evet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
evet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

24 Mart 2017 Cuma

“Kol kırılır yen içinde kalır” sessizliği...


Atalarımız komşularla iyi geçinmenin bir erdem olduğuna inanmış olacaklar ki bize;  “Komşu komşunun külüne muhtaçtır” - ”Komşunu iki inekli iste ki, kendin bir inekli olasın”- "Komşunun iti komşuya ürümez”- “Ev alma komşu al”-“Komşuda pişer bize de düşer” gibi özdeyişleri miras bırakmışlar.

Bu güzel kültürel mirasımıza rağmen, yıllardan beri ülkemizi çevreleyen tüm komşularımızla kavgalı olup, sorunlar yaşıyoruz. Ama nedense, Acaba, komşularımızın hepsi kötü de, sadece biz mi iyiyiz?”  sorusunu kendimize sorma cesaretimiz olmadı. İşte bu bilinmezliğe ayna tutamadığımız ve “biz” tutkusuna yenik düştüğümüz için hepimiz; “Kol kırılır yen içinde kalır” sessizliği içindeyiz.

Henüz çokça zaman geçmedi, hepimiz hatırlarız o yılları: Daha bugünkü iktidar güç zehirlenmesine de uğramamıştı. İşte o yıllarda “Komşularla Sıfır Sorun” sloganıyla yola çıkan iktidar, yeni bir dış politika belirlemek istemişti. Bu amaçla da:
  • Dünya çapında İran’a uygulanan tecrit politikasına karşı durulmuş… 
  • Ermenistan’a sıcak dostluk mesajları gönderilmiş…
  • Kıbrıs için yeni bir sayfa açılmış, 
  • AB ile sıcak temaslar kurulmuş…      Muhalefetin başarılı çabaları ve iktidar partisinden sağduyu sahibi bazı vekillerin (henüz “gizli oy”un açık kullanımı da başlamamıştı) katkılarıyla, Irak’ı yok eden emperyalist savaşa askeri destek verilmemiş…
  • Ve Suriye ile ortak bakanlar kurulu bile yapmıştı…
İyi bir komşuluk için yapılan bu girişim ve söylemler hepimizi sevindirmiş ve umutlandırmıştı. Ama günümüze yansıyan, Sonuç: 0+0= 0 

***
Kim ne dedi, neler oldu/oluyor?

OHAL ve KHK şartlarının kuz yerinde, dağlar kadar iç ve dış sorunumuz varken, komşu ülkeler kavgalı, ülkemiz dışında savaştayız. Tam da birlik içinde sorunlara çözümler aramak zamanı iken, toplumda iki zıt kutup yaratıldı. Ve “Tek Adam sistemine “Evet mi?”-”Hayır mı?” müsameresi başlatıldı. Hamaset nutukları ile “Hayır” diyecek olanlar; “Hain/Terörist” ilan edildiler.  
16 Nisan Referandumu için gereksiz ve zamansız dedik ama oldu. Bari insani-vicdani-ahlaki- hukuki ve demokrasi kurallarına uygun yapılsaydı. , Beceremediler, öyle de olmadı, işte bazı sonuçlar: 
  1. 01-20 Mart 2017 arasında 17 ulusal televizyon canlı yayınlarda: “ ‘Evet’ diyecek olan Cumhurbaşkanlığına 169 - AKP’ye 301,5- MHP’ye 15,5 saat.  ‘Hayır’ diyeceklerini açıklayan CHP’ne 45,5 saat ayrılırken,  HDP’ne hiç yer verilmedi.”  
  2.  Yurt içinde devletin uçakları, taşıtları, mekânları, ekranları ve diğer kaynakları ile “Evet” için çok rahat çalışan Cumhurbaşkanımız, Başbakanımız, Bakanlarımız ve bürokratlarımız var. Türkiye ile  yetinmeyip, Avrupa’ya da yöneldiler, kabul görmeyince Avrupa ülkeleri ve yöneticilerine, diploması dilinden uzak mesajlarla onları; “Nazi-Faşist” ilan edip,  "Siz böyle davranmaya devam ederseniz yarın dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir Avrupalı, hiçbir Batılı güvenle huzurla sokağa adım atamaz… “ ve “Bunlar haçlı-hilal savaşını başlattılar” deyip, bağırıp meydan okudular…
  3. Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier da; Cumhurbaşkanı Erdoğan, Türkiye'nin yıllardır inşaa ettiği her şeyi tehlikeye atıyor." dedi. Ve Erdoğan'a, "Ağza alınmaz Nazi benzetmelerinden vazgeçin, Türkiye ile ortak olmak isteyenlerle bağları kopartmayın" çağrısında bulundu. (Cumhurbaşkanımız bu sözlere kızmış/üzülmüş). 
  4. ABD Başkanı Obama’ın göreve başlarken ilk görüştüğü lider Erdoğan idi. Trump ise bölgemizdeki Irak, Ürdün, Mısır Başbakanları ile görüştü, fakat henüz Türkiye’ye sıra gelmedi. (Ama Ortadoğu ve Afrika ülkeleri sırasına koyduğu Türkiye’ye için “elektronik cihaz taşıma yasağı”nı uygulamaya koydu.) 
  5. 10.Mart.2017 günü daha çok internet ortamında yer alıp kamuoyunda pek yankı bulmayan bir rapor vardı. Raporu hazırlayan da, Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği. Bu rapor: resmi beyanlar, tanık görüşmeleri, fotoğraflar, ses kayıtları ve uydu görüntülerinden yararlanarak hazırlanmış olan, “Türkiye’nin Güneydoğusunda İnsan Hakları Durumu Raporu” idi.  Raporda özetle: “30’dan fazla yerleşim yeri ve mahalleyi kapsayan operasyonlarda 335 bin ile 500 bin arası insanın yerinden edildiği, 1.200’ü sivil, 2.000 kişinin hayatını kaybettiği…”  BM heyetinin durum karşısında ; “ ‘Dehşete düştüğü’ ve ‘kıyamet benzeri bir tablo’ olarak nitelendirdiği...”  (Bizler ülkemizin sorunlarına; “Kol kırılır yen içinde kalır” anlayışı ile ayna tutmaz, yüzleşmez, çözüm aramaz, sessiz kalıp dillendirmezken… Ya da kendi söküğümüzü kendimiz dikmez iken… Bakın görün işte; uydudan, şuradan, buradan nasıl da veri/bilgi toplayıp önümüze koydular “utancımızı”…) Bence haberi okuyunuz: https://gazetekarinca.com/2017/03/bm-dehsete-dustu-cizre-sur-ve-nusaybin-raporunda-kiyamet-benzeri-bir-tablo-yorumu/ 
  6. Mal, can ve iş güvenliği kalmamış, tarım-hayvancılık-sanayi dibe vurmuş, ülke bütçesinin büyük çoğunluğu savaş için harcanıyor. 
  7. Güneydoğu sınırlarımızda bulunan verimli toprakları mayınlardan temizleyip organik tarım yapma isteği hayal oldu. Şimdi oralarda Çin Seddi benzeri beton duvarlar yapmakla meşguller.
  8. Hapishaneler daha iddianameleri bile düzenlenmemiş, politikacı, yazar, çizer, gazeteci, akademisyen gibi yüzbinlerce insanla dolmuş taşıyor. 
Bir zamanlar ülkemizin yalnız bırakılmasını “değerli yalnızlık” olarak savunup durdular. Acaba şimdi bakan ve vekilleri (bile) yasaklandığı için; onuru, gururu incinen halkımız ve gurbetçilerimize ne diyecekler, bugünleri nasıl savunacaklar?

Tüm bu söylem ve eylem sahibi muktedirler, acaba 17 Nisan günü, öfke ve kin ile dolu belleklerini nasıl sıfırlayacaklar?  

Peki, ötekileştirip, hakaret ettikleri, “Hain/Terörist” ilan ettikleri o “Hayır” diyenlerin yüzlerine nasıl bakacaklar? 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

17 Mart 2017 Cuma

"Dert bir değil elvan elvan…"

Şiir ve türkü dizelerinde saklı olan anlamları anlaşılır kılmak için düzyazı yazanlar, bazen ciltlerce yazmak zorunda kalabilirler.   

Âşık İhsani ‘Mektup Şiir’inde: “…önceki gün komşulardan biri / ölüsünü gömdürdüğü tabutu/gece camiden aşırıp yaktı. / Tabutluğun bir yerine bir de / şöyle bir mektup bıraktı./ ‘Açlığa ne ise ya, soğuğa dayanamadık./ Bir tabut götürüp yakacağım./ Aaa… Allah afetsin’….” der.

Bir türkümüz de: “Dert bir değil elvan elvan/Takatsiz kalmışım yayan” diye başlar...

Hem ‘Mektup Şiir’de, hem de dertlerin takatsiz bıraktığı türküdeki dizelerin öznesi halkımızdır.  Onlar:

Hem içerde, hem de dışarıda savaş ve savaşın sonuçları ile kuşatılmış…

Okul sistemi çökmüş, ekonomisi alarm veren… 

Din, mezhep, inanç ve kimlik siyasetleri ile canları yanan…

Evi yıkılmış/yakılmış, işsiz, okulsuz, yolsuz, susuz, elektriksiz, aç ve açıkta olan yüzbinler-milyonlar…

Yani, dertleri bir değil elvan elvan olanlardır.

İşte böyle bir iklimde yaşıyor insanlarımız. Peki İktidar güçlerinin öncelikli görevi, bu sorunlara çözüm üretmek ve bu iklimi yaşanır kılmak değil midir?  Oysa onlar asıl görevlerini unutmuş, ya da unutturmak için sürekli yapay gündemlerle ülkeyi yönetmeye çalışıyorlar. Oluşturulan şimdiki yapay (niçin yapay; çünkü hiçbir sorunu çözmüyor) gündemimiz de; 16 Nisan’da yapılacak olan “Referandum”.

Bu referandum için; Ülkemize dayatılan ‘Tek Adam Rejimi’ne  ‘Evet’ ya da ‘Hayır’ deme yarışması da diyebiliriz.  

İki kutuplu Türkiye:


Bir yanda; “Evet” diyecekleri çoğaltmaya çalışan Tek Adam Rejimi sevdalısı tekçi hareket var. Bunlar; Cumhurbaşkanı’nın yönlendirmesi, hükümet ve paydaşlarının işbirliği, pek çok devlet kurumunun olanaklarıyla; TV ekranlarda, gazete, radyo ve meydanlarda canhıraş çalışanlar. Ki bunlar;  “Hayır” diyecek olan karşı taraftakileri; ‘terörist’ ve ‘vatan haini’ olarak tanıtıp taraftar kazanmaya çalışıyorlar.  

Diğer yanda ise; “Hayır” diyecekleri çoğaltmaya çabalayan demokrasiyi savunucusu çoğulcu hareket: Devlet gücü ve imkânlarından yoksun olan bunlara, meydanlar, ekranlar, TV, gazete, radyolar yasaklı/kapalı. Ve bunların bazı seçilmiş vekilleri de tutuklu… Yani kısıtlı olanakları olan; eşitlik ve özgürlük savunucuları… Ki bunlar da; “Evet” diyecek olanlara, tek adam diktatörlüğünün sakıncalarını anlatarak, onları çoğulcu demokrasi saflarına katmaya çalışıyorlar.  

Özetle:
Bir yanda, Tek Adam Rejimi’ni savunan devlet korumasındaki; “Evet”.   Diğer yanda, Çoğulcu Demokrasi’yi savunan ve korumasız olan; “Hayır”.


***

Kavga ederek misafir olmak:

“Devlet; ‘Evet diyenin de, ‘Hayır’ diyenin de devletidir.” Diyenlere inanma!... Bakın görün işte; “Devletin temsilcisi bakanlar(!)”, devletin imkânlarıyla gurbetçilerimize “Evet” dedirtmek için yola çıktılar/çıkacaklardı. Ama gidecekleri ülkelerce engellendiler, toplantıları iptal edildi, uçakları kaldırılmadı, habersizce giriş yapmış olanlar da sınırdaşı edildiler…

Bizi; ele güne karşı utandırdılar, itibarsız kıldılar ve yapayalnız bıraktılar. Çok çok üzüldük, incindik, utandık…  

AB üyesi pek çok ülke, benzer demeç ve eylemlerde bulunarak Türkiye karşıtı söylemlerde birleştiler. (Zaten yıllardır ülkemizi kapılarında bekletip oyalıyorlar… Belki onların nüfusumuz, ekonomimiz, kültürümüz, ülke yönetimimiz gibi alanları ile ilgili endişeleri vardır, kim bilir belki de kıskanıyorlar(!). Tüm bu nedenlerle karnemize bakıp diplomatik(!) sözlerle kulüplerine üye almak istemiyorlar bizi.)
Bizler misafirperver olmakla övünürken, pek çok ülkece istenmeyen, davetsiz misafir konumuna düşürüldük. Bu kez mağdur olan, kaybeden Türkiye oldu. Bizi bu hale düşürenler, bu işten de yine mağduriyet çıkarmayı başardılar. Bu bahaneyle meydanlarda, salonlarda ve ekranlarda hamasi nutuklar söyleyerek, bağırarak, tehdit ederek oy devşirmeye…

Bizde adettir, misafirliğe gidecek olanlar (öncelikle), gidilecek olanlara haber salar “Size geleceğiz bir maniniz var mı?” diye sorarlar. Kabul alırlarsa da, şeker, çiçek veya başka hediyelerini alarak giderler. Yok, eğer karşı taraftan; “… Manimiz var, daha sonra buyurunuz.” diye bir cevap gelirse de, gitmezler, gidemezler...

Yöremizde de, töremizde de, dünyamızda da durum böyle...

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tokatlılar Gecesi'nde cevap verdi: "Ben Nazizm’in, Almanya'da bittiğini zannediyordum. Meğerse hala devam ediyormuş… Ya ben istersem yarın gelirim. Gelirim ve kapıdan da sokmadığınız zaman veya konuşturtmadığınız zaman da ben dünyayı ayağa kaldırırım." dedi. Onları “Nazi” ilan edip, meydan okudu.  

Olan yine ülkemize, halkımıza, gurbetçimize oldu…

İncinen halkımızın onur ve gururu… Yalnızlaşan bizim ülkemiz…        

Yasaklanıp, kovulanlar göçmen değil, ülkemizin vekilleri, bakanları…  

Sonuç yine iki kutup: bir uçta Türkiye, diğer uçta da Avrupa ve…  



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

10 Mart 2017 Cuma

Ne yerli ne de milli, insanî olmalı insanî

Fizik bilimi, maddenin yapısındaki; (+) yüklü protonları, (–) yüklü elektronları ve yüksüz olan nötronları bulmuştur. Günlük yaşamda biz onları; artı (+), eksi (-) ve nötr kutuplar olarak isimlendiririz. Bu üç farklı gücün, uyumlu beraberliğinden ise, ne hayırlı sonuçlar çıktığını hepimiz biliriz. Ancak bu üç gücü hiç kimse bilerek isteyerek vuruşturmaz, çünkü bu bir felaket demektir. Özetle, bu üç güç uyum içinde kaldıkça; bizim için ışık veren, iş gören elektrik olur, çarpışınca da bummm!.. diye yok eden bir... 

İsterseniz doğada var olan bu gerçeğin bir de sosyal yaşamdaki yansımasına bakalım. Toplum, adından da anlaşıldığı gibi; kişisel, inançsal, ırksal vb. pek çok  farklılıkları olan sosyal katmanlara mensup bireylerin toplamıdır. Bu çeşitlilikleri, farklılıkları ve güzellikleri yok saymak, onları tek tip olmaya zorlamak çok tehlikelidir. Çünkü size rağmen o farklılıklar vardır ve var olmaya devam edecektir.

Bilimsel verileri kullanılır kılan teknoloji, günümüz insanlarına uzakları yakın kılar, bilgiye ve kaynaklara hızlı ulaşmayı sağlar. Bilim insanları laboratuvar ve uzayda; artık bize yetmeyen dünyamızın dışında, başka yaşam alanları arayışında...

İşte tam da bu yıllar ve günlerde dünyanın pek çok ülkesinde hoyrat milliyetçi rüzgârların esmekte olduğunun görüyoruz. Tıpkı bizdeki “Türk tipi, yerli ve milli olmak” söylemleri uygulamaları gibi…

Türkiye, on milyona yakın sayıda insanını dünyanın pek çok ülkesine göçmen ve emekçi olarak gönderen bir ülke. Bir an bu insanlarımızın bulundukları ülkelerde; “Siz yerli ve milli değilsiniz!..” söylemi ile karşılaştıklarını düşünelim. O emekçi göçmen insanlarımız, bu söylem karşısında neler hisseder ve neler yaşar?!..

İlk bakışta yerli ve milli sözcükleri benzeşse de, yerli; aynı coğrafyadan olmayı, milli ise aynı ırktan olmayı gerekli kılar. Bu tanımlamayı esas alırsak, dünyada sadece yerli ve milli olanları barındıran hiç bir ülkenin olmadığını görürüz. 

Tarihte yaşanmış pek çok ırkçı faşist savaşın, yerli ve milli olmak söylemiyle başladığını, "başka" veya "öteki" ilan edilenlerin de; dili, inancı, malı, kültürü ve canı ile hedefe konduğunu... İnsanları dünkü komşusuna düşman kılanların ise, lanetle anılan faşist liderler ve öğretileri olduğunu biliyoruz.  

Demek ki, yerli ve milli olmak söylemi; toparlayıcı olmak yerine, ayrıştırıcıdır, “başkası” ve “ötekiler” yarattığı için de, evrensel olmaktan uzaklaştırıcıdır. Eğer bir değerin kalıcı olarak kabul görüp paylaşılması isteniyorsa, onun yerli ve milli olmak yerine dünya ait ve insanî olması gerekir. 

Kuşkusuz bilim insanları her alandaki yeni buluşlarıyla toplumsal yaşama kolaylıklar sağlar. Örneğin tıp alanındaki bir buluşun, bir tedavi yönteminin veya bir ilacın kısa süre sonra yerli ve milli ayrımı olmaksızın dünyanın her yerinde ortaklaşa kullanır olması gibi… 

Daha genel bir bakışla özetlersek; çağlar öncesinden günümüze Felsefe-Matematik-Fizik-Kimya-Biyoloji-Müzik-Resim-Edebiyat... alanları ile  pek çok inanç ve dinden günümüze miras kalan, yaşamımızı kolaylaştıran, bize ışık tutan nice bilge kişi, nice evrensel değerlerimiz var.

Peki, sizce tüm bu bilge kişi ve değerlerden hangisi yerli, hangisi milli?
 
***
16 Nisan Referandumu:

Farklılıklardan çatışmalar ve düşmanlıklar çıkarmak çok kolay olup, genellikle ufku dar, dili sivri insanların başvurduğu bir yöntemdir.Uzun erimli düşünüp, görebilen liderler, hayatı yaşanır kılmak için, var olan tüm inançsal/kimliksel farklılıklara saygılı olarak uzlaşı ve uyum arayışında bulunurlar.

İktidar gücü; olumlu ya da olumsuz kullanıldığı her iki durumda da çok etkili bir yaptırıma sahiptir. Olumsuzluk bildiren söylemler genel olarak şart koşmayı gerekli kılan “eğer” sözcüğü ile başlar. Örneğin: “Eğer istediklerimi yapmaz iseniz; yıkılan evin yapılmaz, çocuğun işsiz kalır, köyün yolsuz, susuz, elektriksiz kalır…” gibi şartlar öne süren söylemlerle yola çıkan iktidarlar insanlarda büyük gerginlik ve ikilem yaratır. 

Muhalefeti susturmak, halktan gerçekleri gizlemek için, gece gündüz demeden, canhıraş çabalarla, karşı olan herkese gözdağı verildi, kavgalar edildi. 6 milyon seçmeni bulunan HDP’nin başkan ve vekilleri tutukladı ve  parti etkisiz kılınmaya çalışıldı/çalışılıyor.

Düşüncelerini gazete ve ekranlarda anlatmaktan başka hiçbir suçu olmayan yazar-çizerler henüz belli olmayan iddialarla, dört aydan beri tutuklu… 

İşte ülkemizi OHAL şartlarında KHK’lerle bu hale getirdiler.  

Oysa ülkenin içinde ve dışında savaş rüzgârları esiyor ve çözüm bekleyen, Ağrı dağı kadar aşılmaz, Harran ovası kadar büyük pek çok sorunumuz var… Ve bu devasa sorunları çözmekle görevli iktidar; halkın, meclis görüşmelerini, meclis TV de izlemesini bile sakıncalı bulup ekranları kararttı, kendisini iktidarsız ilan etti, işini gücünü bıraktı, tüm enerjisiyle “Tek Adam Yönetimi” getirmeye çalıştı. 

Ayrıca bu değişiklik girişimi; herkesi kucaklayacak bir uzlaşı sağlayıp ‘12 Eylül Anayasası’nı etik ve demokratik kurallara uyumlu kılmak için de yapılmıyordu ki...

Sadece, evet sadece fiili durum yaratan kişiye pes edip; “Biz yasama, yürütme ve yargı olarak görevimizi yapamadık, beceremedik, şimdi tüm yetkilerimizi siz alın ve tek adam olarak bizi yönetiniz.” demek için…

İşte bugünlerde meydan ve ekranlar bunun için çok canlı… Çünkü uzlaşı aranmaksızın, korku ikliminde sağlanan sayılarla hazırlanan “Fiili duruma;Evet’ mi,Hayır’ mı?” değişikliğini halka soracaklar. 



Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

10 Şubat 2017 Cuma

Okuduğunu Anlamamak

Okuryazar olmak; asker mektubu okuyup/yazmak, 200-300 sözcükle çocuk büyütmek/yetiştirmek, sular seller gibi ezbere şiir okumak, verilen dersi gözü kapalı sözcük/satır aktarmak, çarpım tablosunu ezberlemek, ödevini velisine yaptırmak v.b değildir.

Eğer 2015 PISA sınavları bizim, bilgiye dayalı, ezberci, öğretmen merkezli eğitim anlayışımıza uygun olarak yapılmış olsaydı: Matematik okuryazarlığında 49., Fen Bilimleri okuryazarlığında 52., Okuma Becerilerinde 50. Olmaz, daha üst sıralarda yer alırdı öğrencilerimiz...

Çağdaş dünyanın çoktan çöpe atmış olduğu o eğitim anlayışında direndiğimiz için geleceğimizin teminatı çocuklarımız henüz; okuduklarını anlamaz, anlatamaz ve fen-matematik okuryazarı olamamış durumdalar. Böyle yetişen nesiller; ne özgür düşünebilir, ne makine yapan makine yapabilir, ne de bilişim ve yazılım sektöründe başarılı olabilirler.

Kuşkusuz ki, çoğu insan kendi dilinde olmayan,  alt yazısı da bulunmayan bir TV belgeseli veya filmini izlediğinde; konuyu jest, mimik ve görseller yardımı ile anlar ve özgün anlatımı ile başkasıyla paylaşabilir.

Oysa bizim çocuklarımız o PISA sınavda, kendi ana dilinde yazılmış bir parçayı okuyup anlamamış, gördüklerini, yaşadıklarını tanımlayıp, dillendirememiş…

Geleceğimiz için bize yoğun endişeler yaşatan, işte bu korkunç durum… 

Hangi savaş bu sonuçlar kadar yıkıcı ve umut kırıcı olabilir ki?

 ***

Prof. Dr. Özgür Demirtaş, 5 Şubat 2017 günkü söyleşisinde “Evrensel Olmayan, Milli Olamaz” sloganı ile gündem oluşturmuş ve çokça alkış almıştı. Bu  güzel söyleşide bir de Anayasa önerisinde bulunmuştu. 

İşte o “3 Maddeli Anayasa” önerisinin tüm maddeleri:
1.      Ülkede yaşayan herkes; istediğine inanır, istediğine inanmaz, istediğini yer içer, istediğini yemez içmez, istediğini giyer, istediğini giymez, başkasına zarar vermeden istediğine inanır, söyler, istediğine inanmaz, söylemez ve devlet bu hakların güvencesi olmak zorundadır.
2.     1. Madde değiştirilemez ve yoruma açık değildir.
3.   Hükümetler 4-5 yılda seçilirler ne yaparlarsa yapsınlar eğer PISA sonuçlarındaki durumumuzu 5 basamak ilerletemezlerse o hükümet düşer, partisi de kapatılır.

Sn. Özgür Demirtaş, PISA sonuçlarının ülke için çok çok önemli olduğunu bildiği için, iktidarın sonlanması veya devamını PISA şartına bağlı kılmış. Böylece pusulasız olarak yol almakta olan eğitim-öğretimimizin, bilimsel bir rotaya girebileceğini düşünmüş.


***

Ne demek okuduğunu anlamamak!.. Normal yetilere sahip insanlara yakışmayan bir niteleme bu... Bu nitelikteki nesil, günümüz ve yarınlarımızda neler yaşatır?    

Peki, bu kördüğüm nasıl çözülür, daha güvenli bir gelecek nasıl kurulur? 
...

İç ve dış olaylar halkımıza, sosyal, psikolojik, ekonomik olarak çok zorluklar yaşatıyor bu günlerde… Böylesi zor günlerde iktidarların ana gündemi:

Ağır koşulların yarattığı iklimi ılımanlaştırıp, ülkeyi yaşanır kılmak değil mi? 

Ne gezer!..

Meydanlarda, ekranlarda, milletin gözünün içine baka, baka; bağırarak, tehditlerle, algılar yaratarak, sanki yaşananları olmamış gibi gösterilip unutturmaya çalıştılar,  çalışıyorlar…

Ve yersiz, zamansız, anlamsız, gereksiz olarak, yapay bir gündem dayatıldı hepimize…:

Tek adam yönetimine geçelim mi geçmeyelim mi?
(Demokrasi mi otokrasi mi?)
Oysa demokrasi oylanarak sonlandırılmaz ki, o ancak sağlanır.

Böylece tüm ülkeyi ilgilendiren ve uzlaşı ile yapılması gereken Anayasa değişikliğini, kapalı kapılar ardında sadece iki parti yönetiminin pazarlığına bağlı kıldılar.

Çıkara bağlı böylesi çabaları etik bulmasak, onamasak bile, benzerlerini sıkça yaşattıkları için belki anlayabiliriz... Fakat anlaşılmaz ve tuhaf olan; anlaşmaya varılan maddelerle, neler kaybettiklerini bilmekte olanlar veya meclis içinde olup kazanımlarını kaybetmek için yarışanlar... Onların söz, tavır ve eylemleri...

Partiler içinde, bazıları çalışarak, eziyet çekerek, bazıları alavere-dalavere-kandırma-yalvarma ile makam, koltuk, mevkiler alır böylece kimi vekil, kimi bakan olurlar. Ve işte bunlar; gizli oyu açık kılıp, etik kuralları yok saydılar, çoğunluğu oluşturan bir birlik(!) kurdular. Hem de; saç saça, yumruk yumruğa kavgalar, çığlıklar ve canhıraş çabalarla, ellerindeki yetki ve kazanımlar alınsın diye Anayasa’ya eklemeler yaptılar.

Böylece Anayasa değişikliğini (acemice oynanan bu korku piyesi gerginliği içinde) kabul ettirdiler. Ve de demokratik(!) OHAL şartlarında iki seçenekli (“evet” veya “hayır”)  olarak halkımıza sunacaklar.
 
Ha, bir de bu düzeneğin içinde hem anlaşılmaz, hem de tuhaf olarak sırıtan başka bir madde var: "18 yaştakilere vekil olma hakkı…"

Henüz üniversiteye bile gidememiş ve ergenlik fırtınaları içinde olan gençlerin umutlarına ve duygularına hitap eden, ustaca kurulmuş bir tuzak madde…

Ben, telaş içinde kendilerini yok saydırmaya çalışan (veli vesayetindeki 18 yaş öncesi haklarına razı) vekilleri ve onların "18 yaştakilere vekillik verilmesi"ni öngören anlayışlarının mantığını çözemedim, anlayan/bilen/çözen var mı? 

Yoksa vekillerimiz oyladıklarını okumuyor veya okuduklarını anlamıyor mu? 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

3 Şubat 2017 Cuma

Psikolojide “Evet” ve “Hayır”

Eğer bir konuyu tüm yönleri ile düşünüp irdelemez, karşı görüşte olana saygıyı esas almazsak… O zaman, eşitlikçi olmayan, at gözlüğü ile bakmayı sağlayan, sadece lafebeliğine dayalı bir münazara yöntemini seçmiş olur ve yanılırız. Bu hatırlatmayı yaparak konumuza giriş yapalım.

“Evet” ve “Hayır” iki zıt sözcüktür. Bir olay veya durum karşısında kalan kişi, bu iki sözcükten birisini kendisine uygun bularak seçer, bu seçiminin niçin uygun  olduğunu belirten bir eylem ve söylem geliştirir. Şüphe yok ki,  seçimi yapan kişinin bu kararında; içinde bulunduğu ortam, dünya görüşü ve o anki ruh hâli çok etkilidir.

“EVET”= Kabullenme, güce boyun eğme, seçememe, aynılaşma, sorgulamaz sıradanlaşmış kaderci bir kul olmak…

Özetle; Verilenle yetinmek, susmaktır.

“HAYIR”= Reddetme, demokrasi isteme, seçici, özgün, sorgulayan çözüm arayan bir birey olmak...

Özetle; Birey olarak haklarını istemektir.

Kişilik gelişiminin en önemli basamağı üç yaşındaki birey, “ben yapabilirim” deyip özgürlük ister ve otoriteye “Hayır” demeye başlar. Fakat pek çok anne-baba bu dönemde (koruyucu anaç duygularla) çocuğu; ağlatarak, üzerek, “sen küçüksün yapamasın” diyerek kısıtlar, özgüvensizlik aşılar, bağımlı kılar ve sonunda “Evet” demek zorunda bırakır.

Daha sonra bu çok üzgün ve kızgın çocuklar, büyüyüp anne-baba-öğretmen-yönetici olduklarında ne yazık ki, o üzgün ve kızgınlıklarını unutup, bu kez de kendileri birer baskıcı olarak, “Evet” diyecek yeni nesiller ister ve yetiştirmeye  başlarlar. Asıl düşündürücü olan ve durdurulması gereken döngü de bu…

***
Eğitimde rehberlik anlayışı:

Hazır söz buraya gelmişken kendi yaşanmışlıklarımdan söz edeyim biraz:  Bir süre ilkokul öğretmenliği, ilkokul yöneticiliği ve ilköğretim müfettişliği yaptıktan sonra (toplam 7 yıl) yolum Rehberlik Araştırma Merkezlerinden de geçti.

Rehberlik Araştırma Merkezi’nde çalıştığım yıllarda görevim gereği; çocuk, genç ve yetişkinlerin farklılıklarıyla nasıl tanınıp yönlendirilecekleri, hakları ve değerlerinin neler olduğu, onlarla nasıl iletişim kurulacağı gibi konuları, yaşayarak, uygulayarak daha sistemli olarak öğrenmeye başladım. Bu da önceki yıllarda aldığım, “bilgi ağırlıklı ve öğretmen merkezli” anlayışımı sorgulamama neden oldu.

Çünkü bu kurum bana; “ihtiyaç duyulan bilgiye ulaşmanın yollarını öğreten ve öğrenci merkezli” bir bakış açısı kazandırmıştı. Bu kazanıma ulaşmam için belki biraz geç kalmış olabilirdim. Fakat bu anlayışı kazandıktan sonra 33 yıl Rehber Öğretmen ve Eğitim Müfettişi olarak çalıştım, bu da kendimi şanslı saymama yeter.

Okullardaki rehber öğretmenlik ve müfettişlik görevim sırasında bu anlayışımın bazı kişilerce yadırgandığımı da hissediyordum. Çünkü ben, psikoloji ve eğitim bilim gereği, öğrenci-öğretmen-yönetici-veli hâsılı her bireyin; saygın, özgün ve özgür olduğunu, bu haklarının tanınması, onların tüm haksızlıklara “Hayır”  deme haklarına sahip olduklarını düşünen-savunan-isteyen bir anlayışa sahiptim.   

İşte bu nedenle, çocukluktan başlayarak “Hayır diyebilme eğitimi” verilmesini isteyen… Ve sınırları ile sınırlı olarak; “Hayır”  diyebilmenin de bir “ERDEM” olduğuna inanan biri olmuştum.

Ve bunun için zaman zaman anne-baba-öğretmen-yöneticilerce “öğrenci taraflısı” daha yaygın söylemiyle “şeytanın avukatı” olarak görüldüğüm de olmuştur. Oysa bu tutum, çağdaş eğitimdeki bir rehberlik anlayışıdır.

Özetle bu anlayış: sadece öğrenciye özgü değil, yeri geldiğinde annenin, babanın, öğretmenin, yöneticinin özetle yapılan haksızlık/hukuksuzluk sonunda zarar gören her birey ve her toplum kesitinin (sınırlarını bilerek, hak ihlali yapmadan) üst ve astlarına karşı “Hayır” demesi ve direnmesidir.

Örnek olarak yakın geçmişte tanığı olduğumuz, “Gezi olayları” haksızlık, hukuksuzluk karşısında kalmış olanların ya da “Hayır” demeyi öğrenmiş olanların bir eylemi olarak düşünülebilir.

Eğer demokrasi herkesin duygu ve düşüncelerini özgürce ifade etmesi ise, demokrasiye gidişin eşik taşı "hayır" diyebilmektir.


Not: Şimdi kimi okuyucularımın; “Sen “evet” demeye karşı mısın?” Dediklerini duyar gibiyim. Bu olası sanal soruya cevabımdır: Hayır, ben “Evet” demeyi de çok seviyorum. Eğer dayatma değil de, uzlaşma ile var olan, tokalaşma ve barış sağlayan bir “evet”  ise…


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız