referandum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
referandum etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Nisan 2017 Cuma

Haklı Halkın ‘Hayır’ı ve Devlet’in Devlet Destekli ‘Evet’i


Dünyada ırkçı sağ yükselişe geçti. Bu durum da ülkeler arasında savaş ve düşmanlıkların artması demektir. Eğer sol ve sosyal demokrat anlayışlar yükselmiş olsaydı, ülkeler arasında barış ve dostluklar artacak, insanlık kazanacaktı. Fakat öyle olmadı, insanlık yerine devler ve zalimler kazandı.

Ülkemiz de, 15 yıldan beri dinci-ırkçı-sağcı bir iktidarın kıskacında. Bu iktidar ilk yıllarında içeride ve dışarıda çözüm bekleyen sorunlarımıza barışçı çözümler aramaya başlamıştı (anlaşıldı ki bu bir reklammış), ama sözünde durmadı. Barışçı çözümler aramak yerine güvenlikçi anlayışlara yöneldi. 7 Haziran sonuçları ile yüzleşip, uzlaşı aramak yerine, 1 Kasım’a giden korku iklimini yarattı. Böylece yaşanan yıkımlar, ölümler, acılar ve sorunları daha da çoğaldı, çoğaltmaya devam ediyor.  
Sn. Cumhurbaşkanı, seçildiği günden başlayarak, anayasaya ve yaptığı yemine uyup tarafsız kalmadı, fiili durum yaratarak ve söylemleri ile de başkanlığını açıkladı. Sonra da, 17/25 Aralık için: “Ver Bilal’i, al başkanlığı” diyen Devlet Bahçeli’nin tam desteğini alarak 16 Nisan sürecini başlattı.

Toplumsal uzlaşı sağlanmadan hazırlanan bir anayasanın demokratik özü yok demektir. Buna en iyi örnek 12 Eylül anayasasıdır. Bu anayasa 1980 darbesinin 5 faşist generalinin emirleri ile oluşturulan  “Danışma Meclisi” tarafından hazırlanmış ve 18 Ekim 1982’de yapılan referandumda da yüzde 91.37 gibi çok yüksek bir oranda kabul edilmişti. Ancak daha sonraki yıllarda tüm siyasi partiler (ama samimi, ama samimiyetsiz olarak) sözbirliği yapmışçasına acil olarak bu anayasayı değiştirmek isteyen, sonuçsuz bildirimlerde bulundular.  Bu da bize gösteriyor ki, bir anayasa çok yüksek oyla kabul edilse bile, bu sayılar onun faşist özünü haklı kılamaz.

Çünkü demokrasi ve insan hakları parmak hesabıyla yok edilemez!..

Bugünlerde de toplumsal uzlaşı sağlanmadan anayasal bir değişiklik süreci yaşatıyorlar ülkemize.  Meclisteki 4 partiden sadece ikisinin üst yönetimi (kendi tabanlarındaki karşı çıkışlara bile duyarsız kalarak)  anlaştılar ve topluma bir dayatmada bulunarak tek adam rejimi kurmak istiyorlar.

***

Halkın haklı olarak ‘Hayır’ demesi:
  • Devlet Bahçeli'nin, “fail”+iktidar partisi+devlet güçleri tarafına geçip, “tek adam sistemi” kurmak olan, “Evet” için çalışmasına bir karşı duruştur.
  • Devletin; kurum, makam ve her türlü imkânlarıyla “Evet” diyecek olan bir zümrenin yanında yer alıp, “Hayır” diyecek olanları ötekileştiren, tehdit eden, toplantı yer ve alanlarını kısıtlayıp yasaklayanlara yeter demektir. 
  • Milyonlarca seçmenin seçtiği partinin vekillerini, belediye yönetimlerini görevden almak, tutuklamak, tehdit edip etkisiz kılmaya direnmesidir. 
  • Düşüncelerini yazıp, çizip, dillendirenleri baskıyla, tehditle sindirmeye, ekmek tekneleri olan işyerlerini kapatmaya, işten atmaya, yıldırmak için gerekçesiz olarak tutuklamaya dur demesidir. 
  • Dağ, yayla, ova, tarla, dere, nehir, denizdeki bitki, böcek, hayvanlara ait habitatları bozmayın demesidir. 
  • Çıkar sağlamak ve paylaşmak için; yok pahasına satılan KİT’leri, işgal edilen deprem alanlarını, oluşturulan havuzları, yüzlerce kez değiştirilen ihale yasalarını, para kutuları/sayma makinalarını ve tapeleri unutmamaktır. 
  • Meclisin 3. Partisi olmuş HDP’nin “Bejin nâ/hayır deyin” nakaratlı türküsüne bile tahammülsüz olanlara: “Edi besê/artık yeter” demektir.
 (Yukarıda sayılanlar sadece birkaç örnek).

Peki, sizce bunlardan sadece birisi bile, “HAYIR” demeyi haklı kılmaz mı? 

“HAYIR” demek bizim; ego-kin-öfke sarmalı içindeki karanlık günlerden çıkıp, daha aydınlık günlere varmamız için bir ışık olamaz mı?  

Ne dersiniz?...
 
***

17 Nisan’ın kaybedeni Türkiye

Şimdi biraz da referandum sonucuna bakalım:
Diyelim ki 16 Nisan’da yapılan referandumun sonucunda; “Evet” geçerli oyların yarısından sadece bir oy fazlası (%50+1)’nı aldı. Peki, o zaman (kısaca) ne/neler olur?
  1. Bazılarını yukarıda sıraladığım sıkıntılarımız katlanarak devam eder. 
  2.  Referanduma götürülen 18 madde ve göndermelerle içlerine gizlenen tuzaklarla, parti devleti kurulur yani fiili otoriter rejim resmileşir.  
Diyelim ki 16 Nisan’da yapılan referandumun sonucunda; “Hayır” geçerli oyların yarısından sadece bir oy fazlasını (%50+1) aldı. . Peki, o zaman (kısaca) ne/neler olur?
  1. Ülkemizde sonuçlardan ders çıkarıp, etik kurallar uyarınca istifa etme geleneği oluşmadığından ve mevcut aritmetik durumda bir değişme olmadığından, iktidarın hamaset ve popülizm dolu söylemleri ile mevcut düzen devam eder…
  2. Bu sonuç; tıpkı 7 Haziranda olduğu gibi, onların uykularını kaçıran önemli bir ders olacaktır. En önemlisi de “Hayır” sonucu; bu kötü gidişe dur dediği, barış ve uzlaşmaya çağrı yapmış olduğu için çok değerli olacaktır.
Fakat ülkemizin kısa zamanda son bulmayacak pek çok üzücü gerçeği var: “Tek adam düzeni” uğruna; toplumumuz hoşgörüsüz iki zıt kutup olmuş, ülke ekonomisi dibe vurmuş, eğitim, yargı, yasama, medya, işsizlik, yoksulluk ile güvenlik sorunları tavan yapmış, komşu ülkelerle ilişkilerimiz gerginleşmiş, bakanlarımız istenmez kişi ilan edilmiş, dünyada yapayalnız bir ülke olmuşuz...

O halde 17 Nisan’da hangi sonuç çıkarsa çıksın, kaybeden Türkiye olacaktır.



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

24 Mart 2017 Cuma

“Kol kırılır yen içinde kalır” sessizliği...


Atalarımız komşularla iyi geçinmenin bir erdem olduğuna inanmış olacaklar ki bize;  “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” - ”Komşunu iki inekli iste ki, kendin bir inekli olasın”- "Komşunun iti komşuya ürümez”- “Ev alma komşu al”-“Komşuda pişer bize de düşer” gibi özdeyişleri miras bırakmışlar.

Bu güzel kültürel mirasımıza rağmen, yıllardan beri ülkemizi çevreleyen tüm komşularımızla kavgalı olup, sorunlar yaşıyoruz. Ama nedense, Acaba, komşularımızın hepsi kötü de, sadece biz mi iyiyiz?”  sorusunu kendimize sorma cesaretimiz olmadı. İşte bu bilinmezliğe ayna tutamadığımız ve “biz” tutkusuna yenik düştüğümüz için hepimiz; “Kol kırılır yen içinde kalır” sessizliği içindeyiz.

Henüz çokça zaman geçmedi, hepimiz hatırlarız o yılları: Daha bugünkü iktidar güç zehirlenmesine de uğramamıştı. İşte o yıllarda “Komşularla Sıfır Sorun” sloganıyla yola çıkan iktidar, yeni bir dış politika belirlemek istemişti. Bu amaçla da:
  • Dünya çapında İran’a uygulanan tecrit politikasına karşı durulmuş… 
  • Ermenistan’a sıcak dostluk mesajları gönderilmiş…
  • Kıbrıs için yeni bir sayfa açılmış, 
  • AB ile sıcak temaslar kurulmuş…      Muhalefetin başarılı çabaları ve iktidar partisinden sağduyu sahibi bazı vekillerin (henüz “gizli oy”un açık kullanımı da başlamamıştı) katkılarıyla, Irak’ı yok eden emperyalist savaşa askeri destek verilmemiş…
  • Ve Suriye ile ortak bakanlar kurulu bile yapmıştı…
İyi bir komşuluk için yapılan bu girişim ve söylemler hepimizi sevindirmiş ve umutlandırmıştı. Ama günümüze yansıyan, Sonuç: 0+0= 0 

***
Kim ne dedi, neler oldu/oluyor?

OHAL ve KHK şartlarının kuz yerinde, dağlar kadar iç ve dış sorunumuz varken, komşu ülkeler kavgalı, ülkemiz dışında savaştayız. Tam da birlik içinde sorunlara çözümler aramak zamanı iken, toplumda iki zıt kutup yaratıldı. Ve “Tek Adam sistemine “Evet mi?”-”Hayır mı?” müsameresi başlatıldı. Hamaset nutukları ile “Hayır” diyecek olanlar; “Hain/Terörist” ilan edildiler.  
16 Nisan Referandumu için gereksiz ve zamansız dedik ama oldu. Bari insani-vicdani-ahlaki- hukuki ve demokrasi kurallarına uygun yapılsaydı. , Beceremediler, öyle de olmadı, işte bazı sonuçlar: 
  1. 01-20 Mart 2017 arasında 17 ulusal televizyon canlı yayınlarda: “ ‘Evet’ diyecek olan Cumhurbaşkanlığına 169 - AKP’ye 301,5- MHP’ye 15,5 saat.  ‘Hayır’ diyeceklerini açıklayan CHP’ne 45,5 saat ayrılırken,  HDP’ne hiç yer verilmedi.”  
  2.  Yurt içinde devletin uçakları, taşıtları, mekânları, ekranları ve diğer kaynakları ile “Evet” için çok rahat çalışan Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, Bakanlarımız ve bürokratlarımız var. Türkiye ile  yetinmeyip, Avrupa’ya da yöneldiler, kabul görmeyince Avrupa ülkeleri ve yöneticilerine, diploması dilinden uzak mesajlarla onları; “Nazi-Faşist” ilan edip,  "Siz böyle davranmaya devam ederseniz yarın dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir Avrupalı, hiçbir Batılı güvenle huzurla sokağa adım atamaz… “ ve “Bunlar haçlı-hilal savaşını başlattılar” deyip, bağırıp meydan okudular…
  3. Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier da; Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye'nin yıllardır inşaa ettiği her şeyi tehlikeye atıyor." dedi. Ve Erdoğan'a, "Ağza alınmaz Nazi benzetmelerinden vazgeçin, Türkiye ile ortak olmak isteyenlerle bağları kopartmayın" çağrısında bulundu. (Cumhurbaşkanımız bu sözlere kızmış/üzülmüş). 
  4. ABD Başkanı Obama’ın göreve başlarken ilk görüştüğü lider Erdoğan idi. Trump ise bölgemizdeki Irak, Ürdün, Mısır Başbakanları ile görüştü, fakat henüz Türkiye’ye sıra gelmedi. (Ama Ortadoğu ve Afrika ülkeleri sırasına koyduğu Türkiye’ye için “elektronik cihaz taşıma yasağı”nı uygulamaya koydu.) 
  5. 10.Mart.2017 günü daha çok internet ortamında yer alıp kamuoyunda pek yankı bulmayan bir rapor vardı. Raporu hazırlayan da, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği. Bu rapor: resmi beyanlar, tanık görüşmeleri, fotoğraflar, ses kayıtları ve uydu görüntülerinden yararlanarak hazırlanmış olan, “Türkiye’nin Güneydoğusunda İnsan Hakları Durumu Raporu” idi.  Raporda özetle: “30’dan fazla yerleşim yeri ve mahalleyi kapsayan operasyonlarda 335 bin ile 500 bin arası insanın yerinden edildiği, 1.200’ü sivil, 2.000 kişinin hayatını kaybettiği…”  BM heyetinin durum karşısında ; “ ‘Dehşete düştüğü’ ve ‘kıyamet benzeri bir tablo’ olarak nitelendirdiği...”  (Bizler ülkemizin sorunlarına; “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı ile ayna tutmaz, yüzleşmez, çözüm aramaz, sessiz kalıp dillendirmezken… Ya da kendi söküğümüzü kendimiz dikmez iken… Bakın görün işte; uydudan, şuradan, buradan nasıl da veri/bilgi toplayıp önümüze koydular “utancımızı”…) Bence haberi okuyunuz: https://gazetekarinca.com/2017/03/bm-dehsete-dustu-cizre-sur-ve-nusaybin-raporunda-kiyamet-benzeri-bir-tablo-yorumu/ 
  6. Mal, can ve iş güvenliği kalmamış, tarım-hayvancılık-sanayi dibe vurmuş, ülke bütçesinin büyük çoğunluğu savaş için harcanıyor. 
  7. Güneydoğu sınırlarımızda bulunan verimli toprakları mayınlardan temizleyip organik tarım yapma isteği hayal oldu. Şimdi oralarda Çin Seddi benzeri beton duvarlar yapmakla meşguller.
  8. Hapishaneler daha iddianameleri bile düzenlenmemiş, politikacı, yazar, çizer, gazeteci, akademisyen gibi yüzbinlerce insanla dolmuş taşıyor. 
Bir zamanlar ülkemizin yalnız bırakılmasını “değerli yalnızlık” olarak savunup durdular. Acaba şimdi bakan ve vekilleri (bile) yasaklandığı için; onuru, gururu incinen halkımız ve gurbetçilerimize ne diyecekler, bugünleri nasıl savunacaklar?

Tüm bu söylem ve eylem sahibi muktedirler, acaba 17 Nisan günü, öfke ve kin ile dolu belleklerini nasıl sıfırlayacaklar?  

Peki, ötekileştirip, hakaret ettikleri, “Hain/Terörist” ilan ettikleri o “Hayır” diyenlerin yüzlerine nasıl bakacaklar? 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

17 Mart 2017 Cuma

"Dert bir değil elvan elvan…"

Şiir ve türkü dizelerinde saklı olan anlamları anlaşılır kılmak için düzyazı yazanlar, bazen ciltlerce yazmak zorunda kalabilirler.   

Âşık İhsani ‘Mektup Şiir’inde: “…önceki gün komşulardan biri / ölüsünü gömdürdüğü tabutu/gece camiden aşırıp yaktı. / Tabutluğun bir yerine bir de / şöyle bir mektup bıraktı./ ‘Açlığa ne ise ya, soğuğa dayanamadık./ Bir tabut götürüp yakacağım./ Aaa… Allah afetsin’….” der.

Bir türkümüz de: “Dert bir değil elvan elvan/Takatsiz kalmışım yayan” diye başlar...

Hem ‘Mektup Şiir’de, hem de dertlerin takatsiz bıraktığı türküdeki dizelerin öznesi halkımızdır.  Onlar:

Hem içerde, hem de dışarıda savaş ve savaşın sonuçları ile kuşatılmış…

Okul sistemi çökmüş, ekonomisi alarm veren… 

Din, mezhep, inanç ve kimlik siyasetleri ile canları yanan…

Evi yıkılmış/yakılmış, işsiz, okulsuz, yolsuz, susuz, elektriksiz, aç ve açıkta olan yüzbinler-milyonlar…

Yani, dertleri bir değil elvan elvan olanlardır.

İşte böyle bir iklimde yaşıyor insanlarımız. Peki İktidar güçlerinin öncelikli görevi, bu sorunlara çözüm üretmek ve bu iklimi yaşanır kılmak değil midir?  Oysa onlar asıl görevlerini unutmuş, ya da unutturmak için sürekli yapay gündemlerle ülkeyi yönetmeye çalışıyorlar. Oluşturulan şimdiki yapay (niçin yapay; çünkü hiçbir sorunu çözmüyor) gündemimiz de; 16 Nisan’da yapılacak olan “Referandum”.

Bu referandum için; Ülkemize dayatılan ‘Tek Adam Rejimi’ne  ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ deme yarışması da diyebiliriz.  

İki kutuplu Türkiye:


Bir yanda; “Evet” diyecekleri çoğaltmaya çalışan Tek Adam Rejimi sevdalısı tekçi hareket var. Bunlar; Cumhurbaşkanı’nın yönlendirmesi, hükümet ve paydaşlarının işbirliği, pek çok devlet kurumunun olanaklarıyla; TV ekranlarda, gazete, radyo ve meydanlarda canhıraş çalışanlar. Ki bunlar;  “Hayır” diyecek olan karşı taraftakileri; ‘terörist’ ve ‘vatan haini’ olarak tanıtıp taraftar kazanmaya çalışıyorlar.  

Diğer yanda ise; “Hayır” diyecekleri çoğaltmaya çabalayan demokrasiyi savunucusu çoğulcu hareket: Devlet gücü ve imkânlarından yoksun olan bunlara, meydanlar, ekranlar, TV, gazete, radyolar yasaklı/kapalı. Ve bunların bazı seçilmiş vekilleri de tutuklu… Yani kısıtlı olanakları olan; eşitlik ve özgürlük savunucuları… Ki bunlar da; “Evet” diyecek olanlara, tek adam diktatörlüğünün sakıncalarını anlatarak, onları çoğulcu demokrasi saflarına katmaya çalışıyorlar.  

Özetle:
Bir yanda, Tek Adam Rejimi’ni savunan devlet korumasındaki; “Evet”.   Diğer yanda, Çoğulcu Demokrasi’yi savunan ve korumasız olan; “Hayır”.


***

Kavga ederek misafir olmak:

“Devlet; ‘Evet diyenin de, ‘Hayır’ diyenin de devletidir.” Diyenlere inanma!... Bakın görün işte; “Devletin temsilcisi bakanlar(!)”, devletin imkânlarıyla gurbetçilerimize “Evet” dedirtmek için yola çıktılar/çıkacaklardı. Ama gidecekleri ülkelerce engellendiler, toplantıları iptal edildi, uçakları kaldırılmadı, habersizce giriş yapmış olanlar da sınırdaşı edildiler…

Bizi; ele güne karşı utandırdılar, itibarsız kıldılar ve yapayalnız bıraktılar. Çok çok üzüldük, incindik, utandık…  

AB üyesi pek çok ülke, benzer demeç ve eylemlerde bulunarak Türkiye karşıtı söylemlerde birleştiler. (Zaten yıllardır ülkemizi kapılarında bekletip oyalıyorlar… Belki onların nüfusumuz, ekonomimiz, kültürümüz, ülke yönetimimiz gibi alanları ile ilgili endişeleri vardır, kim bilir belki de kıskanıyorlar(!). Tüm bu nedenlerle karnemize bakıp diplomatik(!) sözlerle kulüplerine üye almak istemiyorlar bizi.)
Bizler misafirperver olmakla övünürken, pek çok ülkece istenmeyen, davetsiz misafir konumuna düşürüldük. Bu kez mağdur olan, kaybeden Türkiye oldu. Bizi bu hale düşürenler, bu işten de yine mağduriyet çıkarmayı başardılar. Bu bahaneyle meydanlarda, salonlarda ve ekranlarda hamasi nutuklar söyleyerek, bağırarak, tehdit ederek oy devşirmeye…

Bizde adettir, misafirliğe gidecek olanlar (öncelikle), gidilecek olanlara haber salar “Size geleceğiz bir maniniz var mı?” diye sorarlar. Kabul alırlarsa da, şeker, çiçek veya başka hediyelerini alarak giderler. Yok, eğer karşı taraftan; “… Manimiz var, daha sonra buyurunuz.” diye bir cevap gelirse de, gitmezler, gidemezler...

Yöremizde de, töremizde de, dünyamızda da durum böyle...

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tokatlılar Gecesi'nde cevap verdi: "Ben Nazizm’in, Almanya'da bittiğini zannediyordum. Meğerse hala devam ediyormuş… Ya ben istersem yarın gelirim. Gelirim ve kapıdan da sokmadığınız zaman veya konuşturtmadığınız zaman da ben dünyayı ayağa kaldırırım." dedi. Onları “Nazi” ilan edip, meydan okudu.  

Olan yine ülkemize, halkımıza, gurbetçimize oldu…

İncinen halkımızın onur ve gururu… Yalnızlaşan bizim ülkemiz…        

Yasaklanıp, kovulanlar göçmen değil, ülkemizin vekilleri, bakanları…  

Sonuç yine iki kutup: bir uçta Türkiye, diğer uçta da Avrupa ve…  



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

10 Mart 2017 Cuma

Ne yerli ne de milli, insanî olmalı insanî

Fizik bilimi, maddenin yapısındaki; (+) yüklü protonları, (–) yüklü elektronları ve yüksüz olan nötronları bulmuştur. Günlük yaşamda biz onları; artı (+), eksi (-) ve nötr kutuplar olarak isimlendiririz. Bu üç farklı gücün, uyumlu beraberliğinden ise, ne hayırlı sonuçlar çıktığını hepimiz biliriz. Ancak bu üç gücü hiç kimse bilerek isteyerek vuruşturmaz, çünkü bu bir felaket demektir. Özetle, bu üç güç uyum içinde kaldıkça; bizim için ışık veren, iş gören elektrik olur, çarpışınca da bummm!.. diye yok eden bir... 

İsterseniz doğada var olan bu gerçeğin bir de sosyal yaşamdaki yansımasına bakalım. Toplum, adından da anlaşıldığı gibi; kişisel, inançsal, ırksal vb. pek çok  farklılıkları olan sosyal katmanlara mensup bireylerin toplamıdır. Bu çeşitlilikleri, farklılıkları ve güzellikleri yok saymak, onları tek tip olmaya zorlamak çok tehlikelidir. Çünkü size rağmen o farklılıklar vardır ve var olmaya devam edecektir.

Bilimsel verileri kullanılır kılan teknoloji, günümüz insanlarına uzakları yakın kılar, bilgiye ve kaynaklara hızlı ulaşmayı sağlar. Bilim insanları laboratuvar ve uzayda; artık bize yetmeyen dünyamızın dışında, başka yaşam alanları arayışında...

İşte tam da bu yıllar ve günlerde dünyanın pek çok ülkesinde hoyrat milliyetçi rüzgârların esmekte olduğunun görüyoruz. Tıpkı bizdeki “Türk tipi, yerli ve milli olmak” söylemleri uygulamaları gibi…

Türkiye, on milyona yakın sayıda insanını dünyanın pek çok ülkesine göçmen ve emekçi olarak gönderen bir ülke. Bir an bu insanlarımızın bulundukları ülkelerde; “Siz yerli ve milli değilsiniz!..” söylemi ile karşılaştıklarını düşünelim. O emekçi göçmen insanlarımız, bu söylem karşısında neler hisseder ve neler yaşar?!..

İlk bakışta yerli ve milli sözcükleri benzeşse de, yerli; aynı coğrafyadan olmayı, milli ise aynı ırktan olmayı gerekli kılar. Bu tanımlamayı esas alırsak, dünyada sadece yerli ve milli olanları barındıran hiç bir ülkenin olmadığını görürüz. 

Tarihte yaşanmış pek çok ırkçı faşist savaşın, yerli ve milli olmak söylemiyle başladığını, "başka" veya "öteki" ilan edilenlerin de; dili, inancı, malı, kültürü ve canı ile hedefe konduğunu... İnsanları dünkü komşusuna düşman kılanların ise, lanetle anılan faşist liderler ve öğretileri olduğunu biliyoruz.  

Demek ki, yerli ve milli olmak söylemi; toparlayıcı olmak yerine, ayrıştırıcıdır, “başkası” ve “ötekiler” yarattığı için de, evrensel olmaktan uzaklaştırıcıdır. Eğer bir değerin kalıcı olarak kabul görüp paylaşılması isteniyorsa, onun yerli ve milli olmak yerine dünya ait ve insanî olması gerekir. 

Kuşkusuz bilim insanları her alandaki yeni buluşlarıyla toplumsal yaşama kolaylıklar sağlar. Örneğin tıp alanındaki bir buluşun, bir tedavi yönteminin veya bir ilacın kısa süre sonra yerli ve milli ayrımı olmaksızın dünyanın her yerinde ortaklaşa kullanır olması gibi… 

Daha genel bir bakışla özetlersek; çağlar öncesinden günümüze Felsefe-Matematik-Fizik-Kimya-Biyoloji-Müzik-Resim-Edebiyat... alanları ile  pek çok inanç ve dinden günümüze miras kalan, yaşamımızı kolaylaştıran, bize ışık tutan nice bilge kişi, nice evrensel değerlerimiz var.

Peki, sizce tüm bu bilge kişi ve değerlerden hangisi yerli, hangisi milli?
 
***
16 Nisan Referandumu:

Farklılıklardan çatışmalar ve düşmanlıklar çıkarmak çok kolay olup, genellikle ufku dar, dili sivri insanların başvurduğu bir yöntemdir.Uzun erimli düşünüp, görebilen liderler, hayatı yaşanır kılmak için, var olan tüm inançsal/kimliksel farklılıklara saygılı olarak uzlaşı ve uyum arayışında bulunurlar.

İktidar gücü; olumlu ya da olumsuz kullanıldığı her iki durumda da çok etkili bir yaptırıma sahiptir. Olumsuzluk bildiren söylemler genel olarak şart koşmayı gerekli kılan “eğer” sözcüğü ile başlar. Örneğin: “Eğer istediklerimi yapmaz iseniz; yıkılan evin yapılmaz, çocuğun işsiz kalır, köyün yolsuz, susuz, elektriksiz kalır…” gibi şartlar öne süren söylemlerle yola çıkan iktidarlar insanlarda büyük gerginlik ve ikilem yaratır. 

Muhalefeti susturmak, halktan gerçekleri gizlemek için, gece gündüz demeden, canhıraş çabalarla, karşı olan herkese gözdağı verildi, kavgalar edildi. 6 milyon seçmeni bulunan HDP’nin başkan ve vekilleri tutukladı ve  parti etkisiz kılınmaya çalışıldı/çalışılıyor.

Düşüncelerini gazete ve ekranlarda anlatmaktan başka hiçbir suçu olmayan yazar-çizerler henüz belli olmayan iddialarla, dört aydan beri tutuklu… 

İşte ülkemizi OHAL şartlarında KHK’lerle bu hale getirdiler.  

Oysa ülkenin içinde ve dışında savaş rüzgârları esiyor ve çözüm bekleyen, Ağrı dağı kadar aşılmaz, Harran ovası kadar büyük pek çok sorunumuz var… Ve bu devasa sorunları çözmekle görevli iktidar; halkın, meclis görüşmelerini, meclis TV de izlemesini bile sakıncalı bulup ekranları kararttı, kendisini iktidarsız ilan etti, işini gücünü bıraktı, tüm enerjisiyle “Tek Adam Yönetimi” getirmeye çalıştı. 

Ayrıca bu değişiklik girişimi; herkesi kucaklayacak bir uzlaşı sağlayıp ‘12 Eylül Anayasası’nı etik ve demokratik kurallara uyumlu kılmak için de yapılmıyordu ki...

Sadece, evet sadece fiili durum yaratan kişiye pes edip; “Biz yasama, yürütme ve yargı olarak görevimizi yapamadık, beceremedik, şimdi tüm yetkilerimizi siz alın ve tek adam olarak bizi yönetiniz.” demek için…

İşte bugünlerde meydan ve ekranlar bunun için çok canlı… Çünkü uzlaşı aranmaksızın, korku ikliminde sağlanan sayılarla hazırlanan “Fiili duruma;Evet’ mi,Hayır’ mı?” değişikliğini halka soracaklar. 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

24 Şubat 2017 Cuma

78’liler Buluşması

Buluşma yerimiz; İstanbul’da yaşamış olan hemen herkeste acı-tatlı bir iz bırakan ‘Taksim Meydanı’na cepheli otelin 9. katındaki bir salon.  Salonun meydana bakan tarafı da boydan boya bir balkon. O balkona daha çok sigara içenler çıkıyordu, ben ise, hem hava almak, hem de geçmişi hatırlamak için çıktım. Saat 20.30, balkon ışıksız, loş, yanımda da yıllardır okuru olduğum Sn. Aydın Engin var. Bu loşlukta hem onunla, hem de içimdeki ben ile konuşuyor ve 30 yıl öncesine uzanan bir filmi izlercesine etrafa bakıyorum.

Bu balkondan bakan herkes mutlaka Kanlı 1 Mayıs’ı, Ecevit Mitingi’ni, DİSK’le bütünleşen tüm emekçileri, çocukları faili meçhul(!) cinayetlerle yok edilen Cumartesi Annelerini ve Gezi Direnişi’ni anımsar. Orada yapılan engellemelerde, kurulan barikatlarda, tomalar, coplar, gazlar, silahlarla, kimi ölen, kimi yaşam boyu sakat kalan; emekçi, genç, çocuklar ve onlar için acı çeken sevenlerini düşünür, o acıları hisseder.

İçinizi titreten bu duygular içinde ve hüzünlü gözlerle balkondan kuşbakışı baktığınızda; hemen aşağıda Taksim Anıtını… Sol tarafta İstiklâl Caddesini ve Kanlı 1 Mayıs’ın faşist faillerinin sığınağı olan Sular idaresinin çatısını, onun hemen arkasında da yıllardır inatla tartışılan Taksim Camii inşaat hazırlığını… Tam karşınızdaki Taksim Meydanı ve Gezi Parkını… Sağ tarafta cezalandırılan Atatürk Kültür merkezini görürsünüz. (Fakat hemen sağ tarafınızda olup, bazılarımızın ölümden tesadüfen kurtulduğu, pek çok cana mezar olmuş, “Kazancı Yokuşu’nu göremezsiniz.)

İşte böylesi bir yerde toplamış bizi “78’liler Girişimi” (seçimde bu yaşanmışlıklar etkili olmuş mu bilemiyorum). Toplantıyı düzenleyenler içinde ikisi de birer can olan, Yunus Bircan ve Celalettin Can arkadaşlarım var.

Onları bir arda yakalayınca; “Ben, 68’de 18 yaşında TÖS üyesi bir öğretmendim. 78’de de epeyce acıyı ve öğrenciliği geride bırakarak, yeniden öğretmen oldum. Bilin bakalım ben 68’li mi, 78’li miyim?” diye bir soru sordum, gülüştük...

Duvarlarda; Deniz, Mahir, İbrahim ve günümüz mağdurlarının görselleri… Kürsüde; saygı duruşu, sunuş konuşması, onurluluk ödülleri sunuşları ile yurdumuz ve dünyadan canlı müzik dinletileri… Masalarda; dostların sohbetleri…

Toplantıya gelen herkesin gözaltı ve boyunlarında halkalar olsa da, gözlerinin içinde bir ışıltı, dudaklarında aydınlık, vakur gülücükler vardı: Çünkü bizler; 68’lerde halk için doğan, 78’lerde “dar grupçuluk” anlayışlarını aşmaya çalışıp gelişen ve 2013 GEZİ’de kucaklaşan… İnadına umutlu, inadına özgürlükçü ve inadına barışçı geleneğin taşıyıcısıydık…

***
Korku iklimi

Geçmişte yaşananlar insanda derin izler bıraksa da, bazen “geçmiş işte” der geçersiniz. Peki, bugün yaşananlara ne diyeceksiniz?

İçeride ve dışarıda çıkartılan savaşlar eşliğinde gelişip, ülkemizi saran bir baskı-sindirme-korku iklimi içinde yaşıyoruz. Psikoloji ve Sosyal Psikoloji bilimi: otorite ve çıkarlarını yitirme endişesi duyanların, korktukları için, bilerek, tasarlayarak korku iklimini yarattıklarını söyler.

Aslında korku herkeste var olan insani bir duygudur, kaldı ki böylesi bir iklimde sadece cahiller korkmaz. Önemli olan korkuyu etkisiz kılacak önlemler almak, onunla başa çıkmaktır. Cesaret de, bu olsa gerek. Yani zorda ve darda olan insanların; baskı-sindirme-korku iklimini etkisiz kılacak önlemleri arayıp bulmaları asıl cesarettir.

7 Haziran sonrasında tarihi ve kültürel değerleri ile birlikte yakılan-yıkılan Kürt kentleri, öldürülen pek çok çocuk, kadın, yaşlı… Sağ ve yaralı kurtulanlar ise; evsiz-barksız-sahipsiz kaldıkları için kendi ülkelerinde göçmen oldular. Nedense yetkili ve etkili hiç kimse bu insanların; nerede, nasıl, ne yapar olduklarını, barınakları-yiyecekleri ve okullarını sormaz, hatırlamaz, ilgilenmez. Fakat  onların başına yıkılan enkaz yerlerine Suriyeli göçmenlerin yerleştirilmeleri...

Dünyada birinci olduk, haklarını savunsun/arasın diye seçilip meclise gönderilen vekilleri ve toplumsal sorunları dillendiren, haber veren, yazıp, çizenleri 4 aydan beri tutuklu kılmakla. Hem de, daha suçları belli değilken ( iddianame yok), sanki öç alırcasına,  nedamet getirip boyun eğsinler diye...

“Savaş değil barış istiyoruz” diyen binlerce akademisyenin; okulundan, kürsüsünden ve öğrencilerinden uzaklaştırarak işsiz bırakılışları…  

Meclis TV’yi karartarak, haber alma-verme hakkını yok ederek, yapay algı, demagoji ve telaş ile mecliste yaşatılanları…

Vekillerin; kendilerini etkisiz-yetkisiz ve yok sayan bir düzen için, etik kuralları çiğneyerek, gizli oylarını açıklama cesareti(!) / Uzlaşı olmadan, çoğulculuğu/demokrasiyi yok edip, oy fazlası ve canhıraş çabalarla ile tek adamlık düzeni kurmanın gelecek tarihimiz için kara leke oluşunu…

Milliyetçi popülizmin şaha kalktığı bir OHAL ortamında ve iktidar gücü desteğindeki bu tuhaf anayasal tuzağın referanduma sunulma hazırlıkları ve uygulamaları için başlatılan ötekileştirmelerin yaşandığı günlerde…

İşte tam da bu günlerde yapıldı 78’liler toplantısı.

Eski TİP Milletvekili Sn. Mehmet Ali Aslan’ın gecede anlattığı bir fıkra ile sonlandıralım: 

“Kendisini taşlayanlar arasında; bir gözü kör, bir kulağı sağır, bir bacağı ve kolu olmayanı birisini gören Şeytan, hemen onun yanına giderek; Gözüne ne oldu?/ Kulağına ne oldu?/ Bacağın ve koluna ne oldu? Sorularını sorar. Ve tüm sorularına da: –Allah’tan… cevabını alınca şaşırır ve hayretle:

Peki, ben sana ne yaptım ki, sen beni neden taşlıyorsun?!” der. 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız