İnsanlık, yaşamın ortak uyuşma noktalarını bulmak, bencilliği yok etmek, yaşamı daha yaşanır kılma arayışı olarak başlayan ve insanların genlerine işlenerek ölümsüzleşen erdemler bütünlüğüdür.
Taocu düşünür Tao Tseu, bu diyalektik döngüyü anlatırken der ki:
'Erdem insanla birlikte ölmez, yeni doğan bebekle geri döner.'
Bu tanımlamadan yola çıkıp şöyle bir çıkarımda bulunabilir ve:
Demek ki dünyamızda kötülüklerin azalması, barış ve uzlaşının olması, ancak 'insanlık' geni taşıyanların çoğalıp etkin olmalarıyla mümkündür diyebiliriz.
Fakat bu kez de şöyle bir soruyla karşılaşabiliriz:
Peki, o halde "insanlık değerleri" nedir ve nelerdir?
Eğer hemen: eşitlik, özgürlük, adalet, hukuk, barış, liyakat, nezaket, saygı, empati, dürüstlük gibi bir sıralama yaparsak çok da inandırıcı olmayabiliriz.
Çünkü başka başka ülkelerde yaşayan her kişi ve yönetim kendince böyle bir sıralama yapar. Fakat ne yazık ki bu sıralamayı yapan kişi ve yönetim; bağlı olduğu etnik kimlik, inanç, mezhep, yaşam tarzı gibi o kabileye, o gruba özgü değerleri önceleyerek, onlara özgü bir sosla bezeyip sunar.
Bu grupsal sosa batırılmış değerler, objektif değil sübjektiftir, yani bütünü değil, sadece o grubu temsil eder. Bunlara göre: “en doğru, en kutsal” değerler kendilerine aittir. Tabii ki, pek çok grup karşılıklı olarak bu önyargılara sahipse, o zaman bunların uzlaşması değil çatışması kaçınılmaz olur.
Çünkü onlar birer fanatiktir. Fanatikler; nesnel gerçekleri görmek, duymak, bilmek istemezler, sadece kendi grubunu kutsar, onun çıkarını düşünür, 'öteki' olanları ise 'düşman' ilan ederler.
Sosyoloji, bu tarafgirliği: "mahalle kültürü" olarak tanımlar.
Tarihte ve günümüzde çokça zalim, bu grupçu kültürle beslenip güç kazanmıştır. Mazlum halklara karşı sömürü, talan, zulüm, kötülük, acı, kıyım yaşatan savaşları da işte bu güçler başlatır.
O halde bu etnik kimlik, din, inanç, mezhep, yaşam tarzı gibi grupçu, çatışmacı değerler insanlığın ortak değerleri değildir, olmamalı. Onlar insanı sadece kendi gözlükleri ile baktırır.
Oysa her ülke kendi farklılıklarını birer zenginlik sayıp, onları eşitlikçi bir anlayışla yani insanlık değerleri ile kucaklarsa, o zaman iç barışını sağlar ve evrenselleşir.
***
Herkes gibi ben de zaman zaman kendime: "Niçin dünyada açlık, yokluk, sömürü, savaşlar var? Niçin insanlar bana yetsin, bana dokunmasın yeter anlayışında? Niçin haklı çoğunluk, haksız zalimlerin yanında yer alır? ..." Benzeri sorular sorar, kendimce cevaplarım.
Toplum ikiye ayrılmış:
Solda fakir bir çoğunluk, sağda şatafat içinde bir azınlık var!
Fakat ne yazık ki, bu denklemde bir tuhaflık bir yanlışlık var!
Çünkü, sağdakilerin hem güç kaynağı hem destekçileri hem de şakşakçıları, solda olması gereken fakir çoğunluktan!
Yani sorgulamayan yoksul çoğunluk; kendi yoksulluğuna neden ve sorgulamasına engel olan zengin azınlığın hizmetinde!
Hep birlikte insanca yaşamak için denklemi bozan bu güç kaynaklarına ulaşıp, onları esas saflarına çağırmak gerek.
Bernard Shaw: “Doğruyu her zaman söylemek bir erdemdir, ama doğruyu zamanında söylemekse erdemlerin erdemidir.” -der.
Zaman daralmadan doğruları söylemek, gerçeklerle yüzleşmek gerek.
***
Şimdi yeniden: eşitlik, özgürlük, adalet, hukuk, barış, liyakat, nezaket, saygı, empati, dürüstlük gibi evrensel değerlerimize dönelim. Bunların nasıl var edebileceğimiz düşünelim.
Barış içinde yaşamayı sağlayan bu değerler sık sık savaşlarla, bencillikle ve riyakarlıkla çiğnenir. Bu kara güçlerden ürken insanlar bu yüzden; acı, karmaşa, haksızlığı görünce sinip kaçmaya çalışırlar. Fakat kurtulamazlar, kendi iç sesine, vicdanına yakalanıp, sorgulanırlar.
Bu anlarda güçsüz ve çaresiz olduklarını kendilerine fısıltılarla söylerler. İşte yaşadıkları bu ikilemler yüzünden insanlar kendileriyle barışık olmaz stres-depresyon içinde yaşarlar. (Gerçi aşırıya kaçmayan gerginlikler de yaşamsal bir gerekliliktir. Çünkü, olup bitenlere duyarsız kalmak mutluluk değil, olsa olsa bir sığlık, bir durgunluk verir insana...).
Önemli olan kişi ve yönetimlerin bu evrensel değerleri; renk, dil, din, inanç, sınır, aidiyet gibi sınırlamaları yok sayarak insanlığı kucaklamasıdır. Erdemler, bireyden topluma, toplumdan bireye yansıyan güç kaynağı bir tohum olarak deneyimlenip yaşamı biçimlendirmeli.
Eğer bu değerler egemen olursa dünyamıza, o zaman gücü ele geçiren zalimlerin iktidarı uzun ömürlü olamaz ve yaptığı zalimliklerinin hesabı da bir gün elbette sorulur.
Bu insanlık değerleri sayesinde sömürü, talan, zulüm, kötülük, acı ve kıyım yaşatan savaşlar son bulur dünya herkese yeter.
Bu değerler insanlığı değil tüm canlıları ve doğal çevreyi de korur.
Diğer yazılarım için: tıklayınız