4 Kasım 2016 Cuma

Demokrasi-Özgür Düşünce-Bilim

Bir an için içte ve dışta yaşamakta olduğumuz savaşı, savaşın nedenlerini, neden olanlarını ve sonuçlarını unutalım. Sadece dört gün önce aynı gün içinde yaşadığımız üç olaya bakalım:
Bir, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eş başkanları”nın tutuklanması.
İki, Cumhuriyet Gazetesi yöneticileri ve yazar-çizerlerinin gözaltına alınması.
Üç, Barış istiyoruz diye imza atan akademisyenlerin görevlerine son verilmesi.
Bu üç olay sonunda sadece mağdurlar değil, toplumun değerler sistemi büyük yara aldı. Kısaca:

  • Seçilmiş Eş başkanlara yapılanlarla, demokrasiye,
  • Gazete yöneticisi ve gazetecilere yapılanlarla, özgür düşünceye,
  • Akademisyenlere yapılanlarla da, bilime
Bu yapılanların nedenleri çokça konuşuldu, daha da konuşulacak...
Şimdilik sadece üç mağdurun “niçin/neden…” sorularına vermiş oldukları üç kısa yanıtla yetinelim:

  • “Eş başkanlar” için; “mesele sindirmek ve gözdağı vermektir" dendi.
  • “Cumhuriyet”  çalışanları için; "Cumhuriyet'te çalışıyorum yetmez mi?" dendi.
  • "Akademisyenler" için de: “Nürnberg Mahkemesi filmini izleyin” dendi.

Ama eğer siz isterseniz, bu cevaplardan sadece birini, hani o akademisyenin dünya diliyle söylemiş olduğu, “Nürnberg Mahkemesi filmini izleyin” cümlesini, her üç durum için de söylenmiş kabul edebilirsiniz.
Şimdi biraz da sesli düşünelim:
Eğer o, tutuklanıp makamları acele ile kayyuma devredilen seçilmiş Eş başkanlar; biat edip, onların taraflısı olsalardı, kollanıp, korunmayacaklar mıydı?
-Hem de, “Bunlar halk iradesinin temsilcisi” diyerek…
Eğer o, gazete yöneticisi ve yazar-çizerler biat edip, onların taraflısı olsalardı, havuzda yüzüp, avlanmaları bedava olmayacak mıydı?
-Hem de, “Basın hürdür sansür edilemez” diyerek…
Eğer o, görevlerine son verilen bini aşkın akademisyen (ki daha önce bu akademisyenlere  meydanlarda, ekranlarda hakaretler yağdırmışlardı), onlara biat edip, övgülerde bulunsa, cehaleti kutsayan konuşmalar yapsalardı, onları kucaklayıp,   bağırlarına basarak ve rektör-dekan olmanın yollarını bile açmazlar mıydı?  
 -Hem de, “Bunlar çok değerli ilim adamları...”  diyerek…
***
İçselleştirme-içselleştirememe-toplumsal zehirlenme
Eğitimde sıkça kullanılan bir terimdir içselleştirme; bilginin kabul edilip kavranması ve uygulanabilir/yapılabilir olarak uzun süreli kalıcı olması durumudur. İçselleştirmenin karşıtı olan ezberleme ise; içselleştirilmeyen, kalıcı olmayan ve birey için bir yük kabul edilen bilgiler karmaşasıdır.
Organizmanın kabullenmeyip, kendine yük saydığı durumlar için bir genelleme yapacak olursak; eğitimde, içselleştirememe, tıpta, doz aşımı, iktidarda güç aşımı sonuçları doğar. Böylece içselleştirilmeyen bilgi, kabul görmeyen doz ve güç aşımları toplumsal zehirlenmelere yol açmaktadır.
Ülkemizde bu gün yaşananların özeti de bu…
Haksızca elde edilen taşıma sularla yapay havuzlar, bu havuzlardan alınan can suları ile de yapay bir medya oluşturuldu. Bu medya mesleki etik kurallara uymadığı gibi,tüm ahlaki ve insani değerleri de yadsıyarak iktidara kılavuzluk yapmaktadır. Nifak odağı olan bu medya; kalemleri ve haberleri ile her gün yeni algılar oluşturmakla görevli. Bunun için her gün yeni senaryolar, karartmalar, kurmacalar, karalamalar hazırlamakta, öteki gördüğü insan ve kurumları hedef göstermektedir.
Hani yıllardır toplumu iki zıt kampa bölmüşlerdi ya yüzde bilmem kaç diye diye. Önceleri sanıyordu ki, bu karşı taraftaki ötekiler, baskılardan yılıp, zamanla pes edecek ve kendilerine biat edecekler. Ama olmadı, şimdi o taraftan kendilerine hiç destek gelmeyeceğini anladılar. Bundandır ki, baskıları daha da arttırıp, zıtlıkları düşmanlık düzeyine çıkarmak istiyorlar. Asıl amaçları da (hiç değilse), şu an kendi taraflısı görünenleri ellerinde tutmak…
İşte şimdiki tüm telaş ve korkuları bundan…
Biz olanların talanlarını, yalanlarını, hırsızlıklarını nasıl içselleştiremedikse, onlar da bizim demokrasi, barış, özgürlük, hak, hukuk, adalet isteklerimizi içselleştiremediler, olay kısaca bu…

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

28 Ekim 2016 Cuma

Korku İklimi

Uyumayacaksın /Memleketinin hali /Seni seslerle uyandıracak
Melih Cevdet Anday


Bugün sizlerle konuşmak istediğim hemen herkesin bildiği ve çokça konuştuğu bir konu olan 12 Eylül Anayasası… Şu an parlamentoda dört parti var, dördü de seçim meydanlarında, seçim bildirgelerinde, gazetelerinde ve TV kanallarında bu Anayasa’ya karşı olduklarını söyler, yazar, çizerler. Fakat herhalde bu karşı duruşları samimi değil ki, yıllardır herkesin istemediği(!) 12 Eylül Anayasasının özüne  dokunamadılar.
Darbe ile ülke yönetimini ele geçiren faşist generaller, hazırladıkları Anayasa’yı bundan 34 yıl önce 7 Kasım 1982’de halk oylamasına sundular. Halkımız bu oylamaya büyük bir katılım sağlamış ve aşağıda görüldüğü gibi çok büyük bir oranda da “evet” demişti.
1982 Türkiye anayasa değişikliği referandumu
  •    Oy durumu               Oy Sayısı          Yüzde
  •   Evet diyenler             17.215.559       91.37
  •  Hayır diyenler             1.626.431        8.63
  •    Geçerli oy                          18.841.990             99.8
  •    Geçersiz veya boş oy               43.498               0.2
  •   Toplam oy                          18.885.488             100.00
  •   Seçmen katılımı                              91.3
  •    Toplam Seçmen sayısı        20.690.914
Bu seçimde, meydanlarda ve ekranlarda sadece övgüde bulunanlar konuşabilmiş, hiç kimseye eleştiri yapma ve karşı görüşünü dillendirme fırsatı verilmemişti. Çünkü ülkemizde baskıcı faşist bir iklim oluşmuştu.
Bir anımsatma: anne ve babalarımızın “hayır” oyu vermelerini sağlamak için eşimle birlikte çok çaba harcamış, fakat başarılı olamamıştık. Çünkü onlar,  geleceğimiz(!) için “evet” diyeceklerdi. Oylama sonucu gösterdi ki ülkemizin her yerinde bu, “Def’-i bela etmek” (beladan kurtulmak) anlayışı etkili bir şekilde pek çok insanlarımızın ortak görüşü olmuştu.
Sonuç olarak: köylü-kentli-işçi-memur herkese karşı olan bu Anayasa, ne yazıktır ki, yine köylü-kentli-işçi-memur hemen herkesin “evet” demesiyle büyük kabul görmüştü.
***
Yıllardan beri meclisteki tüm partiler, % 91.37  “evet” oyu almış olan bu Anayasa’ya karşı olduklarını söylüyorlar.
Bu görüşleri de, bizim aşağıdaki çıkarımlarda bulunmamıza neden olabilir:
  • % 91.37 gibi çok yüksek oranda “evet” oy almanın çok kıymetli olmadığı, 
  • % 8.63 gibi küçük bir “hayır” oyunun ise çok kıymetli olduğu,
  • Eğer ülkede bir korku iklimi varsa ve insanlara büyük acılar yaşatılmışsa, yapılan seçimler de alınan çok yüksek oyların çok da önemli olmadığı,
  • Demek ki korku ikliminde, halkın görüşünü almak, hem doğru olmaz, hem de halkın yararına olmaz…
Ve şimdi de, yani 34 yıl sonra, yüzde 52 oy aldım diye, yemin edilen anayasaya ve yüzde 48’e karşı fiili durum yaratmış olan bir anlayış var. Bu anlayış, OHAL ortamında fiili durumuna yasallık kazandırmak istiyor. Bundandır ki, büyük bir telaş ve hızla Yasama, Yargı ve Yürütme’yi tek elde toplayıp, ülke tek adam rejimine götürülüyor.
Oysa eğer sağduyu egemen olsaydı, birileri başını iki elinin arasına alır, düşünür ve şöyle derdi: “Bak!.. OHAL geçicidir, yüzde 91.37 “evet” oyu almış olan Anayasa’ya bile şimdi herkes karşı. Demek ki, böyle bir iklimde, ne anayasa yapılır, ne de seçim… Yahu biz ne yapıyoruz!…Ama gel gör ki, “inadım inat” devam ediyor...
***
Eğer demokrasi; katılımcılık, çoğulculuk, özgürlükçü bir çokseslilikse, bu çoklukları ve farklılıkları bir arada tutup barışı sağlayan çimento da laikliktir. Ne yazık ki bugün ülkemizde yok edilmek istenen değerlerden biri de laiklik…
Çağdaş dünya ülkeleri, insanlarının hukuka uygun ve güven içinde yaşamalarını isterler. Bunu sağlamak için de insanlarına; Yasama, Yargı, Yürütme organlarının birbirinden bağımsız, fakat işbirliği içinde verdiği hizmetleri sunarlar. Son yıllarda bu hizmetlere bir de sansür edilmeyen özgür Medyayı eklediler.
Tek’çi anlayışın etkin olmaya başladığı bizim ülkemizde ise; politik çıkar ve ikbal peşinde koşanlar, yivsiz-setsiz bırakılan medyanın güzellemeleri eşliğinde, hamaset nutukları çekmeye başladı. Tek amaçları, Yasama, Yargı, Yürütme organlarını ben ne dersem o olur diyen anlayışa teslim etmek. 
15 Temmuz faşist-dinci kalkışmasını “Bu Allah’ın bize bir lütfudur” diye fırsata çeviren anlayışla hukukun üstünlüğü ve güçler ayrılığı ilkeleri, etkisiz ve yetkisiz kılınmıştır. Başta Askeriye, Emniyet ve Eğitim olmak üzere diğer tüm kurum ve çalışanları yeniden yandaş anlayışla düzenlenmeye başlanmıştır.
Üretimi olmayan bir sanayi, iflasın eşiğindeki fabrikalar, insan ve işçi haklarından yoksun insanlarımız… Ekonomik gelişmeyi sadece rant sağlan müteahhitlere havale edip, rant için çevresel felaketlere davetiye çıkarılmakta olan uygulamalar. Ve tüm bu yaşananlar ile gelecekte yaşanacak olanları, önlenemez bir kader veya alınyazısı diye düşünebilecek yeni biat nesilleri yetiştirmeye hız verdiler.
İnsan Hakları İzleme Örgütü ülkemiz hakkında bir rapor yayınlandı, bu raporda; avukatlarının yanında elleri kelepçeli müvekkillerine yapılan işkenceler ve bu havadan korkup sessiz kalan, görmemek için arkasını dönen avukatların çaresizliği anlatılıyor. Eğer, bir avukat bu duruma düşürülüyorsa; tüm olanları sessizce ve korkarak izlemekte olan büyük çoğunluğu oluşturan sıradan insanlarımız ne yapsın bu iklimde, varın siz düşünün…
Bitsin artık, daha kaç nesil heba olacak!
Bitsin artık, insanlarımıza kurulmasın tuzaklar!
Bitsin artık, içte ve dışta anaları ağlatan bu kirli savaşlar!
Bitsin artık, her gün eyyy!... diye başlayan korkutmalar, tehditler...

NOT:
Yarın, yurdumuzda Saltanatın sonlandırılması ile Cumhuriyet yönetimine geçişin 93. Yılı… Saltanat tutkunları; Cumhuriyet’in Demokrasi-Hukuk-Laiklik-Eşitlik-Özgürlük gibi temel değerlerine ve bu değerleri kazandıracak olan eğitim kurumlarına karşı savaş açmış durumdalar. Bu değerlere sahip çıkalım, onları yaşatalım…

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız