16 Ekim 2020 Cuma

İNSANLIK

Yaşadığımız dünyanın kendine has "doğa yasaları" var. Dünya tüm canlılara bir yuvadır, onlar burada doğar, büyür, gelişir, değişime uğrar ve ölürler. Burada barınan her canlı türün farklı genetik yapısı, biyolojik, içgüdüsel donatıları var ve bu donatılara uygun olarak yaşamlarını sürdürürler.

Konumuz "insanlık", insanı konuşalım istiyorum. Ben detaylı biyolojik tahlil yapacak bir uzman olmadığım için herkesçe bilinen insan yavrusu bebeğin, yaşama merhaba deyişiyle ile başlamak istiyorum. 

Her canlı yavrusu gibi, insan bebekler de yaşamak için belli bir süre annenin ve çevrenin yardımına muhtaçtırlar3-4 yaşına gelen hemen her çocuk "ben" deme ve peşi sıra: "Ben bilirim, ben yaparım!..." Diyerek özgür birey olma ve özgür kalma isteğini bildirir herkese. (Ki, bu ilk üç-dört yıllık süre, çocuğun gelecek yaşamı için çok çok önemlidir ve sanki insanoğlunun milyonlarca yıl süren evrimleşme sürecinin bir özetidir.)

Özgür olmaya çalışan birey ne zaman ki aç kalır, acıyı tadar, tehlike yaşar, bireysel zayıflık ve yetersizlikleri ortaya çıkınca, işte o zaman bir başına, güvende olmadığını, başaramayacağını anlar, düşünür, öğrenir ve "anne!.." diye yardım istemeye başlar. İşte buna toplumsallaşma veya sosyalleşme diyoruz. 

Sosyalleşme devam ettikçe; oynama, okuma-yazma, âşık olma, arkadaş bulma, bahçe, sokak, mahalle, tarla, büro, fabrika, iş bulma, işsiz kalma günleri başlarhayal kurar, amaç-hedef belirler, ekip-biçme, kazma-kürek sallama, üretme, acıyı, tatlıyı, paylaşmayı, yokluğu, sömürü ve zulmü öğrenmeye başlar.

Yaşarken; konforu, kolayı, rahatı istemek, acıyı, açlığı, korkuyu, tehlikeyi zulmü istememek, yapınca, üretince, başarınca "ben" yaptım deyip haz duymak, gülücük ve beğeni beklemek... Bu gibi uzun istek listeleri insanların toplumsal vazgeçilmezleri olur böylece. Ve "ben" demek toplumsal bir öz kazanarak "biz" olur, yaşam daha da anlam kazanır... İşte bu güçle kurulur yuvalar, köyler, kentler, fabrikalar... 

Yaşadıkça öğrenir, gelişir, değişir insanlar, daha da iyi yaşamak tutkusuyla kurulur hak, hukuk, adaleti içine alan değerler sistemi ya da insanlık. Ve yaşadıkça anlaşılır insanlığın, bir şemsiye olarak hem çevreyi hem de insanları; barış, güven, huzur içinde koruduğu...

Hayat böyle böyle devam edip, akıp gitsin ister insanlar...   

Fakat sürgit devam etmez mutlu günler, kötü insanlarda ego coşar, insani değerler zarar görür. Güçlü olan, zayıfın lokmasını, emeğini almak ister, toplumu korumakla görevli olan güçler ve inanç dünyasına yön verenler de destek verir bu zalimlere ve onların düzenine... 

Sonra da en üzücü olan olur: aynı safta olması gereken emekçilerin önemli bir kısmı cehalet-bilgisizlik kurbanı olur ve zalimlerin safına geçer diğer emekçilere saldırır. Açgözlü zalimin hırsı ile cahilin gücü bir olmuş böylece, sömürü, yokluk, acı, ölüm, zulüm ve utanç yaşatan savaşlar başlamıştır.

Bugün de dünyada büyük bir ekonomik kriz var. Bu nedenle dünyaya egemen olmuş birkaç dev emperyalist güç sıkışmış durumda. 

Plan ve projeleri hazır: yıkıp, yakıp yok edecekler sonra da yok ettikleri mekanları, araçları, tankları, uçakları, bombaları ve tüm savaş araç gereçleri yenileyerek kendilerine yeni pazarlar yaratacaklar. Yaşanan bu çatışma ve savaşlarda çocuk, kadın, yaşlı ve gençler ölecek, kalanlar eziyet görüp büyük acılar yaşayacak. 

"İnsanlık" da artık gereğince koruyamıyor insanları... İnsanlık değerleri zarar görmüş, empati yapamaz olmuş insanlar. Şimdi tıpkı ikinci dünya savaşında olduğu gibi ırkçı-milliyetçi-emperyalist güçler şaha kalkmış, mazlum halklara saldırdı saldıracaklar.

İnsan Olmak 

Bana yukarıdaki duygu ve düşünceleri, internette izlediğim-dinlediğim kısa bir video söyletti ve yazdırdı.

Etkisiz ve yetkisiz bırakılan mecliste bir vekil konuşuyordu. Konuşma konusu sanırım "insan hakları" idi fakat bir Türk-Kürt tartışmasına dönüşmüştü. 

Kürsüdeki AKP Urfa milletvekili özetle: 

"33 yıldır babam ve ben bu mecliste milletvekiliyiz... Ne babamın ağzından ne de benim ağzımdan Kürt'üz diye bir söz çıkmadı. Ama bugün bana bunu söylettiniz: Ben bir Kürdüm... Bizim için asl olan din kardeşliğidir. Biz Türklerle bir aradaysak din kardeşliği içindir." 

Diyordu. Ve vekilin bu kısa konuşması grup arkadaşlarınca alkışlarla kesiliyordu. Çok önemli(!) sözler söylemişti değil mi?

Hem de Anayasasında yönetim şekli cumhuriyet, demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu yazılı bir ülkenin milletvekili... Meclis kürsüsünde bizi bir arada olmamızı sağlayan gücün bu ilkeleri olduğunu anmadan “Din kardeşliği" güzellemesi yaparken alkışlanıyordu.

Sizce bu anlayış, ırkçılığın başka bir versiyonu değil midir?  

Oysa din, kişiye ait düşünsel inanç ve değerler bütünlüğüdür, bu değerler saygındır ve sadece o kişiyi bağlar. Din kardeşliği ise benzer inançları bir araya getirir yani grupsaldır.  

Oysa dünya öyle harmanlanmış ki, artık hiçbir ülkede tek din veya tek ırka mensup insanlar yaşamıyor. Ülkemizde de değişik dini inancı, inançsızlığı olan pek çok insan yaşıyor. 

Tarih bize çıkara dayalı tüm savaşların, ırk-din kışkırtmaları ile çıktığını söylüyor. Her ülkede ancak insanı ve insanlığı merkez alan demokratik anlayışlarla barış ve huzur sağlanabilir. 

Bunca yıl kimliğini saklayan sayın vekil, "din kardeşliği" derken aslında yüzyıllardır uygulanan Türk-İslam sentezi gerçekliğinden etkilenmiş. Bu etkide kalmış insanlar; ev, sokak, mahalle, pazar, meydan, ekran yani iletişimin olduğu her yerde: 

  • "Aslında benim de annem, babam, gelinim, damadım, komşum, ortağım Kürt'tür!...
  • Bizim, Kürtlerle binlerce yıl öncesine dayanan bir iç içe yaşamışlığımız var!... 
  • Kürtlerin bizden nesi eksik ki!
  • Biz Kürtlerle et ve tırnak gibiyiz!"  

Gibi ünlem ile biten sözleri sık sık duyarız. Bu sözlerin görünmez amacı insanları; "Demek ki bizde Kürt sorunu yokmuş" deme noktasına getirmek, yapılan haksızlık ve var olan çatışmaları haklı göstermektir. Ya da bu amaçla söylenen bahanelerdir.

Psikoloji der ki, eğer kişi yaşanan haksızlıklara karşı çıkmaz, kendini sürekli uyaran vicdani içsesleri duymak istemezse, o zaman bu iç isyanını bastırmak, susturmak ister, bu amaçla da bahane olacak gerekçeler arar, bulur, konuşur. Çünkü eğer olup bitenleri yok edecek bahaneler bulamasa, bu nedenle eziklik, suçluluk ve huzursuzluk duyacaktır. Kısa bir tanımlama yapacak olursak: "Bu tür konuşma; kendini korumak ve kandırmak isteyenlerin başvurdukları bir savunma mekanizmasıdır." 

Eğer sorunlara insanlık değerleri olan hak-hukuk-adalet ve demokrasinin eşit yurttaşlık ilkelerine uygun çözümler aranmış olsaydı... Aşağıda sadece birkaçı sayılan binlerce suç, haksızlık ve ayrımcılık yaşanmazdı: 

  • Ünlü İtalyan yazar Dario Fo’nun daha önce Devlet Tiyatroları’nca sahneye konulan “Yüzsüz” oyununu, “Bêrû” adıyla Kürtçe olarak 13 Ekim’de Gaziosmanpaşa Sahnesi’nde sahneleyecekti. İstanbul Valiliği, “terör örgütü propagandası yapılacağı gerekçesiyle” yasakladı.
  • Kazanılan 65 Belediye Başkanlığından; 48'i kayyumlara teslim edildi ve belediye meclisleri de kapatıldı. 6'sına "mazbata" bile verilmedi, seçimi kaybedenler kazanmış kabul edildi.
  • Sakarya’da Mevsimlik Kürt fındık işçilerine yaşatılanlar,
  • Van'da şapkası ve ayakkabısı yerde kalacak şekilde tarladan alınıp helikoptere bindirilen iki köylünün başına gelenler...

Yurdumuzda bu tür olayların sıkça yaşanması, mağdurlarıyla birlikte vicdan ve sağduyu sahibi insanları rahatsız ediyor.


    Diğer yazılarım için: tıklayınız


9 Ekim 2020 Cuma

TÜKENEN İKTİDAR ve HDP

Geçen haftaki yazım: ÜRKEK MUHALEFET ile HDP idi. Bu yazımı da onun devamı sayabilirsiniz. Size, pek çok kişinin hatırlamak, duymak, konuşmak ve yorumlamak istemediği, oysa tanığı olduğu bazı yaşanmışlıklardan söz etmek istiyorum.  

AKP, 2002'de, sinsi "Fetöcü Hareket" ile yaptığı ittifak sonunda iktidar olmuştu. İlk işleri de şikâyetçi oldukları; ordu, emniyet, yargı, eğitim gibi önemli alanlara kendi yandaşlarını atamak ve yerleştirmek olmuştu. Gerekçeleri ise: "atanmışların, özellikle de askerlerin ülkede vesayet kurarak seçilmişlere ve halka baskı uyguladıkları" idi. 

Bu yargıyla kurumlara atama yaparken, liyakat yerine "bizim adam" olmaları yeterli görülüyor, sınavlarla yerleştirme yapılırken de "sınav soruları" çalınıyor, cevapları kendi militanlarına veriliyordu. Başka bir anlatımla, AKP ve ortakları, kaleyi içten zapt ediyor ve devletin tüm kılcal damarlarına yerleşiyorlardı. Bu güçlenerek büyüme, ortakların aralarında çıkan çıkar çatışmasına kadar devam etti.

AKP ayrıca Avrupa Birliğine girmek, komşu ülkelerle barışmak, demokrasi, insan hakları gibi konularda çokça mesaj veriyor, törenler düzenliyordu. 

"Çözüm Süreci" 

Ülkenin baş sorunu olmuş Kürt sorunu da el attıkları bir konuydu. Bu sorun; pek çok gencin ölümüne, çokça acı yaşanmasına ve ülkenin pek çok kaynağını savaş için heba edilmesine neden oluyordu. İşte böylesi bir soruna çözüm bulmak için 2013'te AKP ile HDP  görüşmeye başladı.  

“Çözüm Süreci” olarak isimlendirilen bu girişim, ülkedeki herkese için bir umut olmuş ve barış havası estirmişti. Böylece ülkemiz genç ölümlerin olmadığı, iç huzurun olduğu iki yıl yaşamıştı. Hatta, 28 Şubat 2015 günü Dolmabahçe Sarayı'nda toplanan AKP ile HDP yetkilileri uzlaşma belgesi sayılan 10 maddeyi imzalamış ve bu an canlı yayın olarak kamuoyuna duyurulmuştu. Barış umudu yaratan bu girişim, ülke çapında büyük bir sevinç yaşatmıştı. 

Ve sonrasında ne olduysa, neler yaşandıysa bilinmez!.. Erdoğan, bu anlaşmayı ret etti ve görüşme masasını devirdi. Böylece son buldu barış umudu olan “çözüm süreci”... 

Bu arada AKP ve fetöcü ortaklık da bitmiş, Erdoğan'ın BAŞKAN olma tutkusu başlamıştı. 

7 Haziran 2015 seçiminde AKP tek başına iktidar olamadı!.. Kaybedişinin sorumlusu olarak da 80 milletvekili çıkaran HDP'yi gördü. Seçimin yaşattığı bu şoku atlatmak ve zaman kazanmak için ÇHP ile yapılan istikşafı görüşmeler uzadıkça uzatıldı. Zaman geçtikçe gizli-karanlık güçler de boş durmuyor ve halka, can-mal güvenliği olmayan korku dolu, kaoslu günler yaşatıyordu.  

Sonra da bu korkulu ve karanlık günleri fırsata çeviren 1 Kasım 2015 seçimleri yapıldı. 

Midyat’ta “Biz her türlü milliyetçiliği, ayaklarının altına almış bir iktidarız.” diyen sanki Erdoğan değilmiş gibi, oğlu Bilal Erdoğan için söylediği sözleri mahkeme kararıyla yasaklanan ya da sansürlenen' Bahçeli ile barışmış dost olmuşlardı. Böylece MHP destekli AKP iktidarı kurulmuştu. 

Bu arada 15 Temmuz 2016'da gerici-faşist fetöcü darbe girişimi olmuş, ülkemiz yine acılar yaşamıştı: Meclis devre dışı kalmış ve "kararnameli" Tek Adam dönemi başlamıştı. Bu kararnamelerle devlet kurumlarından atılan 100 binlerce kişin yerineliyakati (iş becerisi) olmayan sadece yapılan "mülakat" sonunda "yandaş" olduklarını kanıtlayanlar alınıyordu. 

MHP cismen olmasa da anlayış olarak iktidarın direksiyona yerleşmişti. Ve artık ülkede: "Erdoğan ile Bahçeli ne derse o olur!" dönemi başladı

Ki bu gidiş, günümüz dünyasında bir ülkenin başına gelebilecek en kötü durumdur. Başka bir deyişle bu durum; o ülkenin, demokrasisini, kanuniliğini, kurumsallığını,  yasama-yargı-yürütme (denge denetim) sistemini kaybetmesi ve tek kişi düzeni olan otokrasiyi seçmesi demektir. 

Böyle bir iklimde yapılan 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde büyük bir darbe aldı AKP-MHP iktidarı. Bunu kabullenmeyip, yasal ve etik dışı söylem ve girişimler sonunda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini iptal ettirdi. 23 Haziran 2019 günü yenilenen seçimle bu kez unutulmaz bir yenilgiye uğradılar... 

Bu yenilginin de biricik sebebi yine HDP idi. Çünkü HDP 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde 65 belediye başkanlığı kazanmış, ayrıca iktidarın kaybettiği tüm Büyükşehir Belediye Başkanlıklarını da destek verdiği CHP'ye kazandırmıştı. 

Bu kindar duygu onları eskiden denedikleri ve hiçbir olumlu sonuç alamadıkları: "seçilmiş olan belediye başkanlarının yerine kayyım atama ve belediye meclislerini kapatma" gibi demokrasiye aykırı, insani ve hukuki olmayan intikamcı uygulamayı yeniden başlatmaya neden olmuştu. 

Bu haksız ve hukuksuz işlemler havuz medyasında aylarca güzelleme yapılarak kutsandı. 

Kars Belediyesine kayyum seçilen Vali fetih-şükür namazı bile kıldı!..

Acaba Kars'ı kimden, kimin adına kurtardı? 

"Demokrasicilik" oyunu oynanıyor!...

SONUÇ: 

HDP seçimde 65 Belediye Başkanlığı kazandı ve bunların; 

  • 6'sına "mazbata" verilmedi, kaybedenlere ikram edildi.
  • 48 Belediye de  atanmış kayyumlara teslim edildi.
  • Ve seçimle gelen belediye meclisleri de kapatıldı

(Bu algı yaratma oyunlarıyla, nefretle, kinle HDP güç kazanacak ve bitmeyecek! Ama nefret dolu bu iktidar, tıpkı birlikte yola çıktıkları tek tek ayrıldığı gibi tükenecek.)

Hani nerede demokrasi, seçme ve seçilme özgürlüğü? 

O il ve ilçelerdeki halk iradesine ne oldu, şimdi kimler işbaşında? 

Peki, o zaman soralım: bu yaşananlar hangi sistemlerde yaşanır?

Erdoğan AKP'si başladığı hiçbir demokratik adımı bitiremedi.

Fakat halkın kaybettiği, müttehitlerin kazandığı pek çok işi bitirdi.


Diğer yazılarım için: tıklayınız


2 Ekim 2020 Cuma

ÜRKEK MUHALEFET ile HDP


AKP-MHP iktidarı sonunun geldiğini biliyor!.. 

Bu gerçeği; dip yapan ekonomi, işsizlik verileri, meydan, sokak, pazar görüntüsü ve anketlerden görmüş, öğrenmiş, anlamıştır. Bu korku ve panik hali ona, ülke içinde; taraftarlarını muhaliflere düşman etmek, dışarıda da ülke için yeni yeni düşmanlar bulmak için sürekli algılar yaratmak gibi pek çok yanlış yaptırıyor. Korkuyorlar! İşte bundandır, bir o yana, bir bu yana saldırmaları. 

Tek amaçları, çökmekte olan iktidarlarını korumak!..

Tek hedefleri, iktidara  göz dikmiş "ürkek muhalefet"

Asıl korkuları da, ürkek muhalefetin HDP gibi dik durması...

Bir de buruk sevinçleri var: "Muhalif olan parçaların hiçbiri tek başına iktidar olabilecek kamuoyu desteğine sahip değil!..."

Muhalefetin Çaresizliği 

Ürkek muhalefet; aslında iktidarın her gün güç yitirdiği, muhalif olan hiç bir grubun da %50+1 oyu bulamadığı gerçeğini biliyor ve görüyor. Fakat diğer gruplarla demokratik uzlaşıyı sağlayacak güç birliği için gerekli ortak paydayı kuramıyor. Çünkü her grup kendince şark kurnazlığı yapıyor; "diğerlerine" kendi özlem, çıkar ve ilkelerini dayatarak onları kendilerine benzetmeye çalışıyor.

Ürkek muhalefetin ortak noktaları: HDP düşmanlığı!.. 

Oysa birlikte olmanın muhteşem başarısını, büyük şehir belediye seçimlerini bir bir kazanırken gördüler. Bu başarının tek mimarı da "çirkin ördek yavrusu" ilan ettikleri HDP olmuştu. Bu gerçeği de gördüler, 'mahcupça' kabul ettiler, fakat bu partiyi aralarına almayı hiç istemediler.

O günlerde HDP; "demokrasi ve barış" kazansın dedi ve bu kurnaz pragmatist anlayışlara yardım etti. Fakat onlar; 'bu partinin de bizler gibi amaç, ilke ve öncelikleri var.' diye hiç düşünmediler. 

Çünkü HDP ülkede baş sorunun Kürt sorunu olduğunu ve bu sorunun ancak "demokrasi - barış" ortamında, her farklı kimliğe eşit vatandaşlık hakları tanımakla çözüme kavuşabileceğin söylüyordu. Ama ürkek muhalefet (ki, sanki içinde bir Doğu Perinçek damarı saklı); bu görüşleri bölücülük sayıp karşı çıkıyor, duymak bile istemiyor ve tıpkı AKP-MHP iktidarı gibsadece HDP'nin oylarını istiyorlar.  

Bu anlayış içindeki ürkek muhalefet, iktidarı alacak adımları atmıyor. 

***

Bu iklimin etkisinde kalan dostlarımız sık sık soralar: 

"Kürtlerin neyi eksik, hangi hakları yok ki?" 

-Sadece bir kaçını sayalım bakalım: 

Kürtlerin ana dillerinde; okur-yazar-konuşur olmaları, şarkı-türkü-masal söylemeleri, çocuğuna isim vermeleri, ölüsüne mevlit okumaları..., yasaktır. Coğrafyalarındaki, dağ, tepe, köy, kent isimleri değişmiştir. Sadece bunlar bile onların; kimliksiz, köksüz, kültürsüz bırakılmak istendiğini göstermez mi? 

Özetlersek: dil, bir halkı geleceğe taşır. Hani: “Savaş barutsuz kalınca kaybedilir” ya, bir halk da dilsiz kalınca...

Kimliksiz, köksüz, kültürsüz kalmak!...

Şimdi lütfen bir an için kendinizi bu hakları olmayan bir Kürt olarak düşününüz. 

Düşündünüz mü? Peki, neler hissettiniz?

Biliniz ve inanınız ki, bu insanlar 3-4 kuşaktır hep bu duygu ve hisler içinde dirençle yaşadı ve yaşıyorlar. 

Onların bu istekleri birer lütuf değil ki, her biri evrensel insan hakkı, hem de ülkemizin altına imza attığı insan hakları sözleşmesi içinde satır satır sıralanan haklar...  

Bu coğrafya  dünya kültürüne beşik olmuş Anadolu... Bu toprakların en kadim halklarından birisidir Kürtler. 

O halde, Kürtlerin insani hakları, kültürleri niçin yok sayılıyor?

Peki, vicdanlar olanlara neden sessiz?! 

Bu ayrımcılık, nefret suçu, ya da ırkçılık değil mi?

HDP'nin nice lideri ve üyesi hapiste, seçimle kazandığı hemen hemen tüm belediye  başkanlıkları kayyımlara devredildi. Yetinmediler, şimdi de Anayasa Mahkemesince aklanmış ve haksızlık yapıldı diye mağdurlarına tazminatı ödenmiş olan bir davayı yeniden gündem yaptılar kitlesel gözaltılar(!) yapmaya başladılar.  

Haa, bir de Demirtaş'ın o meşhur kahvaltıda buluşma teklifi vardı. Bu insani diyalog çağrısı bile ilkel kan davası anımsatmasıyla karşılık buldu. Ne kadar yoz ve çirkin!...

Ey muhalefet partileri! Hani siz hak-hukuk-adalet diyordunuz neredesiniz?  

Artık gerçeklerle yüzleşiniz! Seçimlerde "istemem yan cebime koy"  şark kurnazlığını da bırakın, bu kurnazlık sürgit devam edemez, etmemeli...   

Sağduyu, HDP ile demokrasi ve barış ortak paydasında buluşmanızı ister.

***

Zaten iktidar işini bırakmış, elindeki yargı, yürütme, güvenlik, eğitim, medya ve algı mühendisliği desteği ile muhalif insanları ve onların temsilcisi olan parçalı muhalefete yükleniyor. Onları bir arada tutmamak için farklılıklarını "düşmanlık" haline getirmeye, parçaları uzlaşmaz kılmaya çalışıyor. Ve onları; haksız, hukuksuz, adaletsiz, güvensiz, güvencesiz, eğitimsiz ve çaresiz bırakmayı başarıyor. 

İktidardakiler, muhalefeti dağınık ve uzlaşmazlık içinde gördükleri an, ellerini ovuşturup gülüyor, sonra da bu durumu fırsata çeviriyorlar. 

Eyy, parçalı muhalefet ve destek verenler! 

Yıllardır; EGO, kibir ve baskıdan çok çektik. Eğer çektiklerimizin bitmesini, bize çektirenlerin de demokratik yollarla gitmesini istiyorsak, şimdi farklılıkları zenginliğe dönüştüren adımları atmanın tam zamanı... 

Biz farklılıklarımızı kabul edip ve birbirimize saygı duydukça çoğalır ve "insanlık" ailesinde yer alırız. O halde bu barışçı birlikteliğe kim engel olmak isterse onların; EGO'ları, ırkçı, dar grupçu anlayış ve eylemlerine de karşı  durmalıyız. Ancak o zaman ortak vatanda demokrasi ve barış içinde mutlu, huzurlu bir yaşam olabilir.    


Diğer yazılarım için: tıklayınız


25 Eylül 2020 Cuma

“Kim var imiş, biz burada yoğ iken”


Bazen bir sözcük, bir dize, bir ezgi, bir tat, bir koku, bir çığlık, bir kahkaha... alıp götürür sizi uzaklara, kendi derinliklerinize. O zaman tünelinde, düşler kurup kendi içsesinle baş başa kaldığında; sevinir, üzülür, yapar, yıkar,  taraf olur, karşı çıkar,  hayran kalır, saygı duyar, halden anlar ve hani bir karmaşa yaşarsın ya!

Birkaç gün önce aynen böyle oldu. Bu kez de:

17. yüzyılda Torosların doruklarındaki Alevi-Türkmen aşiretinin bir bireyi olarak doğan ve saz çalıp söyleyerek, insanlığa mal olmuş olan halk ozanı Karacaoğlan'ın dizeleri etkiledi beni. 

Şu yalan dünyaya geldim geleli" şiirinde tarihi (geçmişi) sorgulamış ve adeta bugünkü işgalci-ırkçı-faşist anlayışlarda insani bir farkındalık yaratmak istemiş:

“Sual eylen bizden evvel gelene

Kim var imiş, biz burada yoğ iken” 

Karacaoğlan'ın bu dizeleri; tarihi, felsefeyi, sosyoloji ve sosyal psikolojiyi barındırıyor. İnsanları geçmişe saygı duymaya ve empati yapmaya çağırıyor.

İki dize beni çok etkiledi; kendimle konuşturdu, tartıştırdı, düşündürdü ve geçmiş yaşanmışlıklara götürdü. 

*

Ve büyük Usta'nın “Kim var imiş biz burada yoğ iken” sözüne uyup etrafa bakırken:

Geçmişten kalmış; evler, konaklar, kaleler, saraylar, ibadet mekanları ve kazılarla gün yüzüne çıkan; mezar, anıt, yazıt, heykel, takı, gömü, savunma-saldırı silahları... Bu kalıt ve izler o coğrafyanın belleği... Daha gün yüzüne çıkmamış nice insanlık mirası olduğunu gördüm/düşündüm.

Kalıtlarda izi olanları; yazılı belgesi olmayanları bir grup, yazılı belgeleri olanları da dört grup sayıp toplam beş gruba ayırdım: 

1. Yazılı belgesi olmayanlar muhtemelen deprem, yangın, sel, salgın, kıtlık ve savaşlarla yok olmuş olanlar... 

2. Bu toprakları asırlarca yurt edinmiş kadim halklar.... 

3. Coğrafyalarında yaşama şansları kalmadığı için göçle gelenler...  

4. İnançlarını yaymak için gelenler... 

5. Buralardaki kaynakları uzaklardaki egemenlerine götürmek için gelenler...

Şaşaalı görünseler de dünyadaki tüm imparatorlukların, zalimane eylemler yaptıkları gerçeği ortadadır: Kimi işgal, kimi fetih diyerek kendilerinden daha güçsüz olanların topraklarını ele geçirdiği, orada yaşayanları esir-köle sayarak canlarını, mallarını aldığı, başka yerlere sürgün ettiği, o coğrafyanın yer ve bölge isimlerini, dillerini, kutsal değerlerini, inançlarını, kültürlerini ve yaşam tarzlarını yok etmeye  çalışmışlar... Ve ne acıdır ki, başarılarını da yaşayan mazlum halkları birbirine düşman ederek, çarpıştırarak elde etmişlerdir. 

İşte bu tarihi gerçekleri bir kez daha hatırladım. 

*

Sonra da kendi yaşanmışlıklarım dizildi karşıma:

Öğrencilik yıllarında bize neden-niçin sorgulaması yaptırmadan, sadece savaş kronolojisi ve sözleşme maddeleri ezberleten, bizden başkasını: "kötü/düşman" olarak tanıttığı için hiç sevmediğim "tarih" dersini hatırladım.

Tarih dersine duyduğum karşı duygum, ileriki yıllarda felsefe ve sosyolojiye ilgi duyunca: tarihi bilmek gerekir görüşüne dönmüş olsa da tam olarak bitmemişti. 

Yıllar sonra, Münih Teknik Üniversitesi öğrencisi oğlumun misafiri olmuştum. Oğlumla birlikte yaptığımız, Münih Bilim-Teknoloji Müzesi (ki burası benzerleri arasında en büyük olanlardan imiş) gezisi, çocuk yaşlarımda oluşan tarih dersini sevmeme duygumu tamamen yok etmişti: 

Müze, Alman mimarisiyle yapılmış dört katlı devasa bir binaydı. Giriş katında, en eski(ilkel) tarım toplumlarda kullanılan; obje, araç, gereç vardı. Sonraki her katta (kronolojik sıraya uyularak) toplumsal yaşamı kolay kılmak için kullanılan obje, araç, gereç ve teknoloji ürünleri sergilenmekteydi. Uzay ve iletişim çağı ürünleri en üst katta idi. Her katın tasarım ve donatıları rehberlere çok fazla ihtiyaç duymayacak yalınlıktaydı. 

Müze ziyaretçilerinin büyük çoğunluğu; veli veya öğretmenlerin eşlik ettiği ana okul, ilkokul öğrencisinden başlayıp üniversiteye varan çocuk-genç grubuydu. 

Bu güzel görüntü bana, ülkemiz eğitimi çağrıştırmış ve durumu eğitimci bakışıyla sorgulayıp, yorum yapmamı sağlamıştı. Gördüklerim, eğitim sistemleri arasındaki farklılığı gösteriyordu. Bu farklılığın ülkem çocukları için neden olduğu fırsat eşitsizliği de beni çok üzmüştü. 

Karşılaştırma yapacak olursak diyebiliriz ki:

Buranın öğrencileri tarihi; toplumların geçirdiği değişim, gelişim, savaş, göç ve tüm yaşanmışlıkları olduğunu, müzede sergilenen obje, araç, gereç ve teknolojik ürünleri görüp inceleyerek, onlar hakkındaki açıklamaları yetkililerden dinleyerek... Sınıfta da öğretmenleri rehberliğinde akranları ile birlikte "neden-niçin-nasıl" sorularıyla sorgular, tartışır, yorumlar ve çıkarımda bulunurlar. Eğitim sözlükleri  bunu: içselleştirerek öğrenme diye tanımlar.  

Bizdeki öğrenciler ise tarihi; sınıf kürsündeki öğretmenin kendisine öğrencilik yıllarında ezberletilen savaş tarihlerini, yapılan anlaşma maddeler tekrarını dinler ve eve gidince de hamaset dolu ders kitabından da "kahramanlık" öykülerini defalarca okuyup madde madde, nokta virgül ezberlemeye çalışır. Eğitim sözlükleri bunu da ezberleyerek öğrenme diye tanımlar.  

SONUÇ: Bugün eğitim sistemimizde "imam hatip anlayışı" egemendir, bu anlayışın biricik eğitim yöntemi de: ezberleyerek öğrenme olduğuna göre, uygar ülkeler ile aramızdaki bilimsel ve teknolojik farklılıklar devam edecektir.


Diğer yazılarım için: tıklayınız

21 Eylül 2020 Pazartesi

YİNE Mİ SAVAŞ?!.. (2)

19 yıl önce kurulup, 18 yıldan beri  iktidarı elinde tutan AKP'nin kısa hikayesi: Hemen hemen tüm kurucuları veya onların çocukları; "Gülen Cemaati" dershane veya okullarında eğitim almış, onlarla gönül bağı kurmuştur. Bu gönül bağı gereği yapılan işbirliği AKP'yi 2002 yılı seçiminde iktidara taşımıştır. Sonra da hep  "birlikte" yürüdüler... Fakat cemaat "hamili kart yakınımdır" kayırmalarıyla yetinmedi, sınav sorularını çalarak bu yolla devletin tüm kılcal damarlarına sızdı ve darbe yapacak güce ulaştı. 

AKP-Cemaat birlikteliğinin ilk on yılında, çok önemli sözler verildi: AB’ye girdik-giriyoruz kutlamaları, sorun yaşanan komşu ülkelere dostluk mesajları, Kürt, Alevi, Dersim v.b tarihsel yanlışlıklarla yüzleşme v.b.g. Uygulamada önemli bir değişim olmasa bile, bu sözlerin dile gelmesi, komşu ülkelerle dostluklar sağlamış,  yurtta  çatışma ve ölümleri önlemiş, ekonomik gelişmeyi hızlandırmış, barış sevinci yaratarak  iç huzuru arttırmıştı. 

Ancak, Dolmabahçe'de kurulan barış ve uzlaşı masanın devrilmesi; verilen söz ve girişimlerin sadece "Dur kendime yer edeyim, bak sana neler edeyim!" anlayışıyla söylendiği ortaya çıktı. Daha sonra da birlikte yürüdüğü cemaatin kendilerine tuzak kurduğu, ülke yönetimi ele geçirmek için hain darbe planları yaptığı ortaya çıkmış ve bu karanlık ortaklık kanlı bir şekilde son bulmuştu.

Bu ortaklığın bitişi şimdiki Erdoğan-Bahçeli iktidarının başlangıcı oldu. Yeni ortaklık, iktidarını daha uzun ömürlü kılmak için "beka" dedi ve barış-demokrasi sözcüklerini kullanmaz oldu. Ekonomiyi Dolar'a endeksli "yerli-milli" ihalelerle, iç ve dış politikayı da Turancı-Fetihçi-güvenlikçi anlayışla yaptı. Ve bu anlayış; kendilerine hizmet ederken suç işleyenleri "cezasız" bırakmış, yandaşları için özel af çıkarmıştır. Ancak kendilerine "kaşının altında gözün var" diyenleri yıllarca haksız-hukuksuz olarak zindanlarda tutmuş ve tutmaktadır.  

Hukuksuz ve tekçi politikaları ile ülkede; etnik kimliği, inancı, kültürel değerleri ve  yaşam tarzı farklı olanlar "bizden" değil diye ayrımcı (!) kabul edilmiş, halkın seçtiği belediyeler, halk için hizmet vermeye çalışırken "paralel devlet" olmakla suçlanıp yasaklanmış, ekonomi dip yapmış, doğa tahrip edilmiş, kaynaklar beş müteahhit firma ve savaş teknolojisi için heba edilmiş, dünyanın ilk 10. ekonomisi olma hedefi hızla 20. olmaya doğru gidiyor... Ve ülkenin "merhaba" dediği bir tek bir komşusu bile kalmamış...

İşte dış dünyada ülkece çaresizlik yaşadığımız iki örnek:   

  • ABD, milyarca dolar vererek sipariş ettiğimiz F-35A savaş uçaklarını vermiyor! 

  • Rusya'dan milyarlarca dolar ödeyerek satın alınan S 400 hava savunma sistemi ve füzelerin ambalajını dahi açamıyoruz!

-Ben savaş karşıtı biri olduğumdan, bu lanetli silahların, hem alınmasına hem de kullanılmasına karşıyım. Ayrıca düşülen bu çaresizliği örnek vermeyi de hiç istemezdim. Fakat bu iki örnek de birer acı gerçek!... Hazır bahanesi varken, yoksul halkın vergileri ile yapılan bu ödemelerin geri alınmasını ve ülkemize huzur getirecek olan  Barış-Demokrasi-Özgürlük girişimleri için harcanmasını isterim.- 

***

Barışık olmadığımız, ama kara ve denizden yakın-uzak komşularımız olan; İran, Irak, Suriye, Mısır ve Libya halkları ile benzer sorunlarımız var:

Onların da bizim gibi çocukları aç, gençleri işsiz,-mutsuz-güvencesiz ve insan haklarından yoksun. 

Onların da bizde olduğu gibi hangar ve cephanelikleri; uçaklar, füzeler tanklar, ölüm kusan silahlar ve mühimmat ile dopdolu. 

Onların da çocukları; kavga, çatışma ve savaşlarda, ölüyor, öldürüyorlar. 

Onların egemenleri de bizimkiler gibi bugünlerde yeniden savaş silahları ve teknolojileri satın almak için kuyruk bekliyor.

Peki, kime karşı kullanılacak bu silahlar?

-Masum halkların çocukları birbirine karşı!

Peki, bu düşmanlık, zulüm ve ölümler niçin oluyor? 

-Emperyalistler ve onların işbirlikçileri silah satsın,  yeni pazarlar açılsın diye!... 

Bugünlerde yine bir savaş senaryosu gündemde:

Akdeniz'de savaş gemileri suları köpürtüyor, sular çok sıcak... 

Savaş uçakları "it dalaşında" zikzaklar çizerek ses duvarını aşmakta... 

ABD, Rusya, Fransa, İtalya Almanya... dünyanın tüm egemen, emperyal, zalim, karanlık güçleri ile kukla olmuş işbirlikçileri el ele tutuşmuş, kanla, canla elde edecekleri yeni pazarlar peşinde...

Liderler meydan okuma çığlıkları atıyor, savaş rüzgârları esiyor.

Peki;

Ortadoğu, niçin savaşların odak noktası ve hiç savaşsız  kalmıyor? 

Türkiye, Irak, Suriye, Libya, Mısır çekişmeleri devam ederken, listeye bir de Yunanistan mı eklenecek?

İşte bu sorulara birkaç kısa cevap:  

-Çünkü savaşta yakılan, yıkılan yok olanları yeniden imar ve üretilmesi için emperyalist şirket ve kartellere yeni pazarlar açılacak.

-Çünkü ürettikleri yeni savaş teknolojilerin fahiş fiyatla birbirine düşman olanlara satarak kazanacaklar

-Çünkü o ülkelerin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını ele geçirecekler.   

-Çünkü savaşlar emperyalizmin varoluş nedenidir. 

İşsiz, emekçi, mazlum, kadın, çocuk ve gençler için Demokrasi-Özgürlük-Barış!

          YAŞASIN BARIŞ!... KAHROLSUN SAVAŞ!...

     

Diğer yazılarım için: tıklayınız


16 Eylül 2020 Çarşamba

YİNE Mİ SAVAŞ?!.. (1)

Ben bir eğitimciyim. 

Eğitimciler, görevi başında bir yargıç gibi, bir doktor gibi davranmalıdır. Karşısına gelenlerin ülkesini, ırkını, inancını, dilini, rengini, kültürünü, yaşam tarzını sorgulayıp yargılamadan onları ayrımsız kabul etmeli, her ortamda "insani" değerleri etkin kılmayı savunmalı ve uygulamalıdır. Eğitimci eğer bu özelliklere sahip olursa  o zaman; "Vatan, Millet, Sakarya" hamasetine kapılmaz, "yerli ve milli" olmak yerine bir dünya insanı olur.  

İşte bu anlayış içinde yazıma başladım, sizlere bu yazımla, her çağda insanlığın başına bela olmuş haksız savaşlar hakkında; okuduklarımı, gördüklerimi, sorularımı,  düşündüklerimi anlatmak ve biraz da bazı gerçeklerin resmi tarih marifetiyle niçin  saklandığına değinmek istiyorum.    

Savaş, bir gücün düşman ilan ettiği başka bir güce saldırması ile başlar. Bir ülkenin topraklarını, kaynaklarını ele geçirmek için başlatılan savaşların tümü haksız işgal savaşlarıdır. İşgale, talana, sömürüye, zulme karşı durup, demokrasi, özgürlük ve kurtuluş için savunmada bulunmaları ise haklı savaşlarıdır. 

Emperyalizm kan ile beslendiği için varlığını savaşlara borçludur. 

Emperyalizmin amacı sömürü yapmaktır, bu amacı gerçekleştirmek için de savaşmak zorundadır. Kendi düzenlerini kalıcı kılmak isteyen zalim liderler, hem ülkesi içinde, hem de ülke dışında kendilerine "düşman" bulurlar, onları; kötü-hain-düşman diye yaftalayan algılar hazırlatıp tuzaklar kurar, savaşırlar. Çıkar, ihtiras ve yalanlara dayalı biktidar savaşları, bazen baba-anne-çocukların bile birbirini öldürdükleri vahşi sonuçlar doğurmuştur. Tarihsel çağlar, işte bu tür acımasız ve insani olmayan savaşların yendi-yenildi zikzaklarıyla  açılıp, kapanmıştır.

Bugünlerde yine savaş çığlıkları başladı, biz de bir gerçeği hatırlatalım: Savaşlar son bulduğunda, kazançlı çıkanlar sadece birkaç egemen ile işbirlikçileridir. Kaybedenler ise her iki tarafın birbirine düşman edilmiş halklarıdır. Çünkü her iki tarafın mazlum halkları bu savaş sürecinde; canlarını, mallarını kaybeder ve çok büyük acılar yaşarlar.   

Savaş sömürünün en önemli aracıdır. 

2. Dünya savaşı, emperyalist güçlerin 1929 ekonomik krizinden çıkmak için faşist  saldırıya geçmeleriyle başladı. Savaş sonunda: 60 milyon insanın öldürüldü. Her kalemi milyarlarca dolar eden, uçaklar, füzeler, gemiler, tanklar, bombalar, araçlar, mermiler yok oldu. Doğa, yerleşim alanları ve yaşam kaynakların yakıldı, yıkıldı, talan edildi. Özetle çok büyük acılar yaşattı bu savaş dünyaya.  

Savaş sonrasında mazlum halklar çok çok kaybetti!. Savaşın ganimetlerini de o emperyalist güçler topladı. Çünkü yakıp yıkıp yok edilen; uçakları, füzeleri, gemileri, tankları, bombaları, araçları, mermileri yeniden üretip daha pahalıya sattılar. Böylece holdinglerine, kartellerine yeni yeni pazarlar açtılar.

Ve ölenleri ve kayıpları için büyük acıları yaşattıkları mazlum halklara, bir de yeniden imarın ve gelecek savaşlara hazırlık amacıyla yapılan tüm harcamaların faturalarını ödettiler.        

Fakat nedense resmi tarih savaşların genel felsefesini, amaçlarını hiç anlatmaz, savaşan tarafların sosyolojik, ekonomik, politik gerçeklerine dokunmaz. Hele hele savaşın emperyalist amaçlar için bir araç olduğu gerçeğini hiç dile getirmez. Sadece hamasi nutuklara atıp "bizim" olan zafer ve kahramanları anlatırlar. Sadece kendi ülke insanlarını; mert, dürüst, cesur ve haklı olduklarını, karşı tarafın ise haksız, hain, kötü, korkak, düşman ... insanlar olduğunu söylerler. Böylece de devamlı olarak öfke, kin, nefret ve düşmanlıkları diri tutarlar. 

Bunun için resmi tarih, barışa düşmandır sadece savaş seviciliği aşılar insanlığa... 

Ve bunun içindir ki: "Tarihi gerçekler değil, güçlüler yazar" derler.

Bilirsiniz, savaşta bir taraf pes edince savaş bitti diye kazanan taraf bayram eder, kendi güçlülerini alkışlar, onları kahraman ilan eder. Ne gariptir ki savaş kaybedenler de sonuca: kader deyip kendi güçlülerine dua eder gerekirse onlar için bir daha canlarını mallarını feda etme sözü bile verirler.

Peki, neden her iki tarafta da büyük çoğunluk olan mağdur ve mazlum halklar, sevdikleri ölürken, ev-mal-mülkleri yıkılıp yakılırken, ülkenin yeraltı ve yer üstü kaynakları talan edilirken... Olup bitenlere sebep olanların bu zalimler olduğunu niçin hiç düşünmezler? Neden yeni yeni savaşlarda da yine onların emirlerinde ve arkasında yer alırlar? 

Neden!..  

Mağdur insanlar kendilerine sessizce; Biz niçin öldürüldük ve öldürdük?!.. diye sorar fakat duyulmaz bu çığlıkları... Çünkü bu soruları soranların "hain" ilan edildiğini bilirler. 

Yokluk, yoksulluk, acılar ve çaresizlik içinde yaşayanları gördükçe, kendime dönüp: "İnsanlar sadece acılar içinde, sıkıntı çeksinler diye mi yaratıldı?, Niçin mantık, akıl, sağduyu devre dışı kalmış? Neden bu gaflet uykusundan uyanmaz bu insanlar?" sorular sorar, saatlerce düşünürüm. 

Peki, ya o yiten canları doğuran, onları özenle, sevgiyle, sakınarak büyüten anneler!... Onlar, neden suskun, neden sadece içlerine akıtırlar gözyaşlarını, niçin haykırmazlar acı ve öfkelerini, niçin dur demezler zalimlere ve savaşlarına?    

Barışın; birlikte, özgürce, insanca, paylaşarak mutlu yaşamak gibi erdemleri dururken... Savaşın ayrıştıran, düşman kılan, zulüm edip, sömüren yok eden, büyük acılar yaşatan kötülükleri niçin "tarih" diye kutsanıp okutuluyor? Gerçekler niçin algılarla perdeleniyor? 

Oysa BARIŞ, hiçbir parasal yatırıma, hiçbir silaha ihtiyaç duymayan, sadece demokrasi, eşitlik, sevgi, saygı ve hoşgörü ile ulaşılacak olandır.  

***   

Gördüğünüz gibi bugünlerde de:

Akdeniz'de savaş gemileri suları köpürtüyor, sular çok sıcak... 

Savaş uçakları "it dalaşında" zikzaklar çizerek meydan okuyor. 

ABD, Rusya, Fransa, İtalya Almanya... dünyanın tüm egemen, emperyal, zalim, karanlık güçleri ile kukla olmuş işbirlikçileri el ele tutuşmuş, yeni pazarlar arıyor...  


(Sözümüz bitmedi devamı olacak) 



Diğer yazılarım: tıklayınız