hak ihlali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
hak ihlali etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

18 Şubat 2022 Cuma

Ankara Barosunda İnsan Hakları


İnsanların, 'insanca' yaşamak için; hak, hukuk adalet arayış mücadelesi çok eskilere dayanır.

Tarih; M.Ö. 400'lü yıllarda Sokrates, 1633 yılında Galileo, 900'lı yıllarda Hallac-ı Mansur, 1410'lu yıllarda Nesimi, 1894'te Dreyfus ve benzerinin dava ve savunmalarını günümüze taşır. Bu nedenle de davaların sonuç ve yankıları herkesçe az-çok bilinir. Zaten bu davaları hiç de aratmayan dava ve savunmalar günümüzde de devam etmektedir.

Toplumsal yaşam bir organizmaya benzer, eğer bu organizmanın tüm organları işbirliği içinde çalışırsa, o zaman güvenlikli, sağlıklı ve huzurlu bir yaşam olur.

İşte bu anlayışla yaşama şekil verecek devletler kurulmuştur. Ne yazık ki devletler hep güçlüden yana olmuş çoğunlukları ezip sömürmüştür.

 

Kabul edilen iki görüşe göre:


Tarihte ilk kez M.Ö. 1760 yılında Mezopotamya'da, Hammurabi Yasaları ile devleti yöneten kral veya egemenlere yazılı olarak yetki verilmiştir.


15 Haziran 1215'de ilk anayasa sayılan Magna Carta ile Birleşik Krallığın (İngiltere) yetkileri kısıtlanmıştır.


***


Demokrasinin olduğu toplumlarda her kurumun, insan haklarını esas alan, herkesi eşitlikçi anlayışla kucaklayan ilkeleri ve etik kuralları vardır. Bu toplumlarda, her kurum ilke ve kurallarıyla, diğer kurumlarla işbirliği yaptığı için daha sağlıklı ve huzurlu bir yaşam iklimi oluşur. 

Kuşkusuz topluma hizmet sunan her kurum saygın ve önemlidir. Fakat eğer ülkenin yargı, eğitim, sağlık ve akademi sistemlerinde, onların ilke ve etik kurallarına uygun bir hizmet sunulmuyorsa, o zaman toplumsal bir kaos başlar. Hele bir de kurumların ilke ve kurallarını gözetmeyen, tek elden yönetme istekleri varsa, o ülkelerde hem çalışmak hem yaşamak çok zorlaşır.

Örneğin:

Yargıda; savcı-avukat-hâkim eğer hukuka uygun soruşturmaz, savunmaz ve karar vermezse, 

Eğitimde; öğretmen, eğer her birey saygındır diye eğitip, öğretmezse, 

Sağlıkta; doktor, eğer Hipokrat yeminine bağlı olarak çalışmazsa,

Akademide; akademisyenler, öğrencisiyle birlikte bilimi rehber almaz, araştırmaz, buluş yapmaz, konuşup öneride bulunmazsa.

İşte o zaman diğer kurumlar görevlerini tam yapsa bile, artık toplumsal çark düzenli dönmez, ülkede kaos başlar. 

Oysa demokratik ülkelerde, zorlukları azaltmak ve kolaylaştırmakla görevli yönetimler; sadece kurumların ihtiyaçlarını, aksayan yönlerini belirleyip gerekli bakım-onarımları yapar, öneri ve istekler için karar alır, yasalar hazırlar ve uygulamalarıyla herkese ayrımsız eşit hizmet sunarlar.

Ne yazık ki şimdilerde; kurumlarımız tek elden yönetildikleri için kurumlar etik kurallarına uygun çalışamıyor sadece emirle istenenleri yapıyorlar. Bu durum da ülkede ekonomik ve sosyal pek çok soruna neden oluyor. 

Yukarıda, yargı-eğitim-sağlık-akademi sıralaması yapmıştım ya, şimdi de ilk sırada olan yargıya biraz değinmek istiyorum. Çünkü devletin en öncelikli görevi, ülkede güvenliği sağlamak, özgürlükleri korumaktır. Ve devlet bu görevi ancak yargı denetiminde yaparsa başarıya ulaşır.

Yargı sistemi; Savcı-Avukat-Hâkim üçlüsünün oluşturduğu bir kamusal hizmettir:

Savcı, duyumunu aldığı suç hakkında soruşturma başlatıp, ilgilileri dinler sonra da eğer suçun oluştuğu görüşüne varırsa o zaman edindiği bilgi ve kanıtlarla bir 'iddianame' hazırlayıp mahkemeye sunar.


Avukat, hem suçlanan hem de suçlayan gerçek ya da tüzel kişilerin haklarını savunur ve onlara yol gösterir (Savcı ve Hâkim devlet adına görev yaptıklarından, bireyi devletin gücü karşında koruyan biricik güç savunma gücüdür). 

Hâkim ise savcıyı, avukatı, şikayetçiyi, sanığı, tanıkları dinleyerek ve kanıtları değerlendirerek bir karar verir. 


Çok kapsamlı ve uzmanlık gerektiren yargı konusu için bu açıklamayla yetinip daha güncel konulara gelelim istiyorum.


***


AYM Başkanı Arslan: "Bugün Anayasa Mahkemesinin önünde 66 bine yakın bireysel başvuru bulunmaktadır... Ocak 2022'de bize gelen başvuru sayısı 12 bine yakın..." diyor.


2021 sonunda Türkiye'den AHİM'e 15 bin 251 başvuru olmuş!


Peki, AYM ve AHİM'e kimler ve niçin başvururlar?


Bu soruya en uygun cevap: "Onlar, insani hakları ihlal edilenlerdir!"


Demek ki, ülkemizde pek çok insanın hakları ihlal ediliyor!


Er-geç tüm suçlananlar; ‘geç gelen adalet’ ile aklanacak, fakat onların acı ve yaraları hep kalacak!


Karnesine: ‘İnsan Haklarını İhlal’ yazılan ülkemiz hem de maddi-manevi tazminatlar ödeyecek! 


Fakat, 'hak ihlaline fail' olanların yaptıkları, yanların kâr kalacak! 


Şimdi de yazıya başlık olan konuya gelelim. Çünkü yargının üçüncü ayağı olan 'savunma' alanında, etik olmayan bazı olay ve uygulamalar var!


Ankara Barosu, 20 bin üyesi, bünyesinde de 'İnsan Hakları Merkezi' olan büyük bir barodur. Geçen hafta baro yönetimi ve 'İnsan Hakları Merkezi' arasında yaşananlar, divanı oluşturan 9 kişiden 5'nin istifasına neden oldu. İstifa edenlerin iddiaları kısaca şöyle:

  • 'İnsan Hakları Merkezi'nce yapılan bir çalışma ile, Ankara TEM Şube Müdürlüğü'ndeki işkence iddiaları hakkında rapor hazırlanıp Ankara Barosu yönetimine sunuluyor. Ancak, baro yönetiminin bu rapordaki 'mağdur beyanlarının' sansür ettiği...
  • 'İnsan Hakları Merkezi'nin, avukat ve hasta bir mahkûm olan Aysel Tuğluk için hazırladığı açıklama 'isme özel' olduğu gerekçesi kabul edilmezken ve aynı konuda 20 baro tarafından hazırlanan açıklama imzalanmazken, iki gün sonra 'Sedef Kabaş' ismiyle bir açıklama yapılması...
  • Bazı AHİM kararlarının sansürlenmesi ve Nazlı Ilıcak gibi bazı kişiler hakkında verilen kararlara aylık bültenlerinde yer vermemek...

Bunları ve çokça benzer açıklama ve ses kayıtlarını sosyal medyada da bulabilirsiniz.


İşte bir de istifa örneği:


"Geldiğimiz aşama itibariyle, Ankara Barosu yönetimiyle bir insan hakları mücadelesi vermenin mümkün olmadığına olan inancımla, insan hakları merkezi başkan yardımcılığı görevimden istifa etmiş bulunmaktayım." 


İnsan hakları, renk, ırk, dil, din farkı olmaksızın herkes içindir. Bu hakları korumakla görevli olanların en başında barolar ve avukatlar gelir.


Eğer bu haklar, herkes için değil bazıları için uygulanırsa, işte o zaman şimdilerde olduğu gibi AYM ve AHİM önünde kuyruklar oluşur. 


Görevi, ayırım yapmaksızın tüm mağdurları savunmak olan baro ve avukatlar, eğer bazı insanların haklarını yok sayar ve bazılarını da kayırırsa: Vah! Vah! demek yetmemeli, ses vermeli.


Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


27 Aralık 2020 Pazar

Çılgın Projeler


Bir yılı daha bitirmek üzereyiz, bu yıl, ülkemiz insanlarının yüklerine bir de dünyayı saran salgının yük ve acıları eklendi. Salgına karşı bütün dünyanın el ele verip karşı durması, belki de bu yılın tarihe: Covit-19 Yılı olarak geçmesine neden olacak.
 
Martin Luther King: “Uçamıyorsan, koş; koşamıyorsan, yürü. Eğer yürüyemiyorsan, sürün; ama hareket etmeye devam et. Geleceğe ilerlemeyi sürdür.” der. 

Bu bilge halk önderi; yüklerimizi, güç ve becerimizi kullanarak, çaresizlik yaşamadan, pes etmeden, direnerek, dayanarak, ama hep ileriye doğru atılım yaparak taşımamızı böylece yaşama tutunmamızı istiyor. 

Her dünya insanı gibi bizlerin de pek çok yükü vardır. Bu yüklerin kişiye özel olanları dışında kalanlar ise ülke yönetiminin çözemediği ve ayrıca eklediği sorunlardan oluşur. 

Demek ki, bazı yönetimler ülkenin var olan sorunlarını çözemedikleri gibi yeni yeni sorunlar, yeni yükler yükler insanlara...

Nasıl mı?
 
İşte bizde yaşananların bir özeti:    

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın tutkusu olan: çılgın projeler, yurdumuzun dört b
ir yanını sardı. İşte o çılgın projelerden birkaçı:

  • Sümerbank, Etibank, Telekom, Şeker Fabrikaları gibi dev KİT'lerin kelepir fiyatlarla satılması,  
  • Ankara'da oda sayısı bilinmez olan Cumhurbaşkanlığı Külliyesi, Van Gölü kıyısında Ahlat Saray'ı, Muğla-Okluk 300 odalı Cumhurbaşkanlığı Sarayı. 
  • Tüneller, köprüler, paralı oto yolları.
  • Şehir Hastaneleri.
  • HES'ler. 
  • Alışveriş merkezleri, gökdelenler.
  • Tümü son model, tümü yabancı, tümü zırhlı makam araçları. 
  • Makam uçakları filosu. 
  • Barış ve huzur için değil savaş ekonomisine uyarlanmış bütçe. 
  • Yasama-yürütme-yargı kuvvetler ayrılığının tek kişide toplanması. 
  • Yargının savunma ayağı olan Barolar parçalanması. 
  • Üniversite ve bilim insanlarının iktidar güzellemesi yapmak dışında konuşamaz olması.
  • Sivil toplum örgütlerinin sindirilip susturulması...

İşte bunlar ve daha nice karadelik oluştu ülkemizde.

Bunların kimi kullananlara itibar, kimi müttehitlere ve uluslararası şirketlere çıkar sağladı. Fakat doğanın ekosistemi zarar gördü, doğal felaketler arttı, ülke kaynakları birer bire yok oldu. Sonuç olarak; yoksul halk ve onların daha doğmamış torunları on yıllarca süreyle dolar kuru üzerinden borçlandırıldı bu projelerle. 

Ayrıca bu kara deliklere karşı çıkılmasın diye insanlarımız düşman kamplara bölünüp ülkede iç huzur bozuldu. 

Fakat bu yapılanlarla yetinmek istemiyorlar, çünkü daha belli çevrelere çıkar sağlamak için verilmiş çokça sözleri ve 'Kanal İstanbul' gibi daha nice çılgın projeleri var.

Antik çağdan beri toplumsal yaşama enerji veren Adalet'i ve onun: suç ve suçluyu yargı belirler ilkesini yok saydılar. Yargı yerine kendileri karar verip insanları; suçlu, katil, terörist ilan eder oldular. 

Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)'in Selahattin Demirtaş hakkında verdiği hak ihlali kararı için sıralanıp "yok hükmünde" demeçleri vermeğe başladılar.  

İki hafta önce adalette ve ekonomide reform yapacaklarını söylemişlerdi ya! Hemen kendilerine özgü çılgınca bir 'reform' torba yasası hazırlayıp işlevi parmak kaldırıp kabul etmek olan meclise gönderdiler. Bakın içinde neler var:

  • Cumhurbaşkanına mal varlığını dondurma yetkisi, 
  • İçişleri Bakanına derneklere kayyum atama yetisi. 

Ama bugünkü dip yapmış ekonomi için, pik yapmış, coşmuş gidiyor diyenler nedense, asgari ücret almakta olan milyonlara, insanca yaşayacak bir ücret vermemek için tir tir titriyorlar.

18 yıldan beri süren bu çılgın projeler sadece doğadaki ekosistemi ve ülke ekonomisini bozmakla kalmadı. Ülkemizin toplumsal iklimini de bozdu. 

Asıl korkunç olan da bu... Çünkü yönetimlerin ülke için oluşturduğu iklim belirler yaşamın tüm kolaylık-zorluk, başarı-başarısızlık, sevinç ve üzüntüleri...

*** 

Korku İklimi 

Her insan güven içinde ve daha iyi bir yaşam için karşılaştığı sorunları yok etmek ister. Bunun için önce kendisiyle içten içe konuşur, tartışır, çatışır, sonra da ailesiyle ve çevresiyle...  

Bir ülkeyi yönetenlerin işi, kişilere oranla daha zordur, çünkü o ülkenin; çözüm bekleyen çokça sorunu ve birçok beklentisi olan insanları vardır. 

Bazı yönetimler halkı için özgürce barış içinde yaşanacak bir iklim oluşturur. Bazı yönetimler ise bunu beceremez, ülkenin halkını; "bunlar benden yana, bunlar da bana karşı" diye böler, parçalar. Devlet aygıtını hizmet için değil korku salmak, sindirerek, susturmak için kullanırlar. 

İşte bizim ülke yönetimimiz bu yolu seçti. Böylece ülkemizde bir korku iklimi oluştu. Ve bu korku iklimi yüzünden, özgürlükleri olmayan, suskun, kaderci bir toplum olduk.

Her iklim kendine has bitkiler yetiştirdiği gibi, bir de toplumsal kültür oluşturur. Korku ikliminde insanlar sinmiş-suskun, daha bencil, daha hırçın olurlar. Bu insan türü; en iyinin kendisi, ailesi, soyu olduğunu düşünürken, başkalarını değersiz, zavallı, gavur veya düşman olarak görürler. 

Bu iklimde özgürlükler bir tarafa özgüdür, her kim "bizden yana" ise olanlar dokunulmaz ve sorgulanmaz, başkaları ise önemsiz ve değersizdir görüşü egemendir. 

Her akşam TV ekranlarında kurulan masalarda tarafgir rektörler, öğretim üyeleri bu korku iklimini yaratanlara güzelleme yapar, iklimi benimseten algı oluşturur, kutuplaşmalara neden olacak ırkçı, faşist sözler söylerler. Hem de orada olmayan, savunmasız bırakılanlara... Ayrıca köhnemiş bir çağa, bir döneme, bir anlayışa övgüler yapıp; bir gruba, bir kuruma, bir kişiye küfür ve hakaret edilir. Bununla da yetinmeyip karşı oldukları insanlara yargısız infazda bulunur, onları terörist, hain, düşman olarak yaftalarlar.

Kuşkusuz ki her kişi kendisini, soyunu, grubunu önemser ve korur, ancak bu onun; kendisini, soyunu, grubunu kutsayan bir sapkınlığa götürmemeli. 

Eğer, birlikte yaşamı kolaylaştırmak istiyorsak, duygu ve anlayışımıza bazı "insani" değerler ekleyip onu toplumsallaşmamız gerekir. Böylece ülkede  başka insan ve kültürlerin olduğunu görür, onlarla karşılıklı saygı içinde ilişkiler kurar barış içinde yaşamayı öğreniriz. 

Ve işte o zaman daha yaşanır olur; yuvamız, kentimiz, ülkemiz, dünyamız. 

Sevgi ve saygıyla nice sağlık, huzur,  barış dolu yıllara...  


(Aralık ayı da henüz hesabı sorulmamış pek çok acı ve kara sayfalarla dolu:

19 Aralık 2000 hapishanelerde tutuklu 28 genci yok eden Hayata Dönüş Katliamı,

28 Aralık 2011 F-16 savaş uçaklarıyla  Roboski'de çoğu çocuk yaşta 34 gencin katli... 

Kim emir verdi? Kim yaptı? Niçin? 

Katillere lanet... Gençlere sevgi ve saygıyla...)


Diğer yazılarım için: tıklayınız



30 Ağustos 2019 Cuma

“Susma, sustukça...”

 

1969’da kaybettiğimiz anneannem bana 1915 yılına ait bir anısını, süzülen gözyaşları eşliğinde Kürtçe anlatmıştı (Türkçe bilmiyordu). Bende iz bırakan bölümü kısaca şöyle: 

Korku ve telaş içindeki bir Ermeni anne, iki eline sımsıkı tutunmuş iki çocuğuyla birlikteyken anneannemle karşılaşmış ve ona (ağlayarak) demiş ki: “Ev zordestî ji bo me îro ye, sibê ji bo we ye…”  Türkçesi: “Bu zulüm bugün bizim için, yarın sizin…

*
Bir Alman Papaz olan Martin Niemöller, 1940’lı yıllardaki Nazi zulmü karşısındaki tutumunu özeleştiri yaparak söyle anlatır:
“Önce Komünistler için geldiler
Ve ben sustum
Çünkü Komünist değildim.
     Önce Sosyalistler için geldiler
     Ve ben sustum
     Çünkü Sosyalist değildim. 
Önce sendikacılar için geldiler
Ve ben sustum
Çünkü ben sendikacı değildim.
     Önce Yahudiler için geldiler
     Ve ben sustum
     Çünkü Yahudi değildim.
Sonra benim için geldiler
Ve benim için konuşacak
Kimse kalmamıştı.”

***
“Susma, sustukça sıra sana gelecek!”

Bu günlerde, halkın, büyük desteğiyle seçilmiş olan; Diyarbakır, Van ve Mardin Büyükşehir Belediye Başkanlarını, atanmış  olan bir bakan, sadece dedikodu ve varsayımlara dayanan gerekçelerle geçici olarak(!) görevden aldı. Yerlerine de atanmış olanları getirdi. Yani atanmış olan biri, halkın oylarıyla seçilenleri, kendi yanlısı olmadıkları için istemedi ve görevden aldı. Böylece yüz binlerin iradesi hukuksuz olarak gasp edilmiş oldu. 

Kuşkusuz bir görevlinin suç işlediği kesinleşmişse onun görevine devam etmesi savunulamaz. Ama, aması var: Bu kesinleşme yargı kararı ile olmalı. Bir kişinin suçlu olması için üç aşama vardır. Kişi ancak; birinci aşamada 'şüpheli', ikinci aşamada 'sanık', üçüncü aşamada ise 'suçlu' olabilir. Yoksa birisi kendisini; hem ihbarcı, hem savcı, hem de yargıç görüp, birilerini 'suçlu' ilan edemez!... 

Haydi varsayalım ki seçilmiş bir belediye başkanı suç işledi ve görevinden alındı.

Peki, niçin belediye meclisinin yeni başkan seçmesini engelleyerek, bir 'atanmış kayyım' atıyorsunuz?

Peki, tüm belediye meclisi suçlu mu, neden onları işlevsiz bıraktınız?

Peki, bu işlemler seçimi ve oy kullanan yüz binlerce insanı yok saymak değil midir?

Peki, benzer sorun yaşadığınız başka illerimizde belediye meclisleri yeni başkanını seçmedi mi, neden Diyarbakır, Van ve Mardin bu kuralın dışında bırakıldı?

Peki, bu ayrımcılık değil mi, hani Kürtler ve Türkler et ve tırnak gibiydi?

Demek ki bu bir kurt ve kuzu hikayesi... Ama bilin ki, artık kurt kocadı!...  
  
İşte böyle... Henüz mahkeme kararı ortada yokken, yapılan olan bu haksız ve hukuksuz uygulama, vicdani duyarlılığı olan herkesi rahatsız etti ve “Susma, sustukça sıra sana gelecek!” diyen bir çığlık olmaya başladı.

Bu çığlığın sahibi her kimse, belli ki çokça canı yanmış, ya da sıra kendisine gelinceye kadar beklemiş olan kimsesiz, çaresiz biri. Ne var ki, halk bu sözü sahiplenerek sahibinden almış; dayanışmanın sloganı, herkesin malı ve çığlığı haline getirmiş: “Susma, sustukça sıra sana gelecek!” 

Şimdi de pek konuşulmayan bir konuyu dillendirmek istiyorum. 

"Susma, sustukça sıra sana gelecek!” sözü, sadece bir kişinin, grubun veya kentin zarar görmemesi, o kişi, grup ve kentin kendisini koruması için değildir. Tüm insanlık içindir.

Çünkü bu söz, bir insani farkındalık ve demokratik dayanışma yaratmak için söylenmiştir.

Sadece sıranın kendimize gelmemesi için, susmayıp eyleme geçmemiz, bencillik sayılır. Böylesi bir anlayış da ayıp değil midir?

Bu yazımız içinde sıralanan söz ve alıntıların hiçbiri tekil/özel durumlar için değildir. Bu sözlerin içinde bir kişi ve grubu aşan, demokrasiyi, insanlık değerlerini ve insanlığı korumak isteyen bir psikoloji ve felsefe vardır. 

O halde; zalim ve zulme karşı susmamamız, sıranın bize gelmemesi gibi'bencil' bir eylem olmamalıdır:

Bu dayanışma; insanlık değerleri, hak ve hukuku korumak için yapmalıdır.

Bu dayanışma; hiçbir şeyin bedeli ve karşılığı değildir, olmamalıdır.

Bu dayanışma; demokrasiye ve halkın iradesine yapılan darbeyi, demokratik yollarla etkisiz kılmak olmalıdır.

Bu dayanışma; birileri, nerede, ne zaman zarar-zulüm görürse oraya ulaşıp, insani, vicdani ve demokratik değerlere göre kimlik-inanç ayrımı yapmadan yapılmalıdır. 

Bu dayanışma; sadece Diyarbakır, Van ve Mardin için değildir. Çünkü insan hakları ve demokrasiyi yok sayan hak ihlalleri, yurdumuzdaki her bireyin ve insanlığın ortak sorunudur.


Zalim ve zulüm karşısında susmak;

  • Hukuksuzluk ve haksızlığı kabul etmek.
  • Özgürlüğünü teslim etmek,
  • Güçlüye boyun eğmektir.


***
Ve sözü, 2005 Galler Ulusal şairi Gwyneth Lewis'in dörtlüğü ile noktalayalım:

“Bir Kişi Bile Fark Yaratabilir”

“Adalet kavgası benimle başlayıp biter.
Hakikat söyleyebileceklerimin sesidir.
Sadece başkaları hürken ben iyi olabilirim
Ve doğrunun bedelini ödemeye hazırım.”


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız