insan hakları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
insan hakları etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Ocak 2022 Cuma

Coğrafya Kader Mi?

Geçtiğimiz yaz mevsiminde çokça deprem, sel, orman yangının olması, zaten pek çok toplumsal sorunu bulunan ülkemize zor günler yaşattı. 

Belki de bu yüzden: “Coğrafya Kaderdir!” sözü sıkça kullanılır oldu. Aslında bu söz, hem iklimsel (ya da bilimsel) hem de inançsal bir yargıdır. 

Yaşam başladığından beri, her coğrafya ve oradaki her varlığın kendine özgü demirbaşları olmuştur. Bu demirbaşlar, her özneye bazı eksi ve artılar sağlayan fiziksel, biyolojik farklılıklardır. Bu farklılıklar zamanla; değişim-dönüşüm-başkalaşıma uğrasa bile hep var olacaktır. 

Fakat ülkemiz ve benzeri ülkelerde, bu doğasal gerçekliğin bilimsel yönü bile isteye es geçilmiş, sadece insanı çaresiz-pasif kılan ve keder üreten kaderci bölümü öne çıkarılmıştır. 

Böylece bu sözün büyüsüne kapılan insanlar; insan ve emek karşılığı olan haklarını istemek yerine, sadece egemenlerce kendisi için uygun görülenlerle yetinmeyi, pasif ve suskun olmayı öğrenmiştir.

Fakat bilimsel bakışı ve onun araştıran deneysel yöntemi bu kaderci anlayışlara boyun eğmemiştir. Ne yapmalı, nasıl yapmalı diye hep çareler aramış, bulmuş ve uygulamıştır. 

Bu anlayışa varan emekçiler, haklarını bildikleri için verilenle yetinmemiş, haklarını isteyip almış, sömürü çarkı içinde olup-biten haksızlık ve yolsuzlukları açığa çıkarıp hesap sormuştur. Ve böylece haklarını alan emekçiler daha istekle çalışıp, daha çok üretmişler. 

İşte bizim gibi ülkelerde eksik olan, bu bilimsel ve insani anlayıştır!   

Eğer biz ve benzer ülkelerde de bilimsel anlayış egemen olsaydı insanlar; arar, bulur, durmadan istekle çalışır, kurak çöllere bile yaşamı taşırlardı. Böylece, birer doğa olayı olan: deprem, sel ve orman yangınlarındaki insan hataları sonucu  oluşan kayıplar tümüyle engellenmiş olmasa bile, zararlar en alt düzeye inerdi.


Fakat olan olmuş, keder üreten coğrafya, kendisine kaderci bir iktidar ve muhalefet yaratmış, onlar da çaresiz, yılgın, güvensiz halkı, oyalamaya çalışmış ve buna devam ediyorlar.   


***


Şimdi size, çokça tepki çekeceğimi bile bile: 


Yirmi yıllık iktidar ülkede, en çok ırkçı-milliyetçi-İslamcı-savaşçı-çıkarcı olanlara yaradı! 


MHP ve İYİ Partinin ırkçı anlayışı hem iktidara hem de muhalefete kelepçe olmuş, onları kuşatıp kıskaca almıştır!


Bunun için de AKP iktidarı yönetemiyor, sürekli olarak muhalefet içi bir denge arayışında olan CHP de gelişip yol alamıyor! 


Ve sonuç olarak şimdi ülkenin gündemi: 'Kim daha Türk, kim daha İslam' olmuş durumda!


Desem!... 


Ki, dedim bile...


Peki, bu dört cümle sizce yanlış mı?


Kuşkusuz, 'Yanlış!' diyen pek çok kişi de diyecektir ki: 


İYİ Parti başka, MHP başka parti değil mi? 


Gerçi, bir soru, başka bir soru ile cevaplanmaz derler ya, bence bu soru için, bir karşı soru çok gerekli: 

 

Peki, İYİ Parti ve MHP'nin hangi ilkeleri, hangi söylemleri farklı?


Şimdi de geçmişten bugüne bazı sayısal verilere bakalım:


2002'de: AKP: %34,42 / CHP: %19,42  / MHP %8,35 ... oy almış.


Günümüz kamuoyu araştırmalarına göre: AKP ve CHP'nin oyları aynı kalırken, İYİ Parti ve türevi olduğu MHP'nin toplam oyları: %25 olmuş! 


Yüzde 8,35 olan oyları şimdi yüzde 25'e ulaşmış! 


İşte bu sonuç da onların egosunu coşturmuş!


Bu anlayış; ülkemizdeki milyonlarca, Kürdü, onların dili ve kültürünü yok saymakta, onlarla bir arada bulunmak istememektedir. 


Bu, herkesi Türkleştirmek, Turan'da buluşturmak ülküsü olan bir anlayış. Bu anlayışla insanlarımız, ayrışıp kutuplaşmakta, böylece ülke sorunları çözümsüz kalmaktadır. 


Bunun için halkımız, sindirilmiş, yılmış, olup bitenlere duyarsız, suskun kalmış bir durumda. 


Bunun için ülkemizde acılar, bir değil, birkaç değil, sıralansalar katar katar uzayıp gider. 


Örnek olsun diye acı ve yaralarımızı taşıyan katarın, sadece bir vagonuna bakalım birlikte:   


Önlem alınmadığı için aynı zamanda 7 ilde 21 yangında ormanlar, börtü böcek ve nice canlılar yanıp yok oldu. 


Birilerine çıkar sağlasın diye plansızca dere, ırmak yataklarına yapılan barajlar dolup taştı, oluşan seller; köprüleri, evleri, bahçeleri, tarlaları, nice can ve canlıları yok etti.


Çıkar çevrelerine bilmem kaç yıllığına sunulan limanlarımızın, birer kokain geçiş merkezi olduğu söyleniyor.


Gasp edilen insani ve mesleki haklarını isteyen veya bir konuda farkındalık yaratmak isteğiyle sokağa çıkmak isteyen: avukat, doktor, memur, öğrenci, işçi ve köylüler, jandarma ve polislerce kuşatılıp yürütülmüyor, hatta bazen darp ediliyor. Bu evrensel insan hakları ve hukukuna karşı duruştur. 


Askıda ekmek, daha ucuz ekmek alabilmek için uzun uzun kuyruklar!


Çok sık aralıklarla, benzine, mazota, doğalgaza, elektriğe zamlar...


Kısmi afla organize suç liderleri, saldırganlar, dolandırıcılar hapisten çıktı. Onların yerleri de düşüncesini açıklayanlarla dolduruldu.


Ülkemiz, tüm komşu ülkelerle kavgalı iken, çıkarlar üzerine kurulan dostluklarla, Katar ile Suudi Arabistan'ın albenisi arttı.


Ve eril bir anlayışla: Aysel Tuğluk'a yaşatılanlar, Sezen Aksu'nun 'dilini koparma' isteği, Sedef Kabaş'ın gece yarısı gözaltına alınması ve Garibe Gezer'in 'garip' intiharı...


Eğer halkımız, geçen yaz yaşanan yangın, deprem, selleri ve onların yaşattığı acı ve kederleri, çare bulunmaz bir 'kader' sayarsa...


Ve eğer, tüm acıları sorgulayıp bir daha yaşanmaması için iktidarı önlem almaya zorlamazsa, o zaman gelecek yaz ve sonrası yıllarda aynılarını, belki daha da büyüklerini yaşarız. 


Fakat eğer, yangınları söndürecek uçaklar, araç-gereçler, deprem ve seller için de gerekli koruyucu önlemler alınırsa, o kader de kederler de değişir.


Bunun için de bilimsel, demokratik ve barışçıl birliktelikler gerekir. 


Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


23 Nisan 2021 Cuma

Bugün 23 Nisan!


Bugün 23 Nisan!

Hani, 'Her insanın içinde bir çocuk vardır' derler ya! Ne kadar doğru bir söz! 

Bir dede olarak benim de içimde; zıp zıp zıplayan, hayalleri, tutkuları, sevinçleri, coşkuları, tutturması olan, sık sık konuştuğum, bazen azarını işitip ders aldığım bir çocuk var. 

Her 23 Nisanım ona özel bir gündür, o günde; içimdeki o kıpırtıya, 60 yıl öncesinden bugüne ses veren o çocuğa doğru yola çıkar, onu dinler, onu okşar, onunla oynar, onu daha çok duyumsarım.

Bazen içimdeki o 'yavru' ile konuşup, dedeliğim gereği düşündüğümde: İnsanlar ve evcil-yabani tüm hayvanlar için yavruların en kıymetli olduğunu gerçeği ile karşılaşırım. Aslında tam da: "Her canlının en kıymetlisi yavrularıdır." yargısıyla düşünmeye başlamıştım ki, vazgeçtim. Çünkü ağaçlar, otlar, suda yaşayan canlılar yavrularını nasıl sever, onları nasıl koruyup kollarlar pek bilmiyorum. Buna karşın insanlar, evcil-yabani tüm hayvanlar için yavruların en kıymetli olduğunu, herkes gibi ben de biliyorum.

***

Bugün 23 Nisan!

Yüz bir yıl önce özgürlüğüne kavuşan Türkiye Cumhuriyeti Meclisi, tam yüzyıl önce toplanıp bugünü: "Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı" olarak kabul etmiş.

Nisan ayı!.. Ne güzel bir tesadüf:

Çünkü, Nisan; baharın en süslü, en coşkulu, sevinç çığlıklarının en çok yükseldiği bir ay. Havada, suda, toprakta canlıların; filizlerle, çiçeklerle, fidanlarla, yumurtalarla, yavrularla coşku içinde çoğalma zamanı. 

23 Nisan, yılın en coşkulu günlerinden birisi bu güzel günü, insanların en kıymetlisi çocuklarına adayıp dünyaya örnek olmak ne güzel bir karar! 

Ülkeye ve dünyaya sevgi, saygı, dayanışma ve barışı fısıldayan bir karar. 

***

Bugün 23 Nisan!

Bu ülke, 101 yıl önce padişah buyruklarını yok sayıp, demokrasi demiş. 

Bu bayramın ilk kutlama gününde doğmuş olanlar şimdi 100 yaşında...

O halde elimizi çenemize koyup düşünelim lütfen:

101 yıldan beridir, neden barışın ve güvenliğin olduğu, insan haklarıyla yaşamın mutluluğa dönüştüğü bir ülke olamadık?

Niçin suç ve suçlular korunuyor?

Niçin çocuk hakları, kadın hakları, insan hakları yok sayılıyor? 

Çocuk Hakları Sözleşmesinin 3. maddesine Türkiye'nin koyduğu 'çekince' neden kaldırılmıyor?

Niçin insanlık mirası erdemler yok ediliyor?

Niçin çocuk heyecanları, öfke, kin ve nefrete dönüştürülüyor?

Niçin ülke kaynaklarımız insanlarımızın refahı için değil de bir azınlığa peşkeş çekiliyor.  

Demokrasilerin en vazgeçilmezi olan yasama-yürütme-yargı bağımsızlığı niçin yok oldu? 

Hani, padişah buyruğundan demokrasiye geçmiştik! 

Hani, Hakimiyet Kayıtsız Şartsız Milletin idi!

Hani, Büyük Millet Meclisi milletin temsilcisiydi!

Peki, Tek adam yönetimi nereden çıktı?  

***

Ülkemizde bunlar, bunlar, bunlar... yaşanırken...

Bugün 23 Nisan!

Çocuklara yokluk, yoksulluk, cehalet dışında bir şey bırakmamışken... 

30-40 yıl sonra doğacak torunlara, milyar dolarlar borç bırakmışken...

Söyler misiniz, nasıl coşkuyla dolup, sevinir insan? 


Diğer yazılarım için: tıklayınız

      


 

12 Mart 2021 Cuma

Nasıl Bir Yönetim?


İnsanlık tarihi, güven içinde daha mutlu ve huzurlu yaşam arayışıyla başlar. Bu amaca ulaşmanın önkoşulu da her zaman toplumsal barış olmuştur.  

Rastgele bir insana; "Daha güvenli-mutlu-huzurlu-özgür bir yaşam sürmek için nasıl bir yönetim istersiniz?" -diye soracak olsak üç farklı cevap alırız:
a) Yerinden   b) Tepeden   c) Hiçbiri
 
'Hiçbiri' cevabını, sayıca çok az 'devlet karşıtı' kişi verir. Çoğunluk ise ya 'Yerinden' veya 'Tepeden' -der. O halde biz de yazımızı, bu iki yönelimin artı ve eksiklerine ayıralım. 

Önce yakın tarihimize, oradaki etkin güce, 'Osmanlı' yönetimine bakalım. 'Osmanlı'da tüm mülk 'Sultan'ındır ve herkes de onun kuludur. O ne derse ne isterse o olur! Bunun için de 1920'lere gelindiğinde, yüzde 99'u okuryazar olmayan, yoksul, cahil, mutsuz, huzursuz, işsiz, özgürlüğü olmayan savaş yorgunu bir halkımız vardır. 

Şimdi ise 2021 yılındayız. Peki, şimdi ne durumdayız? 

Bizim cevap vermemize gerek kalmadı. Çünkü, üç, 'üçüncü göz', içinde ülkemizin de bulunduğu yüzlerce ülkeyi kıyaslayan araştırmalar yapmış ve birer sonuç raporu hazırlamış bile: 

  • Birinci rapor Birleşmiş Milletler (BM)'den:

BM, 7 yıldır 156 ülkeyi değerlendirip: "Dünya Mutluluk Raporu" hazırlıyor. En son raporu ise 2020 yılına ait, bu sıralamaya göre:   

1.Finlandiya, 2.Danimarka, 3.İsviçre, 4.İzlanda, 5.Norveç, 6.Hollanda, 7.İsveç, 8.Y. Zelanda, 9.Avusturya 10.Lüksemburg... 93.Türkiye...
 
(Türkiye, önceki yılların sıralamasında da:
2016'da 78./ 2017'da 69./ 2018'da 74./ 2018-2019'da 79. olmuştu).
  • İkinci rapor Freedom House'tan:

'Freedom House', 1941 yılında kurulmuş bir sivil toplum kuruluşu olup, demokrasi, siyasi özgürlük, insan hakları konusunda araştırma ve savunuculuk yapmaktadır. 

2020 yılında 195 ülke arasında yaptığı “özgürlük” sıralamasına göre: Finlandiya, Norveç ve İsveç 100 puan alarak ilk sırayı almış, Türkiye ise, 32 puanla 146. olmuştur. 

Böylece Türkiye bu yıl da “özgür olmayan ülkeler” arasında kalmıştır.

(Türkiye, son 10 yılda özgürlüklerin en çok gerilediği 2’nci ülke oldu).

  • Üçüncü rapor, V-Dem Enstitüsü'nden:

V-Dem Enstitüsü, 2014 yılında İsveç, Göteborg Üniversitesi siyaset bilimi bölümünde kurulan bağımsız bir araştırma enstitüsüdür. 

Sözcü gazetesinin bugünkü manşet haberine göre: V-Dem Enstitüsünün hazırladığı ‘2021 Demokrasi Raporu'na göre: "Türkiye, Liberal Demokrasi Endeksi'nde 179 ülke arasından 149'uncu oldu. Türkiye son 10 yılda en fazla otoriterleşen ülkeler arasında ise Polonya ve Macaristan'dan sonra üçüncü sırada yer aldı." 

(Bu raporda da ilk 3 sırada: Danimarka, İsveç ve Norveç var...)

Demek ki, Barış her nerede ise huzur da orada olmuştur.

Hepimize bir soru:

Peki, bu bitek coğrafyamızda insanlarımız, neden özgür değil, niçin işsiz, yoksul ve mutsuz? 

***

Muhtemelen kendilerini büyük gören büyüklerimiz, ekranda, meydanda ve salonlarda yukarıdaki araştırmalar için: "Bunlar ülkemiz için kurulan birer komplo...Bizim bizden başka dostumuz yoktur!" -deyip araştırma yapanlara "Eyyy!" -diye parmak sallayıp: "Bunlar yok hükmündedir!" -diyecektir. 

Yönetmek, iş yapmaktır. Her yönetici ve yönetim grubunun asıl görevi, ülkede yaşanacak bir iklimi sağlamak olsa bile, uygulama aşamasında çok önemli 'anlayış' farklılıkları ortaya çıkar ve kimi çoğunluğa, kimi de bir azınlığa hizmet eder. 

*

Tüm yönetimler iki farklı yolla karar alır ve uygulama yapar: 

Birincisi; seçilenlerin ve atananların 'yerinden' yönetmesidir. Bu ülkelerde her birey değerli ve onun mutluluğu önemlidir. Bu ülkelerde tüm işler 'yerinde' koşul ve ölçülere uyularak yapılır. Yönetim, halktan yana olan demokratik bir 'Sosyal Devlet' anlayışına sahiptir. Adalet, insan hakları, demokrasi, özgürlük, fırsat eşitliği... gibi insani değer öncelikleri vardır. Yönetme, buyruklarla değil sahip olunan demokratik yetkilerle yerinde ve dayanışma içinde yapılır. İşte böylesi çalışmalarla 'insana' daha tez ulaşıp dokunulur ve mutluluk sağlanır. Bu yönetimler gelirleri: demokratik, eşitlikçi, çoğulcu ve barışçı amaçlarla harcarlar. 

Bu özellikleridir bu ülkeleri birer çağdaş ülke yapan ve bu özellikleridir bunların yarışı hep önde götürmelerini sağlayan...

Şimdi, lütfen yukarıdaki her üç araştırmada da ön sırada yer alan; en 'mutlu', en 'özgür' ülkeler sıralamasına yeniden, yeniden bakınız... 

*   

İkincisi; seçilen ve atananlar, küçük bir azınlığın çıkarlarını önceleyen bir anlayışla 'merkezden' (tepeden) verilen buyruklarla iş yaparlar. Kolay yönetmek ve sömürmek için algılar oluşturur, algılara kanmayanları baskı ile sustururlar. Bu yönetimler bahanelerle içeride ve dışarıdaki güçsüzlere savaş açar kaynaklara el koyar, onları susturup, etkisiz bırakırlar. Bunun için de bu ülkelerde aşırı yoksulluk ve aşırı varsıllık vardır. 

Ne yazık ki, bizim ülkemiz; 'mutlu' ve 'özgür' olmayanların çok olduğu bu grubun içinde yer almaktadır.   

***

Peki, mutlu ve özgür ülkeler sıralamasında, bizim ülkemiz neden hep arka sıralarda yer alıyor?

-Çünkü biz başkayız! Biz, aynaya bile önyargılarımızla bakarız! 

Biz, bize verilecek hizmeti, mutlu bir azınlık için çalışanların tepeden verecekleri 'lütuf-iane' ve buyruklarla almayı daha çok seviyoruz.  

Bu yüzden de 'yerinden yönetim' konusu ne zaman dile getirilse, bir damarın paranoyaları başlar ve kıyametler kopar. 

Bu yüzden seçtiklerimizin yerine kayyum atanmasına ses çıkmaz...

Peki;

Eğer, kaynaklarımızı halk için işletip, hakça paylaşsak.

Eğer, kaynaklarımızla savaşlara değil barışa yatırım yapsak.

Eğer, milyonların seçtiği Belediye Başkanlarına güvensek.

Eğer, bilim yuvası olması gereken üniversitelerimizi korusak.  

Böylesi bir yönetim biçimi daha "insani" olmaz mıydı? 

Tüm toplumsal çalışmalarda öncelik 'yerele' verilmeli, yani insanlara oldukları, bulundukları yerlerde dokunulmalı, onların gereksinimleri; uygun-güvenli-sağlam-estetik şekilde giderilmeli. İşte o zaman toplum daha mutlu, daha huzurlu, daha özgür, daha çağdaş bir toplum olur. 

O halde ortak paydamız demokrasi olmalı, ancak o zaman dünyada ve ülkemizde; hakça, adilce, özgürce, onurluca, barış içinde mutlu, coşkulu, 'insani' bir yaşam olabilir...

 Ve çıkar savaşları son bulur.


Diğer yazılarım için: tıklayınız 

5 Mart 2021 Cuma

İnadına Yapmak


71 yaşındayım, bugüne değin gördüğüm her iktidar, işlerini hep yoksul halka inat yaptı. 

Ülkemizin politik iklimi hakkındaki ilk bilgiyi, 12 yaşında bir çocuk iken radyodan öğrendim. 27 Mayıs İhtilal sözcüsü Türkeş radyoda, ihtilali neden yaptıklarını anlatıyor, akşamki 'Yassıada' duruşma saatinde ise, suçlar ve suçlular tanıtılıyordu. 

Özetlersek: Demokrat Partinin; kurduğu "Vatan Cephesi" oluşumuna kendi taraftarlarını toplamakla, halkı ikiye böldüğünü ve ayrıca taraftarı olmayanlara da zorluklar yaşattığını anlatıyorlardı.

İhtilali yapanlar, bazı doğru-yanlış işler yaptıktan sonra, ülke halkına özgürlükçü bir anayasa bırakarak ayrılmışlardı.

Sonraki yıllarda bazen seçimle bazen darbelerle iktidarlar değişti. Her iktidarın farklı söylemleri, yöntemleri olsa da halkın yoksulluğu, dertleri hep aynı kaldı.   

Bazıları, "Yollar yürümekle aşınmaz""Dün dündür, bugün bugündür" dedi fakat ülkeyi sağ ve sol diye ikiye böldü. Sonra da “Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz” diyerek çetelere destek verip ülkeyi kana buladı...

Bazıları"Ben zenginleri severim" -diyerek tarafını belirledi. Yetinmedi, "Bu anayasa ülkeye bol geliyor" diyerek işçi-köylü-memur haklarını yok sayan demokrasi dışı "olağanüstü hâl" dönemini başlattı. 

Böylece, insan hakkı ve insan onuru yok saydı, 'faili meçhul cinayetler' (ki, tüm failler bilindiği halde  korunuyordu) işlendi, köyler bombalanıp, yakıldı-yıkıldı-boşaldı, yargısız infaz, dışkı yedirme, işkence, nefret suçları işlendi. Hapishanelerde kimi tutuklular idamla, kimi işkenceyle, kimi yakılarak öldürüldü. 17 yaşındaki çocuğu da 'idam' etmek için yaşını büyüttüler. Baş despot kişi ekranlara çıkıp pişkince: "Asmayalım da besleyelim mi?" diyebiliyordu... Diğer yüzüyle de "memurum/vatandaşım işini bilir" deyip; sömürüyü, kirli işleri, kara parayı, haksız kazancı, rüşveti serbest bırakıyordu... 

***

Bu acılar, sancılar, karanlık günlerle 2001'e geldik... O günden bugüne, toplumsal yaşamda izi olan (yöneten ya da yönetemeyen) birçok özne halen yaşıyor. Onları adları ile de anabiliriz.   

19 Şubat 2001'deki Milli Güvenlik Kurulu toplantısında, 10'uncu Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer anayasa kitapçığını, Başbakan Bülent Ecevit'e fırlatmış ve bu olay da yaşanan ekonomik krizin nedeni sayılmıştı. Oysa, aradan 16 yıl geçtikten sonra, olayın faili Sezer dile gelip dedi ki:

"Ecevit 2 kez bana gelip, Fazilet Partisi'nin kapatılmamasını, bunun için arkadaşlarım olan Anayasa Mahkemesi üyelerine telkinde bulunmamı istedi. Hukukun üstünlüğüne inanan ve yıllarca AYM'de görev yapan bir kişiye söylediği bu sözlere kırıldım ve reddettim."

Bu bunalım ikliminden yaralanan AKP, 'hizmet hareketi' dedikleri gizli bir güç odağı ile işbirliği yaparak 2002 yılında iktidar oldu. 

İktidarın ilk işleri; güvenlik-yargı-askeri-eğitim gibi kurumlara 'koza' yerleştirmek, sonra da kaynak yaratacağız diye halkının malı ve ekmek teknesi olan KİT'leri satmak... Müttehitler kazansın diye o zamandan bu güne kadar ihale yasası 191 kez değiştirme... İşte böyle başladı köylerin boşalması, tarımın bitmesi, şehirlerin betonlaşması, doğal dengeyi bozan HES'lerin yapılması, maden arama ruhsatlarının verilmesi ve karadeliğe dönüşerek 30-40 yıl sonra doğacakları 'dolar' ile borçlandıran, yol, tünel, köprü, hastanelerin yapılması... İşsizliğin çok olduğu ülkede işe alınmak için liyakat yerine, mülakatta yandaş olduklarını kanıtlamak esas alındı... Kaynaklarımız, ülkenin huzur, refah, barış için değil de "Bir merminin fiyatını biliyor musun?" -diyerek savaş aracı ve donanımı için harcandı.    

R. Tayyip Erdoğan önce Başbakan olarak tüm yürütme yetkilerini ele almış, yasama ile yargıyı işlevsiz kılmış, medyayı susturup pek çoğunu bir yandaş havuza toplamıştı. Cumhurbaşkanı oldu, fakat bu kimlikle de yetinmedi, yeniden AKP'nin genel başkan oldu. Böylece sanki bir parti devleti kurmuş oldu. Bu kimliklerin verdiği güçle muhaliflerin tümü öteki sayılıp kamusal hizmetlerden yoksun bırakıldı. 

İşte birkaç örnek:

Cumhurbaşkanı Erdoğan, 21.10.2017 günü betonlaşan İstanbul için çok üzülmüş olacak ki özeleştiri yaparak demişti ki

  • “Biz bu şehrin kıymetini bilmedik, biz bu şehre ihanet ettik, hala da ihanet ediyoruz, ben de bundan sorumluyum...” -demişti. 
*

25.02.2021'de pandemiyi hiçe sayarak 'lebaleb dolu' parti kongresinde kendi partisine güzellemeler yaparken, bakınız belediye başkanlığını kaybettiği İstanbul ve 'ötekiler' için neler söylüyor:  

  • “...Onlara rağmen Kanal İstanbul'u yapacağız. İnadına yapacağız ve Kanal İstanbul ile İstanbul nasıl güzelleşecek, İstanbul bir başka şehir olacak bunu da görecekler. Alıştıracağız, buna da alışacaklar...”

İnadına yapacaklarmış "Kanal İstanbul'u". 

Kime inat? 

-İstanbul'un doğasına inat. - Muhalefete inat,  

-Yani, 806.415 oy farkla kaybettiren İstanbullulara inat...

Niçin inat?

-İnsan "inatla" ancak sevdikleri için 'güzel' işler yapar.

-İnatla düşmanlık olmaz ki! 

O halde?

-Bu tutku, bu direnç, bu inat başka ne için olabilir ki!

-Rant arsalarını alanlar ve müttehitler için olmasın! 

İsterseniz biraz da olumlu düşünelim: 

Yoksa, sevmeye mi başlamış "terörist" ilan ettiği muhalefeti?

Yoksa sevmeye mi başlamış, her yerini betonlaştırdığı İstanbul'u?

*

Cumhurbaşkanı, 02.03.2021 günü: "İnsan Hakları Eylem Planı"nı açıkladı.

Aman Allah'ım! Bu da ne böyle!

İnsan onuru korunacak / dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ayrımcılığı yapılmayacak / herkese eşit, tarafsız ve dürüst hizmet verilecek / masumiyet karinesi, cezanın şahsiliği ilkelerine uyulacak / eleştiri ve düşünce açıklama özgürlüğü olacak / bağımsız, tarafsız yargı ve bir hukuk devleti olacak / hak ve özgürlükler adalet teminatında olacakmış...  

Zaten, yukarıda sayılan bu insani değerlerin ülkemizde yok olduğunu söyleyen, yazan, çizenler yıllardır tutuklu değil mi?

Zaten, yıllardır bunları savunanlar “hain-terörist" sayılmıyor mu?

Sanki o konuşan, 19 yıldır iktidarda olan değil de yeni bir aday! 

Sanki, anayasa mahkemesi ve insan hakları mahkemesi kararlarına karşı duran, uymayan, uygulatmayan kendileri değilmiş!  

Sanki birisi, 'İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'ni okuma ekranına koymuş da Cumhurbaşkanı onu okuyor!

Sanki, yaptıklarından nedamet duymuş da artık yapmam diyor! 

Hani derler ya 'Allah söyletmiş'-diye. Öyle olmuş herhalde.

Yıkıp yok ettiklerini bir bir sıralayıp, söylemiş!

Peki, inandınız mı?


Diğer yazılarım için: tıklayınız

9 Ekim 2020 Cuma

TÜKENEN İKTİDAR ve HDP

Geçen haftaki yazım: ÜRKEK MUHALEFET ile HDP idi. Bu yazımı da onun devamı sayabilirsiniz. Size, pek çok kişinin hatırlamak, duymak, konuşmak ve yorumlamak istemediği, oysa tanığı olduğu bazı yaşanmışlıklardan söz etmek istiyorum.  

AKP, 2002'de, sinsi "Fetöcü Hareket" ile yaptığı ittifak sonunda iktidar olmuştu. İlk işleri de şikâyetçi oldukları; ordu, emniyet, yargı, eğitim gibi önemli alanlara kendi yandaşlarını atamak ve yerleştirmek olmuştu. Gerekçeleri ise: "atanmışların, özellikle de askerlerin ülkede vesayet kurarak seçilmişlere ve halka baskı uyguladıkları" idi. 

Bu yargıyla kurumlara atama yaparken, liyakat yerine "bizim adam" olmaları yeterli görülüyor, sınavlarla yerleştirme yapılırken de "sınav soruları" çalınıyor, cevapları kendi militanlarına veriliyordu. Başka bir anlatımla, AKP ve ortakları, kaleyi içten zapt ediyor ve devletin tüm kılcal damarlarına yerleşiyorlardı. Bu güçlenerek büyüme, ortakların aralarında çıkan çıkar çatışmasına kadar devam etti.

AKP ayrıca Avrupa Birliğine girmek, komşu ülkelerle barışmak, demokrasi, insan hakları gibi konularda çokça mesaj veriyor, törenler düzenliyordu. 

"Çözüm Süreci" 

Ülkenin baş sorunu olmuş Kürt sorunu da el attıkları bir konuydu. Bu sorun; pek çok gencin ölümüne, çokça acı yaşanmasına ve ülkenin pek çok kaynağını savaş için heba edilmesine neden oluyordu. İşte böylesi bir soruna çözüm bulmak için 2013'te AKP ile HDP  görüşmeye başladı.  

“Çözüm Süreci” olarak isimlendirilen bu girişim, ülkedeki herkese için bir umut olmuş ve barış havası estirmişti. Böylece ülkemiz genç ölümlerin olmadığı, iç huzurun olduğu iki yıl yaşamıştı. Hatta, 28 Şubat 2015 günü Dolmabahçe Sarayı'nda toplanan AKP ile HDP yetkilileri uzlaşma belgesi sayılan 10 maddeyi imzalamış ve bu an canlı yayın olarak kamuoyuna duyurulmuştu. Barış umudu yaratan bu girişim, ülke çapında büyük bir sevinç yaşatmıştı. 

Ve sonrasında ne olduysa, neler yaşandıysa bilinmez!.. Erdoğan, bu anlaşmayı ret etti ve görüşme masasını devirdi. Böylece son buldu barış umudu olan “çözüm süreci”... 

Bu arada AKP ve fetöcü ortaklık da bitmiş, Erdoğan'ın BAŞKAN olma tutkusu başlamıştı. 

7 Haziran 2015 seçiminde AKP tek başına iktidar olamadı!.. Kaybedişinin sorumlusu olarak da 80 milletvekili çıkaran HDP'yi gördü. Seçimin yaşattığı bu şoku atlatmak ve zaman kazanmak için ÇHP ile yapılan istikşafı görüşmeler uzadıkça uzatıldı. Zaman geçtikçe gizli-karanlık güçler de boş durmuyor ve halka, can-mal güvenliği olmayan korku dolu, kaoslu günler yaşatıyordu.  

Sonra da bu korkulu ve karanlık günleri fırsata çeviren 1 Kasım 2015 seçimleri yapıldı. 

Midyat’ta “Biz her türlü milliyetçiliği, ayaklarının altına almış bir iktidarız.” diyen sanki Erdoğan değilmiş gibi, oğlu Bilal Erdoğan için söylediği sözleri mahkeme kararıyla yasaklanan ya da sansürlenen' Bahçeli ile barışmış dost olmuşlardı. Böylece MHP destekli AKP iktidarı kurulmuştu. 

Bu arada 15 Temmuz 2016'da gerici-faşist fetöcü darbe girişimi olmuş, ülkemiz yine acılar yaşamıştı: Meclis devre dışı kalmış ve "kararnameli" Tek Adam dönemi başlamıştı. Bu kararnamelerle devlet kurumlarından atılan 100 binlerce kişin yerineliyakati (iş becerisi) olmayan sadece yapılan "mülakat" sonunda "yandaş" olduklarını kanıtlayanlar alınıyordu. 

MHP cismen olmasa da anlayış olarak iktidarın direksiyona yerleşmişti. Ve artık ülkede: "Erdoğan ile Bahçeli ne derse o olur!" dönemi başladı

Ki bu gidiş, günümüz dünyasında bir ülkenin başına gelebilecek en kötü durumdur. Başka bir deyişle bu durum; o ülkenin, demokrasisini, kanuniliğini, kurumsallığını,  yasama-yargı-yürütme (denge denetim) sistemini kaybetmesi ve tek kişi düzeni olan otokrasiyi seçmesi demektir. 

Böyle bir iklimde yapılan 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde büyük bir darbe aldı AKP-MHP iktidarı. Bunu kabullenmeyip, yasal ve etik dışı söylem ve girişimler sonunda İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimini iptal ettirdi. 23 Haziran 2019 günü yenilenen seçimle bu kez unutulmaz bir yenilgiye uğradılar... 

Bu yenilginin de biricik sebebi yine HDP idi. Çünkü HDP 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde 65 belediye başkanlığı kazanmış, ayrıca iktidarın kaybettiği tüm Büyükşehir Belediye Başkanlıklarını da destek verdiği CHP'ye kazandırmıştı. 

Bu kindar duygu onları eskiden denedikleri ve hiçbir olumlu sonuç alamadıkları: "seçilmiş olan belediye başkanlarının yerine kayyım atama ve belediye meclislerini kapatma" gibi demokrasiye aykırı, insani ve hukuki olmayan intikamcı uygulamayı yeniden başlatmaya neden olmuştu. 

Bu haksız ve hukuksuz işlemler havuz medyasında aylarca güzelleme yapılarak kutsandı. 

Kars Belediyesine kayyum seçilen Vali fetih-şükür namazı bile kıldı!..

Acaba Kars'ı kimden, kimin adına kurtardı? 

"Demokrasicilik" oyunu oynanıyor!...

SONUÇ: 

HDP seçimde 65 Belediye Başkanlığı kazandı ve bunların; 

  • 6'sına "mazbata" verilmedi, kaybedenlere ikram edildi.
  • 48 Belediye de  atanmış kayyumlara teslim edildi.
  • Ve seçimle gelen belediye meclisleri de kapatıldı

(Bu algı yaratma oyunlarıyla, nefretle, kinle HDP güç kazanacak ve bitmeyecek! Ama nefret dolu bu iktidar, tıpkı birlikte yola çıktıkları tek tek ayrıldığı gibi tükenecek.)

Hani nerede demokrasi, seçme ve seçilme özgürlüğü? 

O il ve ilçelerdeki halk iradesine ne oldu, şimdi kimler işbaşında? 

Peki, o zaman soralım: bu yaşananlar hangi sistemlerde yaşanır?

Erdoğan AKP'si başladığı hiçbir demokratik adımı bitiremedi.

Fakat halkın kaybettiği, müttehitlerin kazandığı pek çok işi bitirdi.


Diğer yazılarım için: tıklayınız