birey etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
birey etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Nisan 2021 Cuma

İhtiyaçlarımız

Her canlı yaşamını sürdürmek ile görevlidir, bu görevi de ancak ihtiyaçlarını gidererek yapabilir. İşte bunun için tüm canlılar çevresiyle sürekli bir etkileşim içindedirler. 

Eğer bu etkileşim sürecine dair gözlem, araştırma, deneyleri inceleyecek olursak karşımıza çevre, toplum, insanlık yaşamına dair pek çok hikâye çıkar. 

Bu yazıda daha çok bireye, onu eyleme geçiren ihtiyaçlarına yer vermek istiyorum. Çünkü birey, toplumun en küçük birimi olarak yakın-uzak çevrede olup-biten çokça olayın gizli-açık öznesidir. 

Fakat unutmayalım ki birey, yaşamda olmuş ve daha olacak olan çokça olayın öznesi olsa bile sadece tek özne değildir. Çünkü daha o gelmeden, şimdi ve o çekip gittikten sonra da ona rağmen, başka özne nesneler, başka canlılar, güçlü doğa hep vardı ve hep var olacaklar.  

Yaşamak isteyen her birey, ihtiyaçlarını gidermeye çalışırken engel olan doğa koşullarına ve diğer güçlere karşı durur, direnir. Bu karşı duruşta bazen yenilse bile pes etmez, çünkü o, yaşamak için galip gelmeli ve olacaklara yön verecek bir özne olmalıdır. Bireyi, diğer canlılardan farklı kılan, onun akılla/mantıkla düşünmesi, sorup-sorgulaması ve yorumlama yaptıktan sonra eyleme karar vermesidir. Bu farklılığı onu, farklı yöntem-teknik-taktikler bulmaya, kendisini yenilemeye ve daha güçlü olmak için ortaklar bulmaya yöneltir. 

İşte, 'Yaşam Savaşı' denen şey tam da budur! 

Birey; çeşitli istek, duygu, beceri ve düşünceleri olan, toplumsal görevini  yaparken katkı veren ve katkı alan insanlardan biridir. O, yaşamsal ihtiyaçlarını gidermek için sürekli olarak çevresiyle etkileşim içindedir demiştik.

Peki, birey yaşama ve topluma nasıl tutunur, neler ister, neler yapar?  

Bu soruya ancak psikoloji ve toplumbilim penceresinden bakarsak cevap verebiliriz.  

Abraham Maslow (1908-1970), bir psikoloji profesörü olarak insancıl psikoloji (hümanisttik psikoloji) kurucuları arasında yer alarak çok önemli katkılar sağlayan bir bilim insanıdır. 1943 yılındaki htiyaçlar Hiyerarşisi" çalışması, psikoloji dışındaki alanlarda da çok önemsenip kabul görmüş bir teoridir. 

Bireyin 'yaşam' sürecini anlatan bu teorinin içeriğini oluşturan beş temel gereksinim bir piramit görseli üzerine öncelik sırasına göre tabandan tepeye doğru basamak basamak sıralanmıştır: Bu da teorinin hemen herkes tarafından kolayca bilinir olmasını sağlamıştır. 


Bireyin İhtiyaçları:

1. Fizyolojik ihtiyaçlar: hava, su, ateş, toprak, yiyecek, barınak, giyim, uyku gibi organizmaya denge ve yaşam sağlayan en temel, en önemli ihtiyaçlardır.   

2. Güvenlik ihtiyaçları: Fizyolojik ihtiyaçları karşılanan bireyin; sağlıklı ve güven içinde yaşaması, yaşamın sürdürmesi için bir aileye, bir gruba, bir topluma ve belli kural ve kurumlarına ihtiyacı vardır. 

3. Ait olma ve sevgi (aidiyet) ihtiyaçları: Güvenlik ihtiyaçları karşılanan birey, artık bir grubun parçası, bir toplumun (aile, arkadaş, iş) üyesi olur. Onlara uyum sağlayıp kişilerle iletişime geçmek, güven ve kabul görmek, sevip-sayıp, sevilip-sayılmak, dostluklar kurmak gibi ihtiyaçları olur. Bu ihtiyaçların giderilmesi ya da giderilmemesi bireyin sosyal yaşamını çok önemli ölçüde etkiler. 

Ait olma ve sevgi ihtiyacı; aynı ortamı paylaşma, ortak noktalar bulma, başka  sesleri duyma, onları tanıma, kendisini tanıtma, kısacası, orman çeşitliliği içinde yalnız kalmamaktır.

4. Değer ihtiyaçları: çocuk ve ergenler için çok önemli olan bu basamak; bireyde 'benlik' gelişmesi, gelenek, inanç, otorite ile tanışma, kendine saygı ve güven duyma, başkalarını kabul edip saygı duyma, başkasından kabul-anlayış-saygı görme, ilgi, merak, öngörü, araştırma, üretme, takdir, başarı...ihtiyaçlarıdır. 

5. Kendini gerçekleştirme ihtiyacı: sıralanmanın üst basamağıdır. Bu aşamada birey kendi; ilgi, inanç, estetik becerilerine uygun alanlar arar. Burada eğer özgür bırakılırsa kendi duygusal ve yaratıcılık potansiyelini kullanarak özgünlükleriyle katkı sağlayıp kendini gerçekleştirmeye çalışır. Onun, toplumda kabul görmesi ise araştırma, deneyimleme, problem çözme, gerçekleri kabul etme, önyargıdan uzak olma durumuna bağlıdır. 

Bilim çevreleri, günümüz dijital-teknolojisi ve sosyal gelişmelerini düşünerek 'kendini gerçekleştirme' basamağına; Bilişsel-Estetik-Aşkınlık gibi ekler de yaparlar. 

*

Maslow, kendini gerçekleştirmeyi her şeyi başarma, mükemmel olmak değil, kişinin potansiyeline ulaşması olarak kabul eder ve 1954'de: "Bir insan neye ulaşabiliyorsa ona ulaşmalıdır”-der. Nitekim araştırmalar da onu doğrular:

ABD'de 1970 yılında yapılan araştırmada ihtiyaç gerçekleşme oranları:

  • Fizyolojik ihtiyaçları            :%85
  • Güvenlik ihtiyaçları             :%70
  • Ait olma ve sevgi ihtiyaçları :%50
  • Değer ihtiyaçları                 :%40
  • Kendini gerçekleştirme ihty. :%10
Bu araştırma gösteriyor ki, ilk basmakta ihtiyaçlarını giderme oranı yüzde 85 iken, en son basamakta yüzde 10'a düşmektedir. Kısaca; toplumdaki bireylerin yüzde 90'ı kendini gerçekleştirmemiştir.

***

İşte bizim ihtiyaçlarımızın yaşam savaşındaki serüvenleri böyle!

Bu basamaklar tekdüze çalışmaz! Bu yolda güç ve kapasite önemlidir. Bu basamaklarda tuzaklar, inişler, çıkışlar, geri dönüşler vardır, bu yüzden yolcuların kimi  düşer, kimi tökezler, kimi yarı yolda kalır, kimi de hedefine ulaşır. Burada her iklim yaşanır. Burada doğa bilimin kuralları ve yaşamın diyalektiği vardır. 

Bu teoriyi önemli ve güncel kılan onun yaşamın her alanına, her mesleğe, her girişime dokunması, kolayca uygulanır olmasıdır.

Eğer siz bu yargıya inanmazsanız, lütfen bu basamakları istediğiniz alana, mesleğe, arayışa ve girişime uygulayıp sonuçlarına bakınız.  

Devletlerin görevi, bireyleri yetileri doğrultusunda eğitip, onların özgün gücü oranında kendilerini gerçekleştirmeleri için gerekli sosyo-ekonomik altyapıyı hazırlamaktır. Fakat ne yazık ki çoğu devletler küçük bir azınlığa çıkar sağlamak için ülkelerini yönetiyor.  

Şimdi basit bir soruyla yazımızı bitirelim:

Eğer Osmanlı; matematik, tıp, astronomiye gerekli önemi verse ve ülkeye matbaa 281 yıl sonra gelmeseydi acaba neler olurdu? 

Diğer yazılarım için: tıklayınız

11 Kasım 2016 Cuma

Cumhuriyet 93 Yaşında

Saltanatın yıkılıp Cumhuriyet’in kurulduğu ilk yıllarda ülke nüfusumuzun büyük çoğunluğu köylerde yaşamakta ve yolu, suyu, elektriği bulunmamaktadır. Toprakların büyük çoğunluğu, toprak ağalarının elinde olup, tarım çok ilkel araçlarla yapılmaktadır. Kentlerdeki cılız sanayi de tamamen dışa bağımlı durumdadır. Türkiye halkının okuma yazma oranı yüzde 6-7’ler civarında olup bu okumuşlar da büyük şehirlerde yaşamaktadır.

Kurtuluş savaşında birlik olup ortak düşmana karşı mücadele verenleri bir arada tutmak, kucaklayıcı olmak için bazı sözler verilmiştir. Şöyle ki; Ekim 1919 Amasya Protokollerinin gizli tutulan 2. Kısmında; “Kürtlerin gelişme serbestliğini sağlayacak şekilde ırki hukuk ve içtimai haklar bakımından müsaadelere sahip olması” ve 1921 Teşkilatı Esasiye Kanununda (11. 12. ve 13. Maddeleri) gibi... Ancak bu söz ve hakların 1924 Anayasasından çıkarılması memnuniyetsizliklerin başlangıcı olmuştur. 

Osmanlı Saltanatını ortadan kaldırarak kurulan Cumhuriyet’in amacı insanlarını; ümmetin bir kulu olmaktan çıkarıp birer vatandaş, birer birey haline getirmek, onları “batı değerleri” ile tanıştırmak ve bu güzellikleri kazandıraraktı.   

Bu haklı istekler için de her alanda farklı arayışlar, uygulamalar ve bazı acelecilikler yapıldı. Oysa yukarıda kısaca anlatılan ülkenin altyapı ve kültürel yapısı, henüz bu uygulamalara hazır değildi ki…

Toplumlar da tıpkı bir organizmaya benzerler, eğer o organizmada; hazır oluş, isteklilik, yaparak-yaşayarak-içselleştirerek kazanım elde etmeyi ve sonuçta da haz duymasını sağlamaz iseniz, istenen başarıyı sağlayamaz amacınıza ulaşamazsınız.

Toplum bilimlerinde eskiyi yıkıp yerine yenisini koyma diye tanımlanan devrimler de eğer kalıcı olmak üzere yapılacaksa bu yolu izlemek zorundadır. Çünkü devrimler nitelik ve nicelik değişimler sonucu oluşur. Demek ki devrimlerin oluşmasında da gerekli bir evrim süreci vardır. Bunu yaşatmak gerekir.

Nilgün Cerrahoğlu Çarşamba günkü yazısında, Karl Marx’ın “Ezilenler, isabetli muhakeme yeteneğinden yoksundurlar!” sözünü alıntılamıştı. Muhakeme: Bir sorunu çözmek için çıkar yol arama yeteneğidir.  Ancak bu yetenek; insanın özgürce soru sorup, sorgulayacağı bir eğitim ortamı ile sağlanır.  

Şüphe yok ki ezilenlerin baş savunucularından biri olan Marx bu sözünü ezilenleri aşağılamak için değil, bir durum tespiti yapmak için söylemiştir. Egemenlerce kul/köle yapılıp özgür eğitimleri engellenen ezilenlerin (devrim sürecinde), karşılaştıkları sorunlarla başa çıkmaları, çözümeler bulmaları için, eğitimin gerekli olduğuna dikkat çekip, öncellik verilmesini belirtmek için söylenmiştir bu söz.
(Bildiğiniz gibi Aziz Nesin de bu söze benzer olan bir sözü vardı ve bu söz çokça tartışılmış bugün de tartışılıyor.)

Bir başka çarpıcı örnek de; 1940 ta kurulup ülkenin çehresini 8 yılda önemli ölçüde değiştiren Köy Enstitüleri girişimidir. O günlerin bu devrimci atılımı ile eğitime, tarıma, sağlığa büyük önem verilmiş ve halkın güzel sanatlar yolu ile ufkunu açacak olan dünya kültür eserleri ile tanışması başlatılmıştı. Fakat bu kurumlar; çıkar çevrelerinin yalanları ve yaratmış oldukları algılar sonucunda, asıl hizmet götürmek istedikleri halk tarafından sahiplenip korunamamış ve kapatılmıştır.  

***
Kurtuluş savaşından sonra kurulan Cumhuriyetimiz 93 yaşında olmasına rağmen, demokrasinin ön koşulu olan çoğulculuğu yok sayan “Tekçi” anlayıştan kaynaklanan sorunlarımız devam ediyor. Herkesi ilgilendiren iki temel sorunumuza bakalım;

Biri, yönetimine son verdiği Osmanlı İmparatorluğunun içinde barındırdığı farklı, ırk, dil ve kültürleri yok sayıp onları ötekileştirmeler yapılması.

Diğeri ise, içinde barındırdığı farklı inanç sistemlerine laiklik ilkesi uyarınca eşit uzaklıkta durmak yerine,  “Zorunlu Din Dersi” ve “Zorunlu Sünni Anlayışla” ötekiler yaratılmasıdır.

Yukarıda belirtilen her iki temel sorun da, yani kimlik ve inançlar; yasa, yasak ve eğitim sistemi ile yok edilmeye çalışılmıştır. Böylece ülke içinde barınan pek çok kimlikten sadece biri ve farklı inanç sistemlerinden de sadece biri devletçe kabul görmüştür. İşte bugün bu tekçi anlayışların ağrılarını, sızılarını, sancılarını çekiyoruz.

Ülkede yaşayan herkesi ilgilendiren Eğitim Sistemi’dir. Eğitim Sistemimiz bugün Diyanetin kayyımlığında ve İmam-Hatip anlayışı ile Osmanlının medrese eğitimine dönüşmüş durumdadır. Böyle bir sistemle soru sormayan, sorgulamayan insanlar yetiştirerek ülkeyi yönetmeyi düşünüyorlar.  

Bu anlayış sonucudur ki, bugün çoğulculuğu ve barışı savunanlar içeride, tekçilerin teklerine de yeni yeni “TEK’ler eklenmektedir:

Tek Gazete,

Tek Televizyon,

Tek Radyo,

Tek Parti,

(Ve Yasama, Yargı, Yönetim, Yayının sentezi olan)

Tek Kişi...

Oysa bu ülke barış içinde yaşamak için hepimize yeterdi…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

26 Ağustos 2016 Cuma

Ve Eylül Geldi İşte Sonbahar…


İlkbaharı, doğanın doğurganlığını arttırması, ürünlerinin boy verip gelişmesi için, Kış mevsimine başkaldırarak uyanışı olarak kabul edecek olursak, Yaz aylarını ürün verip olgunlaşma sayabiliriz. Sonbahara da; olgunlaşan ürünlerin (doğurganlığını özünde saklı tutarak)  yavaş yavaş sararıp, solduğu mevsimdir diyebiliriz.

Her mevsimin gelişi ile doğada önemli değişiklikler olur.  Tüm canlılar gibi insanlar da; bu değişime uyumlu olarak, nesillerine daha güvenli bir yaşam sağlamak için çalışıp, koşturup ve didinirler.

Bence tüm bu yaşamsal koşuşturmaların en çok yaşandığı mevsim Sonbahar, ay ise Eylül’dür. İşte bundandır ki insanları en çok yorandır, Sonbahar.

Sonbaharda Köy ve Kentlerdeki insanlar, Kış mevsiminin vereceği kısıtlılığa hazırlık için; tezek, odun, kömür, bulgur, ceviz, fındık, tarhana, salça, peynir, çay vb ihtiyaçları toplayıp depolara, dolaplara doldururlar. Çünkü yaşam devam edecek…

Kuşkusuz sadece bunlarla sınırlı değil yaşam, insanların, başka başka işleri, başka uğraşları, başka duyguları da var. Nedense bu işlerin, uğraşların, duyguların da en yoğun yaşandığı bir mevsimdir Sonbahar. Düğünler, sünnetler yapılır ve okular açılır…

***

Konumuz okullar ve çocuklarımız:

Karanlık bulutların gökyüzünü kapatmaya başladığı bu günlerde okulları konuşalım biraz.
Okullar, insanların en değerli varlıkları olan çocuklarını (başka ellere) teslim ettiği kurumlardır.

Okullarda verilen eğitimle bireye; kendisini tanıyıp, yeteneklerini geliştirmesi, özgür-özgün düşünen, paylaşan, soru soran, sorgulayan, kendine güvenen, işbirliği yapan, haklarını bilen ve yaşadığı topluma uyum sağlayan bir insan olması için rehberlik yapılır.

Kuşku yok ki bu anlayışın egemen olduğu okullar daha yaşanır,  öğretmenleri de daha saygın olur..

Ama okulları ele geçirmek isteyen karanlık odakların sansarları, ortalığı öylesine sarmaya başladı ki, en değerli varlıkığımız çocuklarımız için (feodal eskilerce) söylenen; ‘eti senin kemiği benim’  ya da ‘bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum’ sözleri ile yetinmediler.  Abiler, Ablalar, Dernekler ve Vakıflarla, çocukların ruhlarını, duygularını alıp onları karanlığa kul kıldılar.

15 Temmuz günü analarına, babalarına, kardeşlerine bile saldırı emri veren (abilerin emrindeki) generalleri, komutanları görünce bunu daha iyi anladık.

Biz anladık da ne oldu?...

İşte yine Eylül geldi, birkaç güne okullar açılacak:

Akşam yattığınızda mahallenizin okulu iken, sabah olunca İmam-Hatip olmuşsa,

Halen insanlara-çocuklara-gençlere zorla inanç dayatılıyorsa,

Halen laikliğe karşı olan bir kişilerce yönetiliyorsak,

Halen barış ve çözüm süreci buzdolabında, her yerde savaş var ise,

Halen binlerce, on binlerce çocuk, gencin hangi okula gideceği belli değilse,

Halen kandırıldıkları söylenen binlerce öğretmen işsizse,

Halen atanamayan binlerce öğretmen kuyrukta ise,

Halen parası olanlar, özel güzel okulları seçebiliyor, olmadı ver elini yurtdışı diyorsa,

Halen yetkili makamda oturanlar, kandırılmışlıklarının etkisinden kurtulamamışsa,

Halen çocuğunu okula gönderecek veli, yaşayacağı sevinci düşünmek yerine, her an neler olmuş, neler yaşanacak tedirginliği içindeyse,

Halen yetkin ve etkin olanlar (inadım inat deyip), okullardaki eğitimi çocukların gelecekleri için değil de, kendi geleceklerine yatırım yapma yolunda iseler…

Tüm bunlara ben bir çözüm bulamadım, sizce ne yapmalı?...



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız