16 Aralık 2022 Cuma

İnsanca yaşamaktan en az payı alanlar


22 Avrupa ülkesinin 'asgari ücret’ alanlarını; nüfus içindeki oranlarına göre listeleyen bir araştırmada (yüzde 36'lık oranıyla) Türkiye açık ara birinci (yani asgari ücretlisi en çok ülke) olmuştur. 

İkinci sırada da (%15.2)'lik orana sahip Slovenya bulunmaktadır. Listenin en sonunda yer alan ülkelerden Belçika (%0.9), İspanya ise (%0.8) puana sahiptir.  

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin, 9 Aralık 2022 günü bir müjde verircesine açıklamada bulundu: 

"Türkiye'de çalışanların içerisinde asgari ücretlilerin oranının yüzde 60 değil, yüzde 38 civarında ..." 

Oh be asgari ücretli sayısı yüzde 60 değil yüzde 38 imiş!... 

Ne mutlu bize!...  

Asgari ücret, adı üstünde yaşamak için gerekli olan en az ücret demektir. Yani daha açıkçası insanca yaşamaktan en az pay almak demektir. Artık bu en az ücretle nasıl yaşanırsa ve böylesi yaşamaya ne denirse sizler düşünün.

Oysa bizim ülkemizin çok iklimli coğrafyası, verimli toprakları, çokça yeraltı-yerüstü zenginlikleri, büyük bir genç nüfusu var. 

Peki ülkemiz neden yoksullukta birinci olmuş?

Bu soruya cevap olarak belki bir çok neden sayabiliriz ben sadece üç tanesini anımsatmak isterim.

Görün bakalım bu yoksulluk dedikleri şey kimleri kimleri besliyor:  

BİR: Biliyorsunuz ki, yandaş bir azınlık kazansın diye yurdumuzun 'ekmek teknesi' sayılan fabrika, maden ve arazileri birer birer, adrese teslim ihalelerle ve yok pahasına satıldı. İşte oralarda ekmek parası kazanan insanlarımız şimdi işsiz kaldı.
 
İKİ: Aynı yandaş azınlık kazansın diye bu kez ülkenin geleceğine, 40-50 yıl süreli kapitülasyon şartlarıyla ve dolar garantili ipotekler koydular. Böylece, maliyetinin 5-10 katı fiyatlarla: tüneller, köprüler, yollar, hastaneler, havaalanları yaptırdılar. Ülke ipotekli, torunlarımız borçlu. 

ÜÇ: Kürt sorunu ülkemizin en önemli toplumsal sorunudur. Ve bu sorun ancak eşit vatandaşlık hakları sağlanarak barışçı bir çözüme kavuşturulabilir. Ve bu demokratik çözümün hiçbir faturası yoktur. Ama bu barışçı çözüm yerine, zorla yani yok ederek çözüm istendiği için kırk yıldan beridir çatışmalar sürmektedir. Ve bu inat yüzünden ülke bütçesinin çok büyük kısmını bu çatışmalar tüketmektedir. Yani bütçemiz, ölüm makinaları için bomba, top ve mermi olmaktadır.

İşte bu yüzden yıllardan beridir gençlerimiz umutsuz, güvencesiz, işsiz, ana-babalar üzgün, çaresiz. Bu yoksul halk hem yokluk, üzüntü, sıkıntı çekiyor hem de vergi veriyor. Bu vergilerle yokluk yaratan ihalelerin bedelleri, müteahhitlerin ve ölüm araçlarının kabarık faturaları ödeniyor. 

***

Takvimler 8 Mart 2019'u gösterdiğinde, ülkemizin gündemi, bugünkü ile tıpatıp aynıydı. Yine enflasyon, yine çarşı-pazarda pahalılık, yine işsizlik  ve yine sınırlarımızda askeri operasyonlar vardı.

Yer: Sivas, kürsüde: AKP Genel Başkanı-Cumhurbaşkanı R.T. Erdoğan. Bilirsiniz Erdoğan, aynı zamanda da bir ekonomisttir. İşte bu kimliğinin ona verdiği özgüven içinde konuşuyor ve dolaylı anlatımlarla diyor ki: 

"Ne diyorlar; domates, patlıcan, patates, sivri biber… Düşünün bir merminin fiyatı nedir, düşünün. Kalkıyor patates, soğan, domates, bunlarla konuşuyorlar. Bizi George, Hans bir yerlerden vurmak istiyor, bunlar da George Hans'a ön ayak oluyorlar..."

Takvimler 6 Aralık 2022'yi gösterdiğinde, ülkemizin gündeminde yine enflasyon yine çarşı-pazarda pahalılık yine işsizlik ve yine sınırlarımızda askeri operasyonlar vardı.

Yer, TBMM, kürsüde: AKP Genel Başkan Yardımcısı Nurettin Canikli vardı. Canikli de enflasyon, pahalılık, işsizlik ve askeri operasyonlara çare olsun diye hazırlanmış olan "2023 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu Teklifi" hakkında açıklamalar yaparken şimdiye kadar halktan gizli tutulan çok çok önemli bilgilerin itirafçısı oluyor.   

Nurettin Canikli 2023 bütçesini savunurken bakın neler anlatıyor: 
“...Güvenlik harcamalarını da yapıyor arkadaşlar. Çok konuşulmuyor, çok gündeme gelmiyor ama bu toprakları savunmak için çok büyük paralar harcıyoruz. Türkiye 3 ülkede toprak bütünlüğünü sağlamak için bugün asker bulundurmak zorunda ve güvenlik için çok büyük paralar harcanıyor.  F-16'lardan atılan akıllı mühimmatın tanesi 400 bin dolardan 1,2 milyon dolara kadar çıkıyor. En son yerli olarak geliştirdiğimiz nüfuz edici bombanın bir tanesinin maliyeti 1,2 milyon dolar. FIRTINA obüslerinden sık sık atılan, çok namlulu roketatarlardan atılan bir mühimmatın maliyeti 5 milyon dolar. En ufak bir operasyonda binlercesi atılıyor. Bunu şunun için söylüyorum: Yani bütün bu gelişmeler sağlanıyor, bütün bu harcamalar yapılıyor, 200 milyarlık enerji sübvansiyonu yapılıyor...” dedi. 

Anlaşılsın diye tekrar etmek istiyorum: 

"F-16'lardan atılan akıllı mühimmatın tanesi 400 bin dolardan 1,2 milyon dolara kadar çıkıyor. En son yerli olarak geliştirdiğimiz nüfuz edici bombanın bir tanesinin maliyeti 1,2 milyon dolar. FIRTINA obüslerinden sık sık atılan, çok namlulu roketatarlardan atılan bir mühimmatın maliyeti 5 milyon dolar. En ufak bir operasyonda binlercesi atılıyor..." 

Duydunuz mu? 

Şimdi merak edenler, önce çok basamaklı sayılarla işlem yapan çok fonksiyonlu bir hesap makinesi bulsun. Önce dolar, sonra da TL olarak bilmem kaç basamaklı sayıları sıralasın...  

Şimdi anladınız mı? 

Hani, ülkemizde hiç savaş yoktu?

Hani, barış isteyen hainler uydurmuştu savaşı?

Halâ savaş yok mu diyorsunuz?

Peki, Canikli'nin söylediği F-16, FIRTINA obüsü, çok namlulu roketatarlar ile ne yapılıyor? Bu uçak, bomba, mermi ve mühimmatlar, birer savaş aracı ya da ölüm makinesi değil mi? 

Demek ki askerlerimiz, 3 komşu ülkenin topraklarında savaş araçları kullanıyor. 

Şimdi daha da netleşti:

Ülkemizde acıların, pahalılığın, yoksulluğun, işsizliğin neden azalmadığı, enflasyonunun niçin üç hanelere çıktığı, ülke kaynaklarının nasıl peşkeş çekildiği, yandaşlardan alınan sembolik paraların da hangi karadeliklerce emildiği ve bu bütçenin kimlerin/nelerin bütçesi olduğu... 

Hani, Erdoğan demişti ya: ‘Düşünün bir merminin fiyatı nedir, düşünün! 

Ben çok düşündüm ve cevap veriyorum: 

Evet, mermiler hem çok pahalı hem de öldürüyor. Oysa Barış bedava hem de yaşatıyor!

Kim bilir belki bugünlerde belki de uzak olmayan yarınlarda, Erdoğan ve Canikli gibi başka yetkililer de ortaya çıkar. O yetkililer de ölen canları, yanan-yıkılan köy ve kentlerin, yok edilen doğal yaşamları sıralamasını yapar ve faillerin listesini çıkarır. 

Daha sonra da evlerinden çıkarılan Afrin halkının yerine yerleştirilenler ve ÖSO'nu kurmak, beslemek, maaşa bağlamak, savaştırmak için halkın vergilerinden toplanmış olan bilmem ne kadar milyon/milyar dolarları da açıklayıverirler. 

Uzak değildir, elbet gün dönecek, 'cezasızlık' uygulanan suçlular tek tek bulunup, yaptıklarının hesabı bağımsız yargı tarafından sorulacaktır! 

Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

9 Aralık 2022 Cuma

"Bingol Şewti Megrî-Megrî…"


Yaklaşan 2023 seçimine yatırım olsun diye, AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan gezilerine başladı. 

3 Aralık 2022 günü de Şanlıurfa'da gençlerle buluşması vardı. Bu toplantı için çevre illerden pek çok kişi taşındığı söylense de büyük bir katılım vardı. 

Konuklar arasında olan İbrahim Tatlıses "Bingol Şewitî (Bingöl Yandı)'yı söylerken, başta Cumhurbaşkanı ve İçişleri Bakanı olmak üzere tüm izleyiciler ses ve alkışlarıyla katkıda bulundular. 

Unutmuş olanlar için bir de hatırlatma yapayım: O zamanın Başbakanı Erdoğan, 16 Kasım 2013 Cumartesi günü Diyarbakır'da halkın büyük katılımıyla bir 'toplu nikah' töreni düzenlemişti. 

Bu tören için yurtdışında ikamet etmekte olan ünlü Kürt sanatçı Şivan Perver gelmiş ve İbrahim Tatlıses ile "Bingol Şewti Megrî, megrî dayê megrî", türküsünü 'düet' yaparak söylemişlerdi. 

Bingol Şewitî, bir yaşanmışlığın ağıtıdır ve bunu daha çok dengbejler söyler. Pek çok Kürt de bu ağıtın hikayesini ve sözlerini ezberlemiştir. Ve ağıtı solo-koro söyleyen hemen herkes bu yaşanmışlığın acısını içinden hisseder.  
 
Cumhurbaşkanı, İçişleri Bakanı ve Tatlıses birlikte söylediklerine göre...
 
Ve; "Eğer bu ağıtı söylemek onlar için bir haksa, bu ağıtın yaşandığı bölge insanı, hatta ağıta isim olmuş bir Bingöllü olarak, bana da acılı olayın hikayesini araştırıp anlatmak görevi düşer!" Dedim ve yazmaya başladım. 

Ağıta konu olay, 12 Eylül 1980 faşistlerince coğrafyamızda işlenmiş binlerce insanlık suçundan sadece bir tanesidir. (Oysa aynı coğrafyada yaşayan bizler, böylesi suçlar ve benzerlerini, 20 yıllık iktidarda hep tek adamı olan şimdiki hem AKP Genel Başkanı hem Cumhurbaşkanı Erdoğan döneminde de çokça görüp, yaşamıştık. Peki, şimdi onun, üzgün bir yüz ifadesiyle bu ağıtın söyleyişine katkı vermesi, sizce de ilginç değil mi? Yoksa bu bir günah çıkarma mı? Ne dersiniz?) 

Bu konu hakkında "google" araştırması yapınca pek çok bilgiye ulaştım. Sonra da bu bilgileri sizler için 'kısaltıp/özetledim'. Sunuyorum:  

Ağıt; 23 Ağustos 1981 günü, Bingöl'e yakın fakat Elazığ-Karakoçan'a bağlı Kürtçe ismi Qumık (Türkçeleştirilmiş ismi Yenikaya) köyünde Zeki Yıldız'ın öldürülmesini anlatır. 

Zeki Yıldız, babasının erken ölümü üzerine yetim kalan altı kardeşin en büyüğüdür ve kardeşlerini koruma görevi vardır. Bingöl Sanat Lisesi, sonra 1971'de Ankara Yüksek Teknik Öğretmen Okulunda okur. Burada, Devrimci Gençlik hareketlerine katıldığı için tutuklanır, bir yıl cezaevinde kalır. Ceza evinden çıktıktan sonra PKK hareketine katılır. 

Daha sonra da kardeşlerine bakmak için köyüne döner ve akrabası Emoş ile evlenir. Aile büyüğü olarak hem evini kardeşlerini geçindirirken, hem de örgütünün yayın çalışmalarına katılır('Serxwebûn' gazetesinin ilk sayısı bu evde basılmıştır.).

Ve 23 Ağustos 1981 gecesi Qumik'teki baba evinde iken, Bolu Dağ Komando askerleri köyü ve evi kuşatılır. Teslim olmaz, askerlere örgütsel amacını anlatarak onları ikna etmeye çalışır çıkan çatışma sonucu öldürülür. 

Zeki Yıldız'ın hikayesi kısaca böyle. 

Şimdi de sıra ağıtın Kürtçe ve Türkçe anlamlarına geldi: 

"Bîngol şewitî, mij dûman e – Bingöl yandı, sisli ve dumanlıdır

Megrî, megrî dayê megrî – Ağlama ağlama anam ağlama

(Nakarat)

Esker ketin nav gundan e – Askerler girdi köylerin içine
Megrî, megrî dayê megrî – Ağlama ağlama anam ağlama
(Nakarat)

Va qomandan, bê îman e – Bu komutan imansızdır
Megrî, megrî, dayê megrî – Ağlama ağlama anam ağlama
(Nakarat)

Milet topkirin jopane – Köylüyü topladılar coplarla
Megrî, megrî, dayê megrî – Ağlama ağlama anam ağlama

(Nakarat)

Qumik şewtî bi mij dûman e – Qumik(köy adı) yandı sisli, dumanlı
Megrî, megrî, dayê megrî – Ağlama ağlama anam ağlama
(Nakarat)

Zekî kuştin ber malan e – Zeki’yi öldürdüler evlerin önünde
Megrî, megrî, dayê megrî – Ağlama ağlama anam ağlama

(Nakarat)


Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

2 Aralık 2022 Cuma

Kimin/kimlerin Bütçesi?


Budizm, uzak doğunun en yaygın inanışıdır. Yaşamdaki acı ve ıstırapların kaynağını bulmayı ve gidermeyi amaçlar. Bu yüzden de 'acının felsefesi' olarak bilinir. Budizm'e göre, insan ve insanlık acılarından ancak, o acıları tanıyıp, tadarak ve çözümler buldukça arınabilir. 

Ancak tarih boyunca acıdan kurtulma arayışları devam edegelse de zalim 'egolar' insanlığa ve doğaya hep tuzaklar kurarak acılar üretmiştir. 

Bilimlerin her dalı acıları nedenleri ve nasıl giderilecekleri konusunda varsayımlarda bulunulmuş pek çok yol-yöntem-araç kullanılarak üretilen teknolojiler hizmete sunmuştur.   

Böylece her devlet, kurum, aile ve birey gelecekte 'daha iyi bir yaşamak' için plan yapar olmuş. Ve amaçlanan hedefe ulaşmak için geçmişten esin alıp gelecekte gerekli olan yatırım-gelir-gider gibi maddi düzenlemeye de bütçe demişler.
 
Demek ki tüm bütçe hazırlayanların ortak bir amacı varmış o da: 

"Planlanan zaman diliminde güven içinde verimli ve mutlu yaşamak!"

Fakat her bütçe hazırlayıcısının bir de kendine özel amacı vardır ki!
İşte bütçelerde asıl sorgulanması gereken de bu özel amaçlardır.   

"Acaba bu bütçe kime/kimlere hizmet edecek?" 

***

TBMM'de 21 Ekim gününden beri yokluk, şiddet ve acıların çokça yaşanmakta olan ülkemizin 2023 yılı bütçesi görüşülüyor. 

9 Temmuz 2018'de kabul edilen Cumhurbaşkanlığı Sistemi nedeniyle  yürütme yetkisi tek kişinin eline geçmiştir. Bu yüzden de artık bütçe ve kanun tasarıları Bakanlar Kurulu' yerine Cumhurbaşkanlığı tarafından hazırlanmaktadır.

Bu sistem, TBMM'nin hem Bakanlar Kurulunu ve bakanları denetleme aracı olan 'gensoru' yetkisini hem de Cumhurbaşkanına soru sorma ve denetleme yetkisini kaldırmıştır. 

Böylece TBMM eli kolu bağlı ve işlevsiz kalmıştır. 

Oysa demokrasilerde devlet organları birbirlerini denetler ve gerektiği durumlarda da birbirlerini sınırlandırabilirler. 

Yasama-Yürütme-Yargı arasında denge-denetim sağlanması durumuna: "Kuvvetler Ayrılığı İlkesi" denir. 

Ki, bu ilke demokrasilerin teminatıdır! 

Bu ilkenin işlemediği ülkelerde siyasi iktidarlar, bugün bizde olduğu gibi güç zehirlenmesine uğrar ve diktatörleşirler. 

Çünkü, ülkemizde, yasama-yürütme-yargı arasındaki denge-denetim bitmiş, tüm güçler tek kişide toplanmış ve TBMM yetkisiz ve etkisiz bırakılmıştır. 

İşte tam da böylesi bir ortamda TBMM, Cumhurbaşkanı (aynı zamanda AKP Genel Başkanı) tarafından hazırlanan bütçe görüşülüyor. 

Tabii ki bu kimliklerce hazırlanan bütçe(verilen buyruklara uygun olarak), AKP-MHP vekillerin oy çokluğuyla nokta-virgül değişimi olmadan geçerek kabul edilecektir. Çünkü, onlara gelen buyruk büyük yerden ve kesindir! 

Bu bütçe için "Acaba?" diyenler yanacak! 

Bu gerçekleri bilen muhalefet partili vekiller ise boş durmuyorlar: 20 yıllık iktidarın, neden yine 'güvenlikçi' bir bütçe hazırladığını..., niçin ülkemize dost hiçbir komşu ülkenin kalmadığını..., yıllardan beri bitip tükenmeden süregelen çatışmaların neden sürdüğünü..., ihaleler için arka kapılarda oynan oyunları..., uyuşturucu ve kara para…, yoksul halkın geleceği için kurulmuş tuzakları belgeleriyle tek tek saymaktalar. Ve ayrıca bu konular mecliste araştırılsın diye önergeler vermekteler. 

Ama yine de hiçbir şey değişmiyor! 

İktidar ve destekçisi parti mensuplarının hamasi nutuklarından sonra, karanlık sayfalar yine örtük kalıyor, verilen önergeler yine 'ret' oluyor. 

Bu oturumların çok azını izledim, fakat Cumhurbaşkanınca atananmış üç bakanın, halkın oylarıyla seçilmiş olan milletvekillerinin sorularına cevap, veremiyor ve anlatılan gerçeklere de bahane bulamıyorlardı. İşte o anda nasıl saldırganlaşarak bağırıp hakaret ettiklerini ekranlardan izledim. Çok üzüldüm ve o anları unutmadım.   

Peki, kimlerdi bunlar?

Birincisi içişleri bakanı...

İkincisi savunma bakanı... 

Bu iki bakan da ülke güvenliğinin baş sorumluları... 

Ve her ikisi de yıllardan beridir müteahhitlerden arta kalan ülke gelirlerini ölüm araçları olan: tanka, topa, uçağa, tüfeğe, mermiye harcamakta...  

Üçüncü bakan da "Vatandaşın cebinden beş kuruş çıkmayacak" diyerek köprüler, tüneller, havaalanları yaptırarak adeta müteahhit tedarikçisi gibi çalışan ulaştırma bakanının yerine gelen yeni bakan...

Evet, bu bakanlık sayesinde belki vatandaşın cebinden 'beş kuruş' bile çıkmadı! 

Doğrudur, onların hazırladığı ihalelerle; köprüler, tüneller, şehir hastaneleri, havaalanları, ... yapıldı. 

Fakat adrese teslim her ihalenin de  maliyeti, olması gerekenden 5-10 kat daha fazlasıyla yani milyarlarca dolarla sonuçlandırıldı. 

Bu milyarlarca doların geri ödemesi için belirlenen yılık ödemeden eksik kalanını hazine ödeyecek, kalan borç ise dolar garantili olarak onlarca yıl süreyle ödenecektir. 

Yani bize ne, ülke hazinesi her yıl sonunda bu ihale vurguncusu mağdur müteahhitlere çil çil dolarlar ödüyormuş! 

Yani bize ne, torunlarımız bu borçları dolar granitli olarak otuz-kırk yıl ödesinler!

Biz, bize tüm bu kolaylıkları sağlayanları hiç unutur muyuz?

Bize, sadece bu kolaylıkları sağlayanları, alkışlamak düşer.  

Hani, yukarıda her bütçe hazırlayıcısının kendine özel bir amacı vardır demiştim ya, şimdi de herkese soruyorum: 

Acaba bu bütçe kimin/kimlerin bütçesi?

Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 



25 Kasım 2022 Cuma

"Bir gece ansızın gelebilirim!.."


"Bir gece ansızın gelebilirim"
 sözü, ünlü ozanımız Ümit Yaşar Oğuzcan'ın bir şiirinin adıdır. 

Bestelenen bu şiir; aşkı, sevgiyi ve tutkuyu çok güzel anlattığı için halkımızdan çokça beğeni almıştır. 

İşte o şiir-şarkının ilk dörtlüğü: 

"Bu kadar yürekten çağırma beni
Bir gece ansızın gelebilirim
Beni bekliyorsan, uyumamışsan
Sevinçten kapında ölebilirim..." 

Cumhurbaşkanı Erdoğan "Bir gece ansızın gelebiliriz", sözünü çok sevmiş olacak ki, çok sık kullanmaktadır. 

Fakat, Erdoğan bu sözü, şiir ve şarkıdaki aşk-sevgi-tutku anlamında kullanmıyor! 

Onun için bu söz; birilerini korkutmak-tehdit etmenin ya da apansız bir saldırı bir çatışma bir savaş başlatmanın meydan okumasıdır. Bilindiği gibi böylesi amaçlarla yola çıkanlar, sevgiden uzaktırlar, onlar sadece yıkar, yakar ve yok ederler. 

Zaten Erdoğan bu anlayış ve amacını hiç gizlemez ki, işte iki mesajı:   

13 Ekim 2017 günü: @RTErdogan Türkiye devlet görevlisi olarak açılan Twitter hesabında:

"Bir gece ansızın gelebiliriz" dedik ve bu gece Silahlı Kuvvetlerimiz Özgür Suriye Ordusu'yla birlikte İdlib operasyonunu başlattı." 

6 Eki 2022 günü Yunanistanlı bir gazeteci: "Bir gece ansızın gelebiliriz derken kastınız, saldırabiliriz mi?" diye sorunca: 

"Doğru anlamışsınız." diyor.

Erdoğan, aylardır çok sık tekrarladığı bu sloganı, eyleme dönüştürecek bir gerekçe arıyordu ve buldu:  

13 Kasım 2022 saat 16.20'de İstanbul'un merkezi sayılan Taksim İstiklal Caddesi'nde bir patlama oldu. 

Lanetlenmesi gereken bu hain saldırı sonucunda 6 kişi yaşamını yitirmiş, 2'si ağır 81 kişi yaralanmıştı... 

(Böylesi eylemlerle örgütler; kendilerini tanıtır, isteklerini belirtir ve propaganda yaparlar. Bunun için her örgüt, yaptığı eylemi üstlenir ve  “biz yaptık!” diyemeyeceği bir eylemi yapmaz/neden yapsın ki?) 

Fakat iktidar, yukarıdaki  olasılıkları yeterince düşünmeden, olayın faili olan karanlık güç olayı üstlenmeden, yakalanan failin ilişkileri açıklık kazanmadan ve yargısal bir karar beklemeden çok acele bir askeri operasyon kararı almıştır. (Yaygın görüşe göre bu acelecilik; günbegün halk desteğini kaybetmekte olan 'Cumhur İttifakı'nın bir stratejisidir.  Asıl amaçları da  2023'de yenilmemektir. Şimdi de "Amaca giden her yol mubahtır" diyerek ülke çapında tıpkı 5 Haziran - 1 Kasım 2015'de olduğu gibi bir korku iklimi oluşturmak istiyorlar.).    

Ve, 20.11.2022 Pazar günü sabaha karşı "Pençe Kılıç"  adı verilen hava harekatıyla 160 km'lik sınırımızın karşısındaki Irak- Suriye topraklarında, 89 hedefin vurulduğu açıklandı. 

Ertesi gün 21.11.2022 Gaziantep'in Karkamış ilçesine yapılan roket-havan saldırısı sonucunda 22 yaşındaki öğretmen Ayşenur Alkan ve henüz 5 yaşındaki Hasan Karakaş yaşamını yitirdi. 

Ve ülkece yine büyük bir acı yaşadık.

40 yıldır ülkemizde böylesi terör olayları oluyor ve sonrasında da askeri operasyonlar yapılıyor. 

Peki, neden terör ve çatışmalar hiç bitmiyor? 

Çünkü, bir gece ansızın yapılan saldırılar öldürerek, yok ederek, gelecek için öfke, kin, düşmanlık üretir, böler, parçalar ayrıştırır ve çözümsüz bırakır.  

Çünkü, toplumsal sorunlar güvenlikçi yöntemlerle değil ancak karşılıklı görüşmelerle çözüme kavuşabilir. 

Çünkü, ancak barış dili toplumsal sorunlara çözüm bulur, ancak barış içinde insanlar, insanlıkta buluşur.

Anlatılanlar günümüzde yaşandı ve daha da yaşanacak gibi görünüyor. 

Ne yazık ki ülkemiz halkları pek çok acılar yaşamıştır. 85 yıl önce yaşanmış "Dersim Olayı" da onlardan birisidir. Bu olayların gerçekleri, yıllarca ne konuşulmuş ne de yazılmıştır. Bu olayları bilen tek tük kişiler de olup biteni ancak ev ortamında sessizce konuşabilmiştir. 

Dersim olayı da tıpkı günümüzde olduğu gibi militarist- güvenlikçi bir anlayış, yani yok ederek çözülmek istemiştir. Fakat, çözüm olmadığı gibi torunlara 85 yıllık kapanmayan bir yara, miras bırakılmıştır.

Ben bu olayın çok kısa bir özetini, kendisini devlet yanlısı olarak tanıtan yerli ve milli olan bir kişiden dinledim. 

Bu kişi, Murat Bardakçı idi ve 'Teke Tek'te Fatih Altaylı'nın konuğu oldu. 

Altaylı: Dersim nedir, niye oldu, ne oldu? sorusuyla söyleşiyi başlattı. 

Soru, çok kolaydı. 

Çünkü Murat Bardakçı, Kurtuluş savaşı yıllarında Ankara Emniyet Müdürü, sonra da Denizli, Elazığ, Çorum, Konya valiliği yapmış Cemal Bardakçı'nın torunuydu. 

O, 26 yaşına kadar evinde, hem dedesi hem de dedesi gibi devlette çok önemli görevler yapmış kişilerle tanışmış, onların sohbetlerini dinlemiş, onlardan yazılmayan, sokakta konuşulmayan pek çok 'sır' bilgiler edinmiştir. 

Altaylı: Peki, o isyanın gerekçesi ne?  dediğinde de;

Sözü alan Bardakçı:  

Şimdi ben burada tarafsız olamam, çünkü benim dedem Atatürk döneminin bir valisidir... diyorsa da (sanırım vicdan dürüsüyle) Dersim olayı hakkında kendi düşüncelerini, o günden beri bitmeyen çığlıkları ve dedesi gibi düşünen devlet adamlarının pişmanlıklarını özetledi: 

"Dersime durup dururken bir operasyon yapıldı. Dersim halkı, devlet ve feodal güçlerce ezilen fakir bir halktır, çok acı şeyler yapıldı, çok fazla şeyler yapıldı, çok kötü şeyler yapılmıştır, orantısız güç de oldu. Doğru... Ama isyanların da konuşulması lazım. İsyanlar da yapmış. Köprü yıkılmış, karakol basılmış...

Haa, o isyanların karşılığı bu muydu? 

Hayır!... 

Zaten dedem ve onun görüşündeki devlet adamlarının hepsi, derdi ki:

Dersim konusunda hata yaptık."

***

Operasyonlar birer güç gösterisidir, düşmanı yok etmeyi amaçlar. Bir ülkede diller susmuşsa, siyaset de iktidar uğruna çatışmaları, savaşları, terörü kendine seçim malzemesi yapmışsa… 

Ve çatışmalarla coğrafyamız tahrip olmuş, ekonomimiz batmış, kaynaklarımız tükenmiş, halkımız ruhen bitik ve  acılar içindeyse 

Muhalefet dile gelip, artık yeter demek yerine, bu gidişe izin veren yeni tezkerelere alkışlarla “Evet!” demekteyse... 

Vay bizim halimize! 

İktidarın zaten yolu bellidir ve bir gece ansızın gelebilirim diyor! 

Fakat, eğer muhalefet halen “Yurtta Barış Dünyada Barış” diyebiliyorsa…

Bizim de muhalefete aşağıdaki hatırlatmaları yapma hakkımız vardır:

"Demokrasi, insanları özgür ve eşit kılar. 

Barış ise, bireysel ve toplumsal mutluluğu yaşatan ilaçtır.

Demokrasi ve barış aynı iklimde oluşur. 

Artık maskelerinizi çıkarın! 

Eğer demokrasi ve barış istiyorsanız, 'tezkerelere' hayır deyiniz!” 

Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 


11 Kasım 2022 Cuma

Meral Hanım El-insaf!..


Ülkemizde hemen herkes Sn. Meral Akşener'i tanısa da ben de kısa bir anımsatma yapmak istiyorum. 

Akşener, Doğru Yol Partisinde siyasete başlamış... 28 Şubat mağduru Başbakan Erbakan'ın hükümetinde içişleri bakanı olmuş... MHP'ye geçmiş... Sonra da İYİ Parti'nin kurucusu ve genel başkanı olmuştur. 

Şimdilerde hem bu görevini sürdürüyor hem de ülkemizdeki 20 yıllık tek adam iktidarına muhalif olduğunu iddia eden 'Millet İttifakı'nda gündem ve rotayı belirleyen en etkili kişi olmaya çalışıyor. 

Sn. Akşener, tıpkı bir 'sınıf başkanı' gibi... 

Ancak bu sınıf başkanının çok önemli bir sorunu var! 

Çünkü onun, belirlemeye çalıştığı rotanın hedefi sapmış! 

Çünkü o hedefin odağında(12); tek adam iktidarı, yani AKP ile  MHP'nin "Cumhur İttifakı" yok! 

Çünkü O, hedefin odağına(12'ye) tek adam iktidarına karşı olduğunu bildiren "Emek ve Özgürlük İttifakı" kurucusu HDP'yi koymuş! 

Çünkü, O; HDP'li seçilmişlere, onların temsilcisi olduğu halklara, dillere, kültürlere, inançlara, özetle demokrasi ve toplumsal barışı için uzattıkları ellere karşı!  

İşte bunun için de her gün esip gürlüyor.

Peki ne yapmış, hangi suçları işlemiş HDP?

Birkaçını sayalım bakalım:

HDP parlamentoda; demokratik, eşitlikçi ve çoğulcu bir anlayışı sağlamak, 40 yıldan beridir sürmekte olan çatışmaları bitirmek, karanlıkta kalmış haksızlıkları aydınlatmak için 'meclis görüşmeleri' istemiş, 'yasa' teklifleri hazırlamıştır. Ayrıca, ülkede akan kanı durdurmak, barışı sağlamak için devlet yetkililerince hazırlanan "çözüm süreci"nde aktif görev almış, çatışan taraflarla uzlaşı için görüşmeler yapmıştır. 
 
Bu çabalar sonucu ülkemizde bir barış iklimi oluşmuş, halkımız güvenli, huzurlu, çatışmasız birkaç yıl yaşamıştır. (Ancak, tek adam egosuyla barış masası devrilince, yeniden başladı ölümler, çatışmalar ve kirli karanlık ilişkiler...).  

HDP kurulduğundan beri hep demokrasi ve barış istedi, bu uğurda çok bedeller ödedi! 

HDP belirlediği rotadan hiç sapmadı, aynı barışçı anlayışla yoluna devam ediyor. 
***
Sayın Akşener, sizin ülkücü geçmişiniz, Turan sevdanız beni hiç ilgilendirmez. Fakat siz devlette önemli görevler almış birsiniz, bir vatandaş olarak benim bu alandaki sizden söz etme hakkım olduğu için yazıyorum.  
*
Siz, 3 Kasım 1996'da, Balıkesir'in Susurluk ilçesinde meydana gelen kazanın hemen sonrasında istifa eden Mehmet Ağar'ın yerine bakan seçildiniz. Böylece Türkiye'nin en karanlık olaylarından birini aydınlatma görevi içişleri bakanı olarak size kalmıştı... 

O araçta bulunan eski Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ, Mehmet Özbay kimliğini taşıyan ve 1970 lerden bu yana bir dizi suçtan aranan ülkücü Abdullah Çatlı ile sevgilisi Gonca Us kazada ölmüş sadece dönemin DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak yaralı kurtulmuştu...  

Hani bu karanlık-kirli olayı protesto eden vatandaşlar için Erbakan: "Gulu gulu dansı yapıyorlar." demişti ya… 

İşte bu olay hala karanlık! 

Fakat siz de 23 Eylül 2022 günü yani o karanlık olaydan 26 yıl sonra işte o Bucak'ın evine gidip onu çok mutlu ettiniz. 

Ve Susurluk öznelerinden Bucak: "Eski siyaset ve dava arkadaşımız Meral Akşener bizi ziyaret etti." dedi...

"Eski siyaset ve dava arkadaşınız Bucak'ın" olayı hala karanlık! 

Siz, şimdi başkalarının dedikodusunu yapmayı bırakın da o ‘Karanlık Susurluk’ öznesi Bucak ile neler konuştunuz onları anlatınız bakalım! 

Sahi, ne konuştunuz?

*
27 Mayıs 1995'ten bu yana her cumartesi günü Galatasaray Meydanı'nda oturma eylemleri düzenleyerek gözaltında kaybolan yakınlarının mezar ve kemiklerini arayan Cumartesi Anneleri... 

1989-1999 yılları arasında 'faili meçhul' siyasal cinayetlerde yaşamını yitirmiş 1964 kişi olduğu... Ve bu vahşi cinayetlerden 187'sinin, sizin içişleri bakanı olduğunuz 1996-1997 arasında olduğunu...

*
Meral Hanım, bir zamanlar siz ve HDP eski eş başkanı Selahattin Demirtaş birer politik rakiptiniz. İkinizin de hiç benzeşmeyen-uyuşmayan birer dünya görüşü vardı. Demirtaş, bunu bile bile, yıllardır suçsuz yere tutulduğu cezaevinden size çok samimi bir mesaj göndermiş ve: "Başak ile birlikte Meral Hanım'ın kapısını çalar, kahvaltıya geldik" -diyebilmişti. 

Bu mesaj, bir iletişim bir barış çağrısıydı! 

Fakat siz bu barış çağrıya:
"Güneydoğu'da şöyle bir gelenek var: Kan davalınız bile olsa kapınızı çaldığı zaman içeri alırsınız" bir 'töre cevabı' verdiniz.

Ve demek istediniz ki: 
"Misafirdir gelir çayını içer gider, evden çıktığı an düşmanlığımız devam eder!"  
 
Siz böyle demekle demokrasiye göre değil de ilkel töreye inandığınızı kanıtladınız.    

İşte bu mesajınız da bir savaş dilidir! 

Bu savaş dili ve anlayışına o kadar inanmışsınız ki, hiçbir işi doğru yapmıyor  dediğiniz iktidarın, tüm sınır ötesi harekat "teskere"lerini alkışlayarak imzalıyorsunuz. Çünkü siz, ölenlerin acısını, öldürenlerin geçirdiği bunalımları, ülkenin yok edilen kaynaklarını ve karartılan geleceği hiç mi hiç umursamıyorsunuz!     

*
Ve şimdi size sormak istiyorum: 

Acaba, ülkemize kin, öfke, kan, ölüm getiren, halkımıza büyük acılar ve yoksulluk yaşatan bu kötücül iklimde sizin hiç mi payınız olmadı?

Eğer olduysa özeleştiride bulunup halkımızdan özür dileyecek misiniz?

***
Şimdi de günümüze gelelim:
Tüm kamuoyu araştırmaları, ülkemizdeki tek adam saltanatının bitmesini isteyen çok önemli bir potansiyel oluştuğunu gösteriyor. Tüm olasılık ve istatistikler de HDP desteği almadan seçim başarısı kazanılmayacağını söylüyor. 

HDP aylar öncesinde bugünkü tek adam iktidarına karşı olduğunu bildirerek, önümüzdeki seçimler için ilkelerini açıklamıştı. Demokrasiyi önceleyen bu ilkeler günlerce tartışıldı, hiç kimse karşı çıkmadığı gibi, çokça beğeni aldı. 

Seçimler yaklaştığı için iyice sıkışan iktidar, düne kadar her ortamda terörist diyerek yaftaladığı HDP'nin peşi sıra İYİP'in kapısına da vardı.

Bunları bile bile Akşener susmadı, yine HDP'yi hedef alıp suçladı yine tribünlere seslenen ucuz konuşmalarına devam etti.  

Dürüstlükten yoksun bu söz ve tavırları duyan/gören herkes: Meral Hanım el-insaf!...dedi...  


Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

4 Kasım 2022 Cuma

1 Kasım 2015 Seçimi ve Öncesi



AKP ile CHP arasında günlerce süren: 'İstikşafi Görüşmeler'i hatırlıyor musunuz?

İşte bu soruyla yazıya başlayacaktım birde baktım ki:

'1 Kasım Dünya Kobane Günü!'

O halde söze bu önemli günü anarak başlamalıyım:

Peki, ne olmuştu, niçin Dünya Kobane Günü?

Çünkü, 2014’te Suriye’nin kuzeyindeki Kobane'ye saldıran insanlık düşmanı cihatçı IŞİD çeteleri bölge halklarına saldırarak bir vahşet sergilemişti. Bu saldırılara karşı direnen bölge halkı, 4 aylık bir savunmanın ardından çeteyi bölgelerinden çıkararak bir özgürlük destanı yazmıştı. 

Dünyada hayranlık yaratan bu direniş destanın asıl kahraman ya da özneleri de tıpkı İran'ın Tebriz eyaletindeki Kürt kadın Mahsa Amini’nin 'ahlak polisleri'nce zalimce katledilmesiyle başlayan (13 Eylül) ve güçlenerek günümüze ulaşan halk hareketinde olduğu gibi kadınlar olmuştur. 

Dünya Kobanî Günü olması çağrısını; Nobel Barış Ödülü sahibi, insan hakları savunucusu Adolfo Perez Esquivel, Amerikalı filozof, dilbilimci Noam Chomsky ve farklı ülkelerden 130 akademisyen, yazar, gazeteci yapmıştı.

Ve daha Kobane kenti saldırı altındayken, "1 Kasım Dünya Kobane Günü" kabul edilmişti.

Bu özgürlükçü direnişi sevgi ve saygıyla anıyorum...

1 Kasım Dünya Kobane Günü Kutlu olsun!...

***

Şimdi de sıra size soracağım, fakat cevabınızı beklemeden cevaplamaya çalışacağım o soruya geldi:

"AKP ile CHP arasında günlerce süren: 'İstikşafi Görüşmeler'i hatırlıyor musunuz?"

Ben unutmuşum!
(Çünkü insanın belleği sınırlıdır onun için de tüm yüklerini güncel tutamaz. Hele de kötülükleri çabucak unutmak ister. Ancak, bir uyarıcı aldıkça anımsar o kara günlerde olup bitenleri).

Hem size bu soruyu sormayı düşündüğümde, Ekim'in son günleriydi. Kasım geldiğinde zaten hatırlardım.

Fakat eski 'AKP Grup Başkan Vekili' Mahir Ünal'ın başlattığı tartışma,  1 Kasım 2015'i hatırlamamı hızlandırdı. 

Şöyle ki:

Mahir Ünal, 21 Ekim günü, 'Osmanlıcılara' 'selam' olsun diye Cumhuriyet kazanımlarını hedef alarak: “... Cumhuriyet, bizim lügatımızı, alfabemizi, dilimizi hasılı bütün düşünme setlerimizi yok etmiştir” demişti. Bu sözler AKP'de büyük çoğunluğun ürkek bir iç seslenişi olduğu için derin bir sessizliğe neden olmuştu.

Bahçeli'nin 25 Ekim'de: "Cumhuriyetin Türk kültürüne, diline ve düşünme setlerimize zarar verdiğini iddia edenler talihsiz, tarifsiz ve temelsiz yanlışın pençesindedirler" deyince de AKP'de bir fırtına koptu.

Ünal, 30 Ekim günü: "... Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün bize bıraktığı Cumhuriyeti 'her dem kendini yenileyen coşkun bir nehir' olarak ele almak gerekir" dedikten sonra da: "Grup Başkan Vekilliği görevimden affımı talep ettim" demek zorunda kalmıştı. ‘Af talebi’ hızlıca kabul edilmiş ve yerine de bir benzeri olan Özlem Zengin getirilmişti.

Peki, bu olay üzerine ben niçin 1 Kasım 2015 ve 'İstikşafi Görüşmeler’i anımsadım?

Anlatayım:
Erdoğan 'tek adam' olma egosuyla; ülkemizin demokrasisi ve Kürt sorununa çözüm bulmak amacıyla AKP ve HDP yetkililerince  hazırlanıp imzalanan: "28 Şubat 2015 Dolmabahçe Mutabakatı"nı 'yok' saydı ve Haziran 2015 genel seçimine katıldı.

7 Haziran 2015 seçiminde aldıkları yenilgiyle ne AKP tek başına iktidar ne de Erdoğan 'Tek Adam' olabildi. Erdoğan, bu demokratik yenilgiyi kabullenemediği için artık onun için 
tek yol/tek amaç çözümsüzlük yaratıp yeni bir seçime gitmek olmuştu!

Öyle de yaptı!

7 Haziran seçiminin üzerinden 32 gün geçince, 63. Hükümeti kurma görevini Davutoğlu'na verdi.

AKP-CHP hükümetini kurma işi, çok uzun-trajikomik "İstikşafi Görüşmeler" ve 'ipe un sermek' denecek bahanelerle sonuçsuz kaldı, yasal süre bitti ve yeni bir seçimin 1 Kasım 2015 günü yapılmasına karar verildi.

İşte o zamandan beridir Bahçeli, bu sürecin bir öznesi ve sanki 'AKP'nin de kayyumu olmuş durumda…

Ortak amaçları, ülke çapında bir korku iklimi yaratarak yapılacak yeni seçimi kazanmaktı. 

İşte, o kanlı korku iklim sürecini (7 Haziran-1 Kasım 2015), hazırlayan birçok yaşanmışlıktan sadece üç tanesi:

5 Haziran 2015 Diyarbakır Katliamı...

20 Temmuz 2015 Suruç Katliamı...

10 Ekim 2015 Ankara Gar Katliamı...

Bunlar ve benzeri katliamlarla, nice canlara kıyılmış niceleri yaralı-sakat bırakılmış ve halkımıza nice acılar yaşatılmıştır.

Ve bu korku iklimi halkımızın çoğunluğuna; hipnoz hali, baş eğme ve  kaderci  bir çaresizlik duygularını 
miras bırakmıştır.  

Hipnoz halindeki kişi/kişiler, neden-niçin sorgulaması yapamaz, sadece kimin egemenliği altında iseler onun dediklerin yaparlar. Artık bu kişi ve grupların belleklerindeki: komşuluk, tanışlık, dostluk, arkadaşlık ... gibi duygular unutulmuş, yerini hipnoz edenin buyruk ve istekleri almıştır.

Bu hipnoz hali kalıcı değildir, zamanla geçer, geçer geçmesine de... Eğer kişi o süreçte kötülük ve zalimliklere alet olmuşsa; onlarla yüzleşir, utanır, içine kapanır, için için yanar. Birileri eğer dostça ona el uzatır, dokunur ve dinlerse, bir bir söyleyecektir olup biten her şeyi.

Fakat olan olmuş ölen ölmüş, derin toplumsal yaralar açılmış olduğu için 'pişmanlık' etkisiz kalmıştır.

Sonrasında da herkes büyük acılar çekip, kayıplar vermiş, öldürülen-öldüren gençler, dul kalmışlar, anasız-babasız çocuklar ve onların ahları, yaraları, acıları toplumun kalıcı kamburu olmuştur. 

Peki bu olup-bitenlerin hiç mi kazananı olmamış? 

Hiç olmaz mı, bunlar; çok çok kazanan, az sayıdaki silah tüccarları, uyuşturucu baronları, büyükbaş müteahhitler ve onların işbirlikçileri olan sömürücülerdir. 

Halkımızın büyük çoğunluğu, bunların oyun ve algılarına inanıp onlara figüran oldu ve yenik düştü...

Ama biz yine de Bertolt Brecht'in isteğine uyup pes etmeyeceğiz: 

"Bizce en iyisi kalkmak yeter artık demektir
vazgeçmemek için kırıntısından bile yaşamanın
karşı çıkmaktır var gücümüzle acıyı doğuranlara
yaşanır hale getirmektir dünyayı bütün insanlara."
                                                          ***Bertolt Brecht***

Emin Toprak - DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

28 Ekim 2022 Cuma

Barış! Barış! Barış..!


Ülkemizin devasa sorunları var, ben bunlardan birkaç başlık seçtim:

Ülkenin ekonomik verilerini iktidarın lehine değiştirdiği söylenen Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) Temmuz 2022 yıllık enflasyon oranını %79,60 olarak açıkladı. 

Bu oran baz alınarak G20 ve Avrupa ülkeleri arasında yapılan "en yüksek enflasyonlu ülke" sıralamasında Türkiye'yi (1.) birinci yaptı.  Aynı oranla dünya sıralamasında ise Türkiye: Suriye, Sudan, Venezuela, Lübnan, Zimbabve'den sonra (6.) altıncı oldu.
*
Uğradığı haksızlıklar nedeniyle binlerce vatandaşımız, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM)'e başvurmuş, bunların büyük çoğunluğu haklı görülmüştür. AHİM bu kararlarını hükümete bildirerek; hak ihlallerinin giderilmesi ve mağdurlara tazminat ödenmesi istemiştir. 

Anayasamızın (90. madde 5. fıkra): ” ... milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır. " gereği hükümet  AHİM'in bazı kararlarını uygularken, Selahattin Demirtaş ve Osman Kavala kararlarına uymamıştır. AHİM süreci devam etmektedir. 
*
47 üyeli AHİM'de "en çok hak ihlali yapılan ülke" sıralamasında: Rusya birinciTürkiye ikinci olmuştur. 

Ancak, Ukrayna savaşı nedeniyle Rusya AHİM üyeliğinden çıkarılınca, Türkiye birinci olmuştur! 
*
Ülkemizdeki icra dosyası sayısı Aralık 2021'de: 22 milyon 571 bin, Ağustos 2022'de: 24 milyon 77 bin 828 olmuştur! 

Yani, insanlarımız elektrik, su faturalarını bile ödeyemiyor, işyerine kilit vurup iflas ediyorlar. Buna çare olsun diye ekmekler ve ödenmeyen faturalar askıya çıkarılmıştır! 
*
Hani, Napolyon buna benzer bir durumda: 'Yeter daha fazla söze gerek yok!' demiş ya. 

Ben de söze uyarak bu yazımda; tarımdan, rant-ihale-yolsuzluklardan, ormanlardan, tünellerden, hastanelerden, havaalanlarından, bütçesi 7 bakanlığın bütçesini geçen Diyanetten, MEB'den, barınak bulamayan üniversitelilerden, işsizlerden, kadınlardan, yeni seçime odaklı sansür yasasından, çıktı-çıkacak torba yasalardan, kayyumlardan ...  hiç söz etmeyeceğim. 

Nokta. 
***

Peki, en dip dünya derecelerini almamızı kim/kimler sağladı?

Kolay soru... Ülkemizde tam 20 yıldır tek adam anlayışı hüküm sürmekte olduğuna göre sorumlular gizli-saklı değil, apaçık ortada. 

Peki ya bu sonuçları oluşmasını sağlayan nedenler?

Bu konuda pek çok neden vardır, ancak 40 yıldan beridir ülkemizde ve sınırlarımızı aşıp komşu ülkelere varan çatışma ve operasyonları sonucun kara deliğidir (uçak, tank, top, tüfek, mermi, İHA, SİHA ve personel masrafları...)  

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Şubat 2019'de: "Domatesçilere, bibercilere, patlıcancılara sesleniyorum; o bir tane merminin bedelini biliyor musun sen?” demesi de bunun belgesidir. 

Çokça ölüm ve acılara neden olan, ülke kaynaklarını tüketen yoksulluk nedeni bu çatışmalar, Mart 2022'den beri çoğaldı hem de süreklilik kazandı. 

Peki bu sorun nedendir ve çözümü yok mudur? 

İnkâr etme, yok sayma, yasaklama ve baskılar artınca Kürtlerin insan hakları ve kimliksel haklarını aramasıyla sorun başlamıştır. 

Dünyanın pek çok ülkesi böylesi sorunları, sosyolojik ve psikolojik gerçeklerden hareketle görüşerek anlaşarak çözerken, bazı ülkeler de militarist yöntemleri seçmektedir.
*
Toplumun içindeki; kimlik, kültür ve inanç farklılıkları bir zenginliktir. Ancak, "önce ben/biz" diye "ötekileri" yok sayanlar ortaya çıktığında, yönetimler için iki yol vardır:


Birinci yol; ülke insanlarının oylarıyla seçilmiş olan meclislerde demokratik, eşitlikçi, barışçıl çözümler aramak (ki, bu yolla çözülen sorunlar toplumsal huzuru sağlar).

İkinci yol; bir tarafı yenme ve yok etme işini silahlı-askeri güçlere bırakmaktır ( zora dayalı bu güvenlikçi anlayış, belki kısa süreli olarak bir tarafa üstünlük sağlayabilir. Fakat, her iki tarafın da bugünü ve yarını için çokça kin, nefret, ölüm ve acılar üretir.)…

Bizim ülkemizin yönetimi ikinci yolu seçmiştir. İşte birkaç örnek:

Cumhurbaşkanı Erdoğan 02.06.2022 günü,"53. TÜBİTAK Lise Öğrencileri Araştırma Projeleri Ödül Töreni"de konuşurken sınır ötesi operasyonları hatırlatır ve şu kıyaslamayı yapar: "Şehitlerimiz var, evet. Ama şehitlerimizin 10 kat, 15 kat, 20 kat evelallah öldürülen teröristler var"  

İçişleri Bakanı Soylu, Şehit Dul ve Yetimler Derneği Kütahya Şubesinde, "Şehitlik ve gaziliğin nasip işi olduğunu" belirterek: "Keşke Allah bana da nasip etse. Bütün yüreğimle, bütün gönlümle arzu ediyorum ve istiyorum..." diyor. 

(İranlı Sosyolog - İslam Bilgini Ali Şeriati de: "Şehitlik diye sorgusuz cennete gidilecek bir makam gerçekten olsaydı, zenginler o makamı fakirlere bırakmazdı.") Demiş...

Ülke insanlarını güvenlik, sağlık ve huzur içinde yaşatmakla görevlilerin en başındaki sorumlular halka 'şehit' olmayı öneriyor. 
*  
Oysa bu sorunların kalıcı çözümü yaşamayı odak alarak; demokratik, insani, bilimsel görüşmelerle sağlanabilir. Bu da seçilmiş temsilcilerin  meclisinde her görüşün özgürce tartışılması, konuşulması, uzlaşmaya varılmasına bağlıdır. 

Bizim meclisimiz, bu soruna barışçıl bir çözümü değil, çözümsüzlük getiren askeri operasyonlar için 'tezkereler' çıkarmaktadır.  

20 yıllık AKP iktidarı, yetkisiz kıldığı meclisin kapısına sadece, bir gece ansızın "sınır ötesi operasyonu" için yetki süresi bittiğinde uğrar. Ve çok ilginçtir ki HDP hariç diğer muhalefetin 'evet' oyunu alır. 

Karşısındakileri düşman ilan ederek yok etmeye 'evet' demektir bu! 

Nerede kaldı, demokrasi, karşılıklı hoşgörü, sevgi, saygı kardeşlik?

Kin, nefret ve ölümler sürdükçe barış olabilir mi? 
 
Oysa bu konular mecliste tartışılsa, herkes derdini anlatsa, taraflar  kendileriyle yüzleşip yanlışlarını bulabilir, bazı düşünceler değişir, ortak nokta ve paydalar bulunabilirdi. 

Böylece birlikte yaşamak daha kolaylaşırdı. Herkes kendi değerlerine bağlı, başkalarının değerlerine saygılı olur, öfke, kin, düşmanlık olmaz insanlarımız gereksiz yere ölmez, kaynaklarımız bize daha iyi bir yaşam sunmak için kullanılırdı. 

Aslında insanlık bu yolu çoktandır bulmuş ve ona 'demokrasi' demiştir. Ve bu yol mutlu yaşamın değişmezidir hem evde hem mahallede hem ülke hem de dünyada... 

Anlaşmak, uzlaşmak, birlikte yol alıp yaşamak varken, biz çatıştık! 

Sadece kendimizi sevdik-saydık ve bu yüzden çokça ayrıştık! 

Yeter artık bugünün arkasında yarınlarımız var!

Bugün ve yarınlarımız için Barış! Barış! Barış!..


Emin Toprak- DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız