğal çevre zarar görmüş ve çok büyük ekonomik kayıplar verilmiştir. Fakat bu asırlık sorun yine de ölüm, öfke, kin, düşmanlık, çatışma, savaş konusu olmaktan hiç de çıkıp, bitmemiştir. 

Çünkü kişi ve toplumsal gruplara yapılan baskılar sonucu yaşanacaklar, yani fizikteki: 'sıkılan her şey patlar' evrensel gerçeği hiç hesaplanmamış ya da önemsenmemiştir.

***

Birinci Dünya Savaşı sonunda; Türk, Kürt, Laz, Çerkes, Gürcü, Abaza, Arnavut, Boşnak, Roman, Ermeni, Rum, Arap, Süryani gibi çok kimlikli halkları olan Osmanlı İmparatorluğu, yenilgiye uğramış, sarayı çaresiz, ordusu dağılmış ve pek çok önemli toprakları ise emperyalist güçlerce işgal edilmiştir. 

Başarılı bir Osmanlı subayı Mustafa Kemal, bu haksız emperyalist işgale karşıdır. Bu anlayış içinde görevli olarak 19 Mayıs 1919 günü Samsun'a gider, orada gerekeli görüşmeler yapar ve sonra da birkaç asker arkadaşı ile 21-22 Haziran 1919 günleri Amasya'da toplanır, burada düşman işgaline karşı bir direnişi başlatma kararıyla, hareketin amaç, yol ve yöntemlerini  bildiren "Amasya Genelgesi'ni hazırlayıp ilan ederler. 

Anadolu halkıyla kucaklaşıp, onların desteğini alarak işgal altındaki yurdu düşmanlardan kurtarmak için her çevrede sevilen, sözü geçen; komutan, feodal ağalar, beyler, aşiret reisleri, din adamları gibi halk önderinin katılımıyla 23 Temmuz-7 Ağustos 1919 günleri: 'Erzurum Kongresi', 4 -11 Eylül 1919 günlerinde ise de 'Sivas Kongresi' yapılır. 

Bu kongrelerde alınan karalar uyarınca: 

  • Ülkenin içinde bulunduğu durum, çok kimlikli halkın demokratik talepleri konuşularak uzlaşma sağlanır, karara bağlanır. 
  • Her ili temsilcisi millet vekilleri belirlenir ve 23 Nisan 1920 günü Ankara'da Büyük Millet Meclisi toplanır.
  • 20 Ocak 1921’de Anayasası ile Türkiye Devleti resmen ilân edilir. 23 maddeden oluşan bu demokratik Anayasa'nın 11-21 maddeleriyle, ülkenin yönetimi, coğrafi ve ekonomik şartlarına göre: vilayet, kaza ve nahiyelere ayrılmış, vilayet ve nahiye ‘şuraları’ oluşturulmuş ve bunlara muhtariyet/özerklik verilmiştir. Böylece halkın yerel düzeyde 'kendi kendini yönetme’ hakkı tanınmıştır. 
  • 11 Ekim 1922 Mudanya Mütarekesi ile İstiklal Savaşı son bulur.
  • 29 Ekim 1923'te yönetim şeklinin Cumhuriyet olduğu kabul edilir.
  • Ve elde edilen bu sinerji ile üç yıl (1919-1922) süren Kurtuluş Savaşı kazanılmıştır. Ve bu başarıyla da diğer mazlum halklara örnek olunmuştu. 

Fakat 20 Nisan 1924 Anayasası ile 1921 Anayasası yürürlükten kaldırılır, böylece; yerinden yönetim ve özerklik gibi demokratik haklar yok edilir, Amasya Genelgesi, Erzurum Kongresi' ve Sivas Kongresi'nde varılan uzlaşmalara uyulmamış olunur. 

1924 Anayasasının kabulünden sonraki yıllarda ise 'Türkçü', 'Turancı', 'Güneş Dil Teorisi' akımları ve Mahmut Esat Bozkurt gibi ırkçı anlayış sahipleri ülke siyasetinde etkin olmuştur. Böylece Kürtlerin anadilleri ile eğitim almaları, çocuklarına istedikleri isimleri vermeleri yasaklamış, hatta asırlar öncesinden beri kullandıkları köy, ova, dağ, şehir, isimleri bile yasaklanarak değiştirilmiştir. Kısacası: Kürtler kandırılmıştır.

Şimdi gelelim 'Kürt Sorunu' dedikleri konuya: 

Bu sorun, gasp edilen tüm kültürel ve demokratik insan haklarını kapsar. 

Siz bir an olsa bile, bu haklarınızın gasp edildiğini hiç düşündünüz mü? 

Peki, eğer düşündüyseniz neler hissettiniz? 

İşte biz Kürtler de tam da bunları hissediyoruz! 

Hemen "biz et ve tırnak gibiyiz" demeyiniz lütfen. 

Çünkü şimdi hem et hem de tırnağın sorunları var. 

Çünkü ülkemizin 'Kürt Sorununu' çözümsüz bırakan, bir 'Türk Sorunu' var. 

Örneğin; ülkemizde 20 milyon Kürt olduğu halde, bunlar anadilleriyle eğitim alamıyor ve Mecliste Kürtçe konuşan vekilin konuşması kayıtlara: “bilinmeyen bir dilde” diye geçiyorken, bizden binlerce km. uzakta ve çok az Kürt nüfusun bulunduğu Japonya'da ise bir üniversitede Kürt Dil Bölümü açmıştır.  


Ve Türkiye öyle bir dış politika geliştirmiş ki, dünyanın neresinde Kürtlere dair bir etkinlik, bir başarı hikayesi varsa oraya diplomatik müdahalede bulunuyor. 

Biz ne savaş ne ayrılık ne de fazlalık haklar istiyoruz. Biz, ülkemizde; sadece önyargılardan uzak karşılıklı saygı içinde, barış ve demokrasinin sağladığı eşit insan haklarına sahip yurttaşlar olarak yaşamak istiyoruz.    

Bakınız, 20 Nisan 1931 günü ülkemizin kurucu lideri Mustafa Kemal (daha Atatürk ismini almamıştı): "Yurtta barış, dünyada barış" diyerek barışı kutsamış, işgalci savaşları ise lanetlemişti. (Fakat aynı Mustafa Kemal 7 yıl önce, demokrasi ve çoğulculuğu savunan barışçı 1921 Anayasasını kaldıran, Türkçülüğü ve tekçiliği savunan 1924 Anayasasına destek vermiş, iç barışı demokrasi ile değil askeri yöntemlerle sağlamaya çalışmıştır.)  

Ama yine de hepimiz "Yurtta barış, dünyada barış" demeliyiz: 

Çünkü savaş; küçük bir azınlığın çıkarı için doğadaki ekosistemi bozar, canlıların yaşam hakkını ve kaynaklarını yok eder, büyük acılar yaşatır, insanları birbirine karşı öfkeli, kindar düşmanlar yaparak sömürü çarkının kolayca dönmesini sağlar.

Ama barış, doğadaki ekosistemi bozmadan canlıları yaşatır, içeride ve dışarıdaki insanları; eşit hakları olan paydaşlar kabul eder, kimlik ve çeşitlilikleri birer zenginlik kabul edip karşılıklı saygının huzur içinde yaşamalarını sağlar. 

“Alavere dalavere Kürt Memet nöbete” dönemi bitmeli artık.  

Kimsenin kimseyi küçümseyip yok saymadığı, herkesin önyargılardan arınmış bir barış iklimine ihtiyacı var.  

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız