yoksulluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
yoksulluk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

21 Ocak 2022 Cuma

GENÇLERİN ÇIĞLIKLARI


Dünyanın her yerinde üniversitelerdeki gençlerin çok karmaşık psikolojik ve sosyal sorunları vardır. Bu geniş alanı biraz daraltıp, daha çok yoksul gençleri mutsuz eden barınma ve eğitim sorununa kısaca değinmek istiyorum.     


Bu sınırlanmış alanda gençlerin üç isteği vardır.

  1. Güvenli, sağlıklı, huzurlu ve temiz aşı olan bir barınak, 
  2. Bilimsel, çağdaş özgür, eşitlikçi bir eğitim almak,
  3. Başarılı bir eğitim süreci sonrasında da bir iş-meslek edinmek. 

Peki, bu istekleri sağlamak kimin görevi?


Bu zorunlu görevin asıl sorumlusu, ülkedeki kaynakların gelirlerini ve vergilerini toplayan devlettir. Devlet, halkı adına; ülkedeki eğitim altyapısını, hukuka uygun, eşitlikçi bir anlayış ve denetime açık bir dürüstlük içinde hazırlayarak hizmet üretmelidir. 


Yeterli ekonomik güce sahip ailelerin, eğitim sürecine katkı vermesi ise daha sonra gelir. Zaten bu yazıya konu olan gençlerimiz de yoksul ailelerin çocuklarıdır.


Çağdaş dünyada, zorunlu olmadıkları halde, eğitim hizmetlerini insani bir görev sayan pek çok gönüllü kuruluş vardır. Devletlerin denetimi ve gözetimi altında olan bu dernek ve vakıflar; ihtiyacı olan gençler daha iyi bir eğitim alsınlar diye barınak ve burs katkısı sağlarlar. Sanırım hemen herkes, kendi çocukları veya tanış çocuklarının böyle bir barınma veya burs alışına tanık olmuştur. 


Bu kurumlar ayırım yapmadan ihtiyacı, tutkusu ve becerisi olanlara el uzatmayı amaçlarlar. El uzattıkları gençleri belki de hiç görmez, onların özel yaşamlarında ne yaptıklarıyla da ilgilenmez ve o kişinin; dini, dili, milliyeti, yaşam tarzı gibi özellerini hiç sorgulamazlar. Hizmetleri için ne diyet borcu ister ne de minnettarlık beklerler. O gencin, akademik başarısı ve isteği sürdükçe de yardım etmeye devam ederler. 


Peki, bizim ülkemizde neler olup bitiyor. Biraz da ülkemizdeki gençler ve onlara sunulan hizmetler bakalım: 


Bizim ülkemizde de devletten; bina, arsa, vergi muafiyeti alarak gençleri barındıran, yemek ihtiyaçlarını karşılayan bazı dernek ve vakıflar vardır.


Fakat bizdeki bu kurumların ezici çoğunluğu tarikatlara ve cemaatlere bağlıdır. Bunlar; emirlerine uyacak, yollarında yürüyecek, 'başkalarını' düşman bilecek militan yetiştirmek amacıyla kurulmuştur. Yani burada çağdaş eğitimi değil, yandaş eğitimi verilmektedir.  


Böylesi bir cemaattin eğitiminden geçerek ülke yönetimini ele almak isteyen bir darbe girişimine çok yakın zamanda ülkece tanık olduk. Fakat iktidar bundan hiç ders almadı, o darbeci kurumun varlıklarına el konup, bu kez başka tarikat ve cemaatler bırakıldı. Böylece bu darbe girişimi, başkaları için bir fırsat oldu!  


Devlet, ihtiyacı olan gençler için yeterli barınak ve burs sağlamadı. Fakat, nice yolsuzluk ve sapkınlıkların yaşandığı bazı cemaatlere verilen koruma, mal, hizmet desteği de artarak devam etti. Ve böylece devlet, yoksul gençleri, militan yetiştiricilerin birer müşterisi yapmış oldu.  


Yurt İdare ve İşletme Dairesi Başkanlığı verilerine göre:


Türkiye genelinde toplam 624 bin 237 barınma başvurusu yapan 440 bin 303’ı kabul almış,183 bin 934 öğrenci açıkta kalmış... 

Tüm Yurt ve Barınma Hizmetleri İşverenleri Sendikası (TÜYİS) Başkanı Umut Gezici'nin, Sözcü Gazetesine anlattığına göre: 

Yoksul gençlerin bir kısmı 50.000 yatak sayısını aşan “Cemaat ve vakıf yurtlarına gidiyorlar. Gençlere, burada sorumlu bir 'abla' veya 'abi' bulunacak, buradaki toplu ibadet, dini sohbet, namaz ve çeşitli programlara zorunlu katılacaklar. Onların yatış kalkış saatleri, giyim tarzları gibi her şeylerine karışılacak. Böylesi bir eğitim sonunda 'Çok azı kendisini bu yapılardan kurtarabiliyor. Çoğu, tarikat müridi oluyor.'

Bir kısım öğrenci de kaçak, ruhsatsız kontrolü olmayan ‘Kız oteli', ‘erkek öğrenci evi' diye tanıtılır. Buralar, uyuşturucu benzeri pek çok tehlike ile doludur. Ve bu tür yerlerde barınanlar da 150.000 kişiyi aşmıştır. 

2006 yılında cemaat, tarikat yurt sayısı 1.723 iken, 2021 yılında %93 artışla 3.331 oldu. 


***


İşte bu iklimde yetişen gençlerimiz:

"Cebimde 4 lira var okulda yemek yiyemiyorum!"

"Yurt yok barınamıyoruz!"


"Geçinemiyoruz!"


"Diplomam var ama işsizim, açım, geçinemiyorum!" 


Ve hiç sonlanmadan dizilip gider gençlerin çığlıkları... 


Köyde-kentte her yerde yoksulluk, anne-babaların belini bükmüşken, onlar bir de diplomalı-diplomasız, işsiz-güvencesiz çocukları için boyun büküp, çaresiz kalırlar.


Böyle bir sessizlikte buluşur milyonlarca aile ile gencin çığlıkları…


Bu çığlıklar milyonların yalnızlığı içinde, bazen gözyaşı olur akar içlerine, bazen de yangına dönüşmeyen bir alevin öfkesi gibi tek tek yakar o canları.


Bu çığlıklara çare bulmakla görevli olanlar ise aklanmak ister ve 'Nankör' ilan ederler o milyonları...


Oysa, yalnız kalan bu milyon çığlıkları:


Birey hak ve özgürlükleri baskılanmış olanların, 


Ana-baba eline, desteğine muhtaç bırakılanların,


Umudunu yitirerek, yükleriyle içe kapananların,


Diyarında bulamadığını, 'el' diyarlarda arayanların,


Belirsizliğe ve bilinmeze doğru yol alanların,


Yenik-çaresiz-takatsiz kalıp da intihar edenlerin,  


Herkesin gelecek umudu ve herkesin en değerlisi olan; evlatların, kardeşlerin sesiydi. 


Evet bunlar bizim gençlerimiz ve onların çığlıkları! 


Bunlar; yüzleşmek zorunda olduğumuz gerçeklerimiz!


Peki, bu herkese yeterli olan coğrafyada, nedir bu yoksulluk, nedendir bu acı ve çığlıklar? 


Bu acıtıcı gerçekler; "sokaklara çıkıp hakkımız olan, demokrasi, eşitlik ve  barışı istemeyelim, bunları yaparsak sonra uf olur, susalım, sinelim sandığı bekleyelim" demekle son bulmaz ki! 


Eyy... "Zaman her şeyin ilacıdır" düşüyle, avunup bekleyenler! 


Zaman, her şeyin ilacı da çaresi de değildir, o, iyileştirmez!


Amaçsız, isteksiz, çabasız olanı, zaman, sadece alıştırıp uyuşturur! 


Ve işte size tarihsel kurallar dizgesinin en ilk maddesi: 


'Zaman, yaşama direnmeyenleri öğütüp yok eder!' 


Bu tarihsel vargıya bir itirazı olan varsa, çıksın konuşsun!


İnsan haklarımızı korumak ve onları elde etmek için istek ve cabalarımız en kutsal mücadeleyi başlatır. 


Acı, çığlık ve yoklukları iyileştirip tüketecek kutsal mücadele; bekleyerek, susup ağıt yakarak kazanılmaz ki!


'Öbür yanağını da çevirenin' çaresizliği içinde yol alınmaz ki! 


Acı, çığlık, yoklukları; birliktelik, isteklilik ve çabalarımız yok eder. 


Olan biteni görmek, gençlerimizi duymak, anlamak, onların seslerine ses katmak, ellerine el vermek, çoğalmak, hep birlikte çareler arayıp bulmak gerekir. 

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


12 Kasım 2021 Cuma

Demokrasi Zirvesi

Tek kişinin yönetimindeki AKP, iktidar oluşunun 19 yılını bitirdi, fakat hem çok yorgun hem de takatsiz bir durumda. 

Çünkü iktidar olduğundan beri tüm toplumu kucaklamak yerine, sadece taraftarlarından yana oldu. Hukuk kuralları ile yönetme yerine taraflı keyfi buyruklarla yol almayı seçtiBu anlayış ve uygulama sonucu halk kutuplaşıp ayrışınca desteğini önemli oranda kaybetti. 

Bugünlerde de yaptıklarının faturaları ile karşılaştığı için zor günler yaşıyor. 

Aslında yaşadığı zorluklar ilk değil. 2015 seçiminde iktidar olma çoğunluğunu kaybedince, ülkede başlattığı korku ikliminden beridir, böylesi zorlukları hem içeride hem de dışarıda sıkça yaşıyor. 

Fakat iktidar, ne zaman ülkede sosyo-ekonomik sorunlar zirve yaparsa, ne zaman ülke dünyada yalnız kalıp istenmez olursa, ne zaman ki iktidarı için bir ikbal korkusu oluşursa, işte o zaman milliyetçilik limanına sığınır. 

Bu korunaklı ve güvenli limanda; "Söz konusu vatansa..." ile başlar, "Vatan! Millet! Sakarya!" naralarıyla sürüp gider hamaset nutukları. Bu limanda, düşünmeyen ('düşündürülmeyen' demek daha doğru) çoğunlukları toplamak oldukça kolaydır. Çünkü bu limanda; olan olmuş ve unutulmuş, kırılan kol yen içinde kalmış, soru sormak, sorgulamak, düşünmek ve mantık yok olmuştur artık. 

Kısacası, halk algılarla kandırılmış gündem ise değişmiştir. 

Kandırılmış halk, şimdi kışkırtılmış bir coşkunun kısa süreli etkisiyle, Donkişot misali sanal "iç ve dış düşmanlar" ile vuruşmaya hazırdır artık.  

Algıların yönettiği bu sanal alandan ayrılıp, biraz da gerçek hayatta yaşananlara bakalım:

Gerçek hayatta algılar az, olgular ise çoktur. Gerçek hayatta; açlık, işsizlik, sömürü, sel, yangın, fırtına, işkence, ölüm, talan..., çetelerin oluşturduğu olgular vardır. 

Ülke kaynaklarının talan edilmesi, laiklik, hak ve özgürlüklerin  yok edilmesi sürerken, ülke nüfusunun büyük çoğunluğu da hızla açlık sınırlarına  doğru yol alıyor! 

Nice farklı inancı yok sayarak, tek din, tek mezhepte toplama çalışmaları, zorunlu din dersini dayatmalarıyla, özgürlükler, eşit yurttaşlık ve laiklik yok ediliyor! 

İçişleri Bakanı muhtarlara; siz, yıkılması yasak olan yerleri gece yarısı olunca dozerlerle yıkınız, biz gündüz olunca enkazı temizletiriz, yasası da sonradan gelir diyebiliyor!

20 yıldan beri %49'u temsil eden muhalefetin verdiği hiç bir yasa tasarısı ve araştırma önergesi kabul görmüyor!

Uluslararası mahkeme kararlarını, Anayasamız kendi hükümlerinden bile üstün kabul ederken, yönetim "bunlar yok hükmündedir" diyerek uygulamıyor!

Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararlarına uyacak kadar bile yetkisi, bağımsızlığı ve cesareti olmayan bir yargımız var!

Bu keyfi yönetim sonucu tabii ki dışarıdaki komşu ve uzak ülkelerle dostluğumuz büyük yaralar alır, tabii ki dünyada yalnız kalırız, bu anlayışla da "hukuka uy" diyen elçilere zeval vermeye çalışırız. 

Sonra da birileri: "Niçin ayıplarımızı, yolsuzluklarımız dışarı sızıyor, neden kırılan kollarımız yen içinde kalmıyor” diyebiliyor! 

Görüldüğü gibi 19 yıllık iktidarın neden olduğu ekonomik kriz ve yoksullaşma, artık gizlenemez bir hal aldı ve özgürlükler yok edildi. Ve barışçı olmayan dış politikaları da iflas etti. Bunun içindir ki son günlerde yine; yerli ve milli nutukları eşliğinde yeni teskereler hazırlanıp, milliyetçilik köpürtmesi başlatıldı. 

Eğer bunca oldu bitti karşısında bile hala susup: "Maşallah" diyen bir çoğunluk varsa, sizce orta yerde bir yanlışlık, bir tuhaflık yok mu? 

VAR! dediğinizi duyar gibiyim. 

O zaman Che Guevara gibi: "Özgürlüğün en büyük düşmanı halinden memnun kölelerdir." -desek bile, onları yok saymadan uyandırmalı, birlikte başarmak için adım atmalıyız. 

***

Ülkemizin yaşayanları olarak bizler, olup bitenleri, görüyor, yaşıyor, biliyoruz. Dışarıdaki birileri de bizi adım adım izleyip, gözleyebiliyor, bize dair karneler verip, raporlar yazabiliyor. Çünkü dijital çağa geçmekle dünya küçüldü.

Bakınız "bizi kıskananlar" neleri ölçmüş, neler demişler: 

  • “2020 Dünya Mutluluk Raporu” ile 156 ülke arasında Türkiye: 93.
  • "2020 Dünya Özgürlük Raporu” ile 195 ülke arasında Türkiye: 146.
  • "2021 Dünya Demokrasi Raporu" ile 179 ülke arasında Türkiye 149. olarak, 10 yılda en fazla otoriterleşen ülkeler arasında 3. olmuş. 
  • Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AHİM) Başkanı Robert Spano: 2020'de AHİM'e; Rusya'dan 13.650 (%22,4), Türkiye'den ise 11.750 (%12,5) kişinin başvuruda bulunduğunu açıkladı (Türkiye'den başvurular bir yıl öncesine oranla: %27 artmış).

Ve ABD'de 9-10 Aralık'ta düzenlenecek olan 'Demokrasi Zirvesi'nin davetli listesinde bulunan 107 ülke arasında Türkiye bulunmuyor.

Belki, ülkemizde olup bitenlere ve yukarıdaki karnemize bakarak, belki, 10 Büyükelçinin bildirisi sonrasına misilleme olarak, Kim bilir, belki de ülkemizi teşhir etmek için bu ilk listeyi, bile isteye basına sızdırdılar. Belki... belki... 

Fakat bu davete niçin çağrılmadığımız henüz açıklanmadı. 

Ayrıca daha toplantıya günler var, belki bizi de çağıracaklar! 

...

Sonuç olarak bizi 'Demokrasi Zirvesi'ne davet etmediler!

Peki, Demokrasi nedir? 

Bir uzman görüşüne başvurmadan kısaca demokrasiyi: özgür ve eşit yurttaşlardan (halktan) demokratik seçimler sonucu alınan yetkiyi, onlar adına kullanmak, hukuk içinde yönetmek, hesap sormak ve hesap verebilir olmak olarak tanımlayabiliriz.  

Demokrasi için gerekli olanlar ise: 

  • Demokratik Seçim İklimi: Yarışanlara eşit koşullar sağlanması, görüşlerini özgürce dile getirmesi. 
  • Demokratik Seçim Ortamı: Oyların özgürce kullanılması ve sayım dökümün herkese açık ve hukuk içinde yapılması.
  • Demokratik Seçim Sonrası: Kazananların yasalara ve hukuka bağlı olarak çalışması.  

Şimdi de size yeni bir "belki" söyletecek bir soru: 

Acaba, yukarıda sıralanan demokrasi tanım ve gerekliliklerine uymadığımız için mi bu zirveye çağrılmadık? 

...

Belki de ülkemiz yeni bir çağrı alıp bu zirveye katılacak!

Ama bu 'Demokrasi Zirvesi'ne katılsak bile: 

Niçin zirveye çağrılan o 107 ülke arasında olmadığımızın ezikliğini hep yaşayacağız! 

Ülkemizi izleyip, gözleyip, değerlendirilenlere, ayıplı rapor ve karneler hazırlatan bu iklim ve olgular var oldukça... 

Biz ülkece özgüvensiz ve boynu bükük kalacağız! 


Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız


5 Kasım 2021 Cuma

Göçler-Göçmenler

Coğrafyamız; binlerce yıldan beri göçlerin, göçmenlerin ve sürgünlerin yolu, durağı, kurağı olagelmiştir.

Göçler, doğal felaketler, savaşlar, salgınlar sonucunda oluşan; korku, acı, baskı, yokluk, hastalık gibi yaşam zorluklarından, zorunlu bir kaçıştır. Bu kaçış aslında, daha güvenli bir yaşam iklimi arayışıdır. 

Sürgünler ise; egemen güçlerin, kendileri için tehlikeli sayıp istemedikleri kültürlere sahip olan kişi ve grupları, coğrafyasından tüm değerlerinden koparmaktır. Bunlara götürüldükleri yerdeki dil, inanç ve yaşam tarzını benimseterek etkisiz kılmak, böylece sosyal bellekleri silmek, sindirmek 'kendilerine benzer' yapmak (asimile etmek) amacıyla yapılan faşistçe bir yok etme eylemidir. 

Bulunduğumuz coğrafyanın, Orta Asya'dan çokça göç aldığı söylenir. Çok eski yıllarda gerçekleşen bu göçlerin benim için çokça bilinmezlikleri olduğunu düşünerek daha çok yakın çağlara bakmak istiyorum.

Osmanlı dönemi ve kurtuluş savaşı sonrasında hem ülke içinde hem de dışından çokça göç ve sürgün olayı yaşandığı görülür. Örnek olarak: 1915, 1925, 1938, 12 Mart, 12 Eylül dönemleri verilebilir. Bu yıllar hem yurtiçi hem yurtdışı göçler için çok hareketli yıllardır. Kırım, Bulgaristan, Romanya, Yunanistan ...'dan, yurdumuza, bizden; Yunanistan, Almanya, Fransa, Avusturya, Hollanda, İsveç, İngiltere, ABD, Kanada vb. ülkelere akıp giden göçmen, mülteci, sığınmacı ve sürgünleri sayabiliriz.  

Göç eden ve sürgün edilenlerin, aşmak zorunda oldukları; yol, dağ, deniz, sınırlar pek çok doğal ve yapay tuzakla doludur. Çünkü dünyadaki tüm sınırlar tuzaklıdır, çünkü, sınırlar insani değerleri değil, faşizan-ırksal çıkarları korurlar. İşte bu tuzakları aşamayanlar ölür, kalanlar için ise acı dolu çileli günler başlar. 

Çünkü tuzakları aşarak ölümden kurtulanlar gittikleri diyarlarda, dilsiz, kimliksiz, kimsesizdirler. Bu psikolojiye sahip olarak; mülteci/göçmen/öteki olmayı kabul ederek yokluk ve korku içinde yaşarlar. 

Şimdi burada biraz nefes alıp, birazcık düşünelim:

Çünkü bu sosyolojik olayın ve onun yarattığı psikolojiyi birlikte ele alıp neden/niçin diye sorgulamak için sağduyulu bir düşünmeye ihtiyacımız var. 

Kim; evini, işini, hayvanını, toprağını, yurdunu, değerlerini bırakıp, ölüm tuzaklı yollardan geçerek bir bilinmeze doğru gitmek ister ki? 

Kim; dilenci yerine konulacağını, onursuz bırakılacağını, öteki sayılacağını bile bile göçmen olmak ister ki? 

Peki tüm bu gerçekler bilindiği halde neden göçler durmaksızın devam ediyor? 

Özet cevap: Ne yazık ki, çaresiz kalan insanlar; sadece sevdikleri ve çocukları yaşasın, onların daha iyi bir gelecekleri olsun diye bu zorluk dolu ve insanlık dışı oluşlara katlanıyorlar.   

Şimdi de bugünümüze gelelim: 

2021 yılına girerken TÜİK nüfusumuzun 83 milyon 614 bin kişi olduğunu ilan etti. Bugünlerde ise 50 milyon insanımızın yoksulluk standartlarının altında yaşadığı ve bunlardan da 16 milyon kişiye 'sosyal yardım' verildiği söyleniyor. 

Bunca yoksulumuza bir de 7-8 milyon göçmen nüfus eklenince:

Tabii ki, mutsuz olanların çığlıkları da artarak yükselmeye başladı. 

Sömürü çarkı dişlileri arasında ezilenlerin çığlıkları çok haklı. 

Haksızlık ise; göçmenleri yokluk ve yoksulluklara sebep görüp, onları hedef almaktır. Hem de çok büyük bir haksızlık! 

Doğru olan ya da olması gereken; geçinemeyenlerin sağduyuyla düşünüp, bu eşitsiz gelir dağılımına sebep olan politikaları ve sömürü çarklarını sorgulaması ve demokratik yollarla haklarını aramasıdır. 

Fakat ne yazık ki, yurdumuzun gerçeklerini unutan büyük bir çoğunluk, göç mağdurlarını kendi yoksulluklarının asıl nedeni olarak görüyor! 

Bu kolaycı ve sığ düşünceyle, lokmasının azıcık olmasına da göçmenlerin sebep olduğuna karar verip onları birer düşman olarak görüyor, belki bilmeden ırkçılık yapıyorlar. 

Peki, neden üniversitedeki her dört gençten birisinin göçmen, sığınmacı olarak başka ülkelere kaçma taraflısı olduklarını hiç düşünmüyorlar?  

İşte bu anlayıştır haksız ve yanlış olan.

Hele hele görevleri ayrımsız olarak halka hizmet etmek ve sosyal adaleti sağlamak olan bazı belediye başkanları ve politikacıların; insani olmayan, ayrımcı, ırkçı bir anlayış taşıyor olmaları çok üzücü ve düşündürücüdür. 

Eğer bir an olsun aşağıdaki karede olan objelere ve çocuğun bakışlarına bakıp, kendilerini o çocuk akranı sayarak, ya da onun annesi-babası olduklarını düşünerek bir niçin/neden sıralaması yapsalar o zaman bu insanlık dışı olayı ve olanları sanırım daha iyi anlarlar. 


İşte çok uzaklardan, yaşamak için yurdumuza sığınmış bir emekçi... Kim bilir ailesinin nasıl bir hikayesi var! Onun akranları şimdi okulda, oyunda, çünkü onlar henüz birer ana kuzusu. Ama ismini bilemediğim bu güzel çocuk, bu yaşta yüklenmiş acımasız bir yaşamın yükünü. 

***

İnsanlık tarihi boyunca sömürücüler, amaçlarına ulaşmak için sürekli olarak; gerginlik, çatışma ve savaşlar çıkarmıştır. Bunlara en büyük desteği de olup biteni sorgulamayan sağlıklı düşünmeyen yoksul halk kitleleri vermiştir. 

Savaşlar yüzünden çok, çok acılar yaşadı, çok çileler çekti insanlık.

Savaş; çıkar sağlama ve öç alma amacı olan ego ve hırsların çarpışmasıdır, yani bir ilkellik ve bir tür kana susamışlıktır.

Böylesi savaşlara karşı olmak da 'insan' olmaktır! 

Böylesi savaşlara karşı olan her direniş de kutsaldır! 

Ülkece, belki de dünyaca “bana dokunmasın da…” anlayışının yarattığı bir geç kalmışlık, bir suskunluk yüzünden yaşanan yeniklik ve ezikliği, daha kaç nesil tadacak?

Belki zamanla açılan yaralar iyileşir, geçer, ama bunların hem yüzeyde izleri hem de derinlerde sızıları hep kalacak. 

Bunlar bir yenilmişlik sonucu oluşan iz ve sızılardır. Bunlardır insanda; hiçlik, anlamsızlık, güvensizlik duygularını besleyen. 

Yurdumuzdaki 6-7 milyon göçmen insan savaştan kaçarak yurdumuza sığınmıştır. Bunlar insandır ne bizim rakiplerimiz ne de düşmanımızdır.

'İnsanlar da coğrafyalar da birbirine muhtaçtır' derler, evet, eğer barışçı anlayışla işbirliği yapılır, bir coğrafyadaki eksik, diğerinin artılarıyla giderilirse, bu dünya herkese kolayca yetebilir. Farklılıklar da toplumsal gelişim, değişime renk ve güzellik katar, böylece bir barış bir huzur ortamı doğabilirdi.

Şu an yurdumuz bir göç merkezi olmuştur, bizim görevimiz: bu sonucun oluşmasında ülkemizin politik ve askeri katkılarını sorgulamak, barışçı komşuluk ilişkilerini geliştirecek demokratik çözümler için katkı vermek olmalıdır.  

Barış yaşatır! Yaşamak kutsal bir direniştir!

Emin Toprak - DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız

25 Mayıs 2018 Cuma

“Neden-Sonuç” ilişkisi ve Türkiye

Determinizm, doğadaki fiziksel ve ruhsal her türlü olayı; kendinden önceki olayların belirlediğini söyleyen bir görüştür. Dilimizde; U-T (uyarıcı-tepki),  gerekircilik-belirlenimcilik ve neden-sonuç olarak da kullanılır.

Fizik, kimya, biyoloji, jeoloji gibi doğa bilimlerde olduğu gibi, davranış ve sosyal bilimlerde de olay/olgular neden-sonuç ilişkisi içinde ele alır.  Yani bilimlerin vazgeçilmezi; neden-sonuç ilişkisidir. Çünkü bu ilişki olmadan bilim yapılamaz.

16 yıllık iktidar ve şakşakçılarının “yerli ve milli…” masalları anlattığı bu günlerde, ülkemiz sorunlarına neden-sonuç ilişkisi içinde bakmamız gerekir. 

Bu anlayışla düşünüp baktığınızda: Tarım ve hayvancılığın çöktüğünü… Büyük sıkıntılarla kurulan fabrikaların arsa fiyatını bulmayan değerle satıldığını… Peşkeş çekilen kıyı, dere ve madenlerde yapılan çıkar öncelikli işlerin, habitat ve ekosistemi bozulduğunu… Büyük bir ekonomik krizin başlamakta olduğunu... İnsanların tıpkı, topraklaması olmayan bir iletken düzeneğinde olduğu gibi {artı(+), eksi(-)}, yüksek gerilim taşıyan kutuplara ayrıldıklarını görürsünüz... 

Oysa bu iktidar, iktidar olmadan önce halka; “3Y” (yoksulluk, yolsuzluk, yasaklar) ile mücadele edeceği sözü vermişti. Peki, ne oldu?...  16 yıllık iktidarın uygulamalarıyla; yoksulluk ve yolsuzluk katlanarak arttı. OHAL ve KHK'lar ülkede “korku iklimi" yarattı, güvenlikçi yasalar ile yasaklar daha da arttırıldı ve  sürekli hale getirildi.

***
16 yılda 186 defa değişen ihale kanunu 

Duydunuz mu?!... Bu iktidar, yandaşları olan yatırımcı ve müteahhitlere daha iyi şartlarda ihale verebilmek için; ilgili kanunu 16 yılda, 186 defa değiştirmiş!...

Biz de onların, bu çok sık ve manidar değişikliklerle özellikle iki alanda neler yaptıklarına bakalım:  
*
Birinci alanda; duble yollar, tüneller, köprüler, tüpgeçitler, hava alanları, AVM’ler, inşaatlar yaptılar. 

Peki, bu hizmetler gereksiz mi? - Hayır... Peki?... - Karşı çıkışım; plansızlığa, önceliklere, uygulama yöntemlerine, ben yaptım oldu anlayışına ve sonuçlarına... 
(Bu alanların hiç birinde sürekli olarak işçi çalışmıyor ve üretim yapılmıyor.) 

İşte bu işlerin bazı sonuçları: yeşili, rüzgârı, yağmuru, depremi, yaşamı düşünmeden, bilimsel itirazları dinlemeden yok edip beton ettiler her yeri. Bu bilime karşı duruş ve çıkar için inatlaşmanın faturasını da halkımız ödedi, ödeyecek... Dört gün önce hepimiz 15 dakika süren yağmur sonrasında, Ankara ve daha pek çok yerde yaşananlara tanık olduk... (Sorarsanız bahaneleri de hazırdır bunların: "Kader..." "Görülmemiş bir tufan..." deyiverirler, gözlerini kaçırıp ellerini ovuşturarak...) 

Bütçede bu işlere kaynak bulunmadığı için borçları; yap işlet devret diye tuzak maddelerle dolu gizli anlaşmalarla ve hazine güvenceli olarak deftere yazdılar. Böylece milyar dolarlı borçları, katlamalı faizlerle ve "Borç yiğidin kamçısıdır." anlayışı ile daha doğmamış torunlarımıza bırakıverdiler. Ne yazık ki, "faiz caiz değil, haramdır" diyen 16 yıllık iktidar, bu yapılanları büyük bir başarı ve övünç konusu saydı, saymaya devam ediyor. Epey de inananları var...

(Sn. Çiğdem Toker saygın bir gazeteci, her gün, sayılarla, belgelerle; duble yolları, tünelleri, köprüleri, tüp geçitleri, havaalanları, AVM’leri, inşaatları ve adrese teslim ihalelerde yapılan dalavereleri yazıyor.)
*
İkinci alanda; kamuya ait çokça fabrika, maden ve alanı sattılar. 

Oysa o kurumlar çağdaş bir ülke yaratmak için ne sıkıntılarla kurulmuştu... Hepsinde sürekli üretim yapılıyor, işçiler çalışıyordu.  Belki teknolojileri eskimişti ama yine de milyonların ekmek tekneleri idi. İktidara düşen onların teknolojilerini yenilemek, verimliliklerini arttırmaktı. Oysa onlar, dedelerden miras kalan bu değerleri, miras yedi savurganlığı ile talan ettiler, sattılar... Yandaş havuzlarda toplanıp, yeşerip, çoğaldılar.

İşte buralardan pis kokular yükseliyor!...

Ben sizlere bunları anlatırken, kim bilir belki sizler de beni;  "piyasalar yanıyor herkes Dolar ve TL'yi konuştuğu günlerde sen..." diye başlayan cümlelerle eleştiriyorsunuz. Haklısınız, fakat inanın bu Dolar-TL işi de bir neden-sonuç konusu...  

Tabii ki, böyle bir ülkede sosyal ve ekonomik krizler hiç eksik olmayacak...  

Tabii ki, böyle bir ülkede; zenginler daha zengin, fakirler daha fakir olacak...

Tabii ki, hak, hukuk, adalet ve demokrasinin olmadığı yerlerde, ihalelerin adrese teslim seçiciliği yapılacak...

Tabii ki, her olay/durum, neden-sonuç ilişkisi içinde gelişir ve her sonuç da başka bir nedene dönüşüp daha başka sonuçlara evrilir olacak.   

Yazarın diğer yazıları için tıklayınız

6 Nisan 2018 Cuma

Kimler yüzde 7,4 büyümüş ki?

Ekonominin tüm yaşam alanlarda belirleyici faktör olduğu, ayrıca hemen hemen bütün çatışma ve savaşların da ekonomik çıkarlar nedeniyle çıktığı kabul edilir. Bunun için bugünkü konumuz ekonomi olsun istedim.

Ekonomi, toplumsal yaşamın her alanında çok önemli etkisi bulunan  bir bilimin adıdır. Ekonomistler ise, ekonominin kuram ve yöntemlerini kullanarak, gözlem, inceleme, analiz-sentez yapan, sayısal verileri irdeleyip  öngörüleri doğrultusunda öneride bulunan bilim insanlarıdır. Bu çalışmaları ile toplumsal yaşama kolaylık ve verimlilik sağladıkları için halk tarafından sevilen kişilerdir.

Ekonomik uygulamalar; halkın yaşantısına, bazen gönenç (bolluk, rahatlık, varlık içinde yaşama, refah) sağlarken, bazen de yoksulluk (sıkıntı, sefalet) nedeni olabilirler. Uygulamaların ortaya çıkardığı sonuç ve sorunlar, her çağda gündem olarak konuşulmuş, sorgulanmış, tartışılıp çözümler aranmıştır. Devlet denilen oluşum da işte bu arayış sürecinde, kabilenin/toplumun güvenlik ve ekonomik sorunlarına  çözüm bulsun diye kurulmuştur. Devlet, zamanla geliştirdiği kurumlar aracılığı ile halkı ve tüm yaşam alanlarını denetleyip, yönetir olmuştur.

Devleti, halkın sorunlarına çözüm bulmak için kurulan bir organizasyon olarak tanımlasak bile, uygulamada; devletin, kendi ülkesindeki egemen (iktidar) gücün temsilcisi olduğu ve onun çıkarlarını koruduğunu görürüz. Kısaca;  her devlet politik anlayışına göre, ya halktan yana, ya da bir zümreden yana olur.

Örneklersek: Bir ülkede eğer demokratik bir anlayış iktidar olmuş ise orada; halktan yana olan devlet yönetimi vardır. Yok, eğer otokrat bir anlayış iktidar olmuşsa ise, o ülkede bir zümre ve işbirlikçilerinin taraflısı devlet yönetimi işbaşındadır. Devletlerin rejim farklılıkları işte böyle oluşur.

 *** 
Ülkemizin bir devlet kuruluşu olan Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, Türkiye ekonomisi 2017 yılında yüzde 7,4 büyümüş. Bu ülkemiz için çok sevindirici bir durum.

Çünkü "Türkiye bu büyüme oranıyla G20, Avrupa Birliği ve OECD ülkelerine fark attı." diyorlar.

Her iktidarın devlet gücünü kendi anlayışları doğrultusunda kullandığını yukarıda kısaca anlatmıştım. O halde 2017 yılındaki bu övgüye değer büyümeden kimler yararlanmış ona bakalım. Daha doğrusu bu büyümeden kimler yararlanamamış eğer onları tanırsak, yararlananları bulmamız daha kolay olur.

“Dünyanın en çok büyüyen ülkeleri arasında Türkiye yüzde 7,4 ile ön sırada yer almış..."  Sanırım bu haberi dinleyen pek çok kişi, hayretle veya gururla vay be demiştir. Ben de hayretle, vay be demiştim.

***

Ekonomist değilim, fakat yaşamın içinden biri olarak, açıklanan sonuç hakkında söz söyleme hakkımın olduğunu düşünüyor ve soruyorum: Acaba bu büyüme 2017'de hayatımıza nasıl yansımış?  

Bunun için de, çoğu TÜİK'e ait olan bazı verileri paylaşmak istiyorum. 

İşte 2017 yılına ait bazı artış yüzdeleri:
  • Yıllık tüketici enf.: %11,92, üretici enf.: % 15,47...  
  • 3 milyon işsizin 828 bini üniversite mezunu İşsizlik % 10,9...
  • Gıda ve alkolsüz içeceklerde %12,67...
  •  Ev eşyası % 10,54... 
  • Sağlık % 11,67...
  • Ulaştırma % 16,02...
  • Eğitim %10,29... 
  • Konut % 8,67...
  • Net asgari ücret 104 TL zam ile 1.404 TL... % 8
  • Çalışan memurlara verilen : 7
  •  Emekli memur ve işçilere verilen:  % 6,89... 
  • 31.03.2017; Dolar 3,64 TL. iken bugün: 3,95 TL,  % 8...
  •  31.03.2017; Euro 3,89 TL. iken bugün: 4,88 TL,  % 25... 
  •  31.03.2017; Çeyrek 239TL. iken bugün: 276 TL,  % 23...
  • 31.03.2017; Gram 145TL. iken bugün:169TL,  % 17,5...
  • Türkiye Esnaf ve Sanatkârları Konfederasyonu verilerine göre; 2017'nin ilk iki ayında 19.859, 2018'nin  ilk iki ayında 20.308 ve 2014-2018 yılları arasında da toplam 430.275 esnaf iflas etmiş.
  • Ve bankaların el koyduğu evler ve iş yerleri, taşıtlar...
  • Ve icra dairelerinde uzayan kuyruklar...
(İsterseniz yabancısı olmadığınız bu sayılar üzerinde biraz düşünelim.)

                                       ***
Eğer düşündüyseniz (ki, yaşamın içinden biri olarak zaten her gün düşünüyorsunuz), 2017'de milyonlarca işçi, memur, dar gelirli ve esnafın ne durumda olduğunu bilirsiniz. Onların yaşam koşulları 7,4 oranında büyümek bir yana, yıllardır  hep küçüldü...

Peki, yoksul bırakılan milyonların dışında kalan; müteahhitler, bankerler, komprador kapitalistler... 

Sizce bunlar sadece 7,4 oranında mı büyüdüler?

HAYIR!... Hiç müteahhitlere, bankalara, komprador kapitalistler bu kadarcık büyüme oranı yakışır mı?

O halde nedir bu 7,4 hikâyesi? 

Borç batağındaki milyonların sefaleti sonunda oluşan eksi puanlar, ayrıcalıklı obez zümrenin gerçek büyümesini küçülterek gizlemiş, 7,4 büyüme oranı da bu şekilde bulunmuştur. 


Yazarın diğer yazıları için tıklayınız