23 Eylül 2022 Cuma

Demokrasi



İstanbul'da yaşıyorum, fakat aylardır Beyoğlu ya da İstiklal Caddesine gidememiştim. Özlemişim.

'78'liler Girişimi' ile 'Karşı Sanat’ın düzediği 'Panel-Forum' için aldığım çağrıya uydum. 10 Eylül 2022 günü Saat 14.30 daki toplanma yerine vardım. 78'liler Girişimi Başkanı sevgili Celalettin Can, karşılarken simit ikram etti, alıp yedim ve dinleyiciler arasındaki yerimi aldım. 

Yer: İstiklal Cad. 'Aznavur Pasajı' Kat 6 

Konu: "12 Eylül ve Süreklileşen Darbeler". 

Salon; 70'li 80'li yıllardan kalmış yaşlı tahta sandalyelerle donanmış. Dinleyicilerin hemen hepsi akran, çoğu tanıdık-bildik. Bedenleri yılların izlerini taşısa da herkesin yüzü gülüyor, gözleri ışıl ışıldı.

Delikanlı kız-erkekler, tek tüktü ve onların da bu coşkuda pek payı yoktu. Kimi anne-babası kimi de dede-ninesi için gelmişti (düşünülmesi gereken bir durum).

Konuşmacıların dördü de tanıdık-bildik kişiler. Kimi yıllar öncesinin yoldaşı, dostu, kimi medyanın tanıştırdığı...

Forumun yöneteni Feyyaz Yaman'ın davetiyle 'saygı duruşu' yapıldı.  Panelistler tanıtılarak, 15'er dakikalık söz verildi (fakat her konuşmacı en az 45 dakika konuştu, ki bence, doğal ve doğru olan da buydu).

Feyyaz Yaman: Sanat inisiyatifi, 'Karşı Sanat’ın kurucusu, birçok yurtiçi ve yurtdışı etkinlilerde bulunmaktadır.

Gülizar Tuncer: Geçmişi-günümüzü hukuksal boyutlarıyla ele alan bir insan hakları savunucusu avukat.

Musa Piroğlu: Geçmişi-günümüzü sosyo-politik açıdan ele alan insan hakları savunucusu HDP milletvekili.

Mukkaddes Erdoğdu Çelik Dünün belleği, günümüz aktivisti ve insan hakları savunucusu yazar.



Dört panelistin buluşma noktası, dördünün de ülke demokrasi ve emekçi halk için kendi alanında mücadele etmesi, bu uğurda bedel ödemesi idi. Dördü de yaşanmışlıklarını ve ülkedeki insanlık dışı uygulamaları sıraladı ve özetle:

"Günümüzde 70'li-80'li yıllardaki gençlik, işçi, köylü ve hakların halklar için dayanışma kalmadığını. Nedeni de faşizmin daha yoğun baskıyla grup ve aileleri hedef almasıdır. Geçmişte emekçilere destek veren gençlerin, şimdilerde annelerinin: 'Bak oğlum-kızım eğer sen yakalanıp tutuklanırsan, 'terörist' ilan edilirsin o zaman da çalışıp evimize ekmek parası getiren herkesin işine son verilir! Biz o zaman ne yaparız!?..." Feryatları duyduğu... Böylece faşizmin her hanede çaresizlik ve yılgınlık yarattığını... Bu sonuçta, dünün dar grupçu anlayışların, payı olduğunu, çünkü bu grupçukların ülkenin sorunlarını tahlil etmeden, devrimci mücadele önceliklerini belirlemeden, sadece kendi görüş, yöntem ve önderliklerini en doğru kabul edip kutsadılar..."  Benzeri konuşmalarla geçmişle yüzleşip eleştiri ve özeleştiriler yaptılar.

Demokrasi, hukuk ve eşitliğe uymayan uygulamaları anlatılırken doğal olarak ülkemizde insan hakları en çok gasp edilen Kürtler ile farklı inanç ve yaşam tarzı olanlar sıkça anıldı.

Biz dinleyiciler de içimizdeki çağrışımlarla bazı 'an'lara ulaşıp olan biteni anımsarken, 'neden-niçin-nasıl' oldu diye kendimizi suçlayıp sorguladık, sarsılıp hüzünlendik...

Panelistlerin sunuşları bitince dinleyicilerin söz aldığı forum başladı.

 3-4 arkadaş kendileri veya 'grupları' adına konuşup sorular sordu.

Bazı dinleyiciler ayrıldığı için panelistlerin uzun konuşmaları eleştirildi.

İlk sözü alan bir arkadaş da eleştirilerini sıralayıp, panelistlere sordu (özetle):

Bize neden hep Kürtleri anlattınız, Türkler de zulüm altında...? 

Buna gerekli cevabı bir başka dinleyici verse bile olan olmuş, eski dar grupçu anlayış yüzünden salonda soğuk bir esinti olmuş ve toplantı son bulmuştu.

***

Ekonomi, terör, bilmem ne bilmem ne varken, baş sorunumuz neden Kürtler ve demokrasi olsun ki?  Diyor o arkadaş ve nice ülkemiz insanı.

Evet, ülkede çoğu kişinin işsiz kaldığı, emekçinin haklarını alamayıp geçim sıkıntısı çektiği, yolsuzlukla büyüyen bir azınlık oluştuğu, ekonominin çöktüğü, işsizlik, icra, iflasların arttığı, yönetim-yargı-güvenlik-eğitim-sağlık gibi alanlardan adil, eşit, yeterli  hizmet alınmadığı doğrudur. 

Evet, bu ortak sıkıntılar tüm ülke insanları içindir.  

Fakat yüzyıllardan beridir Kürtler ile birlikte farklı kimlik, inanç ve yaşam tarzı sahibi olanların 'insani hakları' yok sayılıyor. 

İşte o arkadaş ve nice ülke insanın unuttukları da budur.

İşte bu da bir demokrasi sorunudur. 

Eğer ülkemizde demokrasi egemen olsa: tüm kimlikler için hukuk, eşitlik, özgürlük olur, sömürü olmaz, işsizlik biter, silahlar susar, ülke kaynakları savaşın ölüm makinalarına dönüşmez, barış ve dayanışma içinde tüm sorunlar çözülürdü.

Farklılıkların barış, demokrasi ve uyumla Türkiyelileşmesi sağlansa, hiç sorun yaşanır mıydı? 

Her farklı kimliği Türkleştirmeye, her dili, her inancı, her yaşam tarzını kendininkine benzetmeye çalışmaktır asıl sorun.   

Bunun için ülkede demokrasi-hukuk-huzur-barış olmamış, her zaman çatışma-savaşlar olmuştur.

Düşünsenize, bir insana; kendi anadilinle değil, benim dilimle oku-konuş, benim mezhebimi ve inancımı kabul et, çocuklarına ve coğrafyana benim belirlediğim isimleri vereceksin! 

Demek ...?! 

***

Ülkemizin demokrasiye dair bir karnesi var, işte o belge: 

Freedom House, her yıl 220 ülkenin demokrasi, siyasi özgürlük ve insan hakları hakkında araştırma yapan, bir bakıma 'karne' veren kuruluştur.

Siyasal katılım, seçim süreçleri, ifade özgürlüğü, örgütsel haklar ve hukukun üstünlüğü ... konuları, sivil özgürlükler (60), siyasi haklar (40) alt başlık 100 puan üzerinden değerlendirilir.

Ülkeler: 'Özgür', 'Kısmen Özgür' ve 'Özgür Olmayan' olarak ayrılır.

Türkiye:  

2013'de 61 özgürlük puanı alarak ‘Yarı Özgür’ ülke sayılmış. 
 
2022'de ise (32) puanı ile 'Özgür Olmayan' ülkelere katılmıştır. 

Grupta; Pakistan (37), Uganda (34), Ürdün (33), puana almıştır.  

Emin Toprak- DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

16 Eylül 2022 Cuma

Kötülüklerimizi sakladıkça iyiliklerden uzak kalırız


Yurdumuz için Eylül; bunaltıcı sıcak günlerin azaldığı, emeğin ürüne dönüştüğü, bazı ucuzlukların olduğu bir aydır. Üretici, soğuk kış için ihtiyacı kadar ürününü saklar, ihtiyaç fazlasını da başka ihtiyaçlarını karşılamak için satar. Cıvıl cıvıl cıvıldayan okullar açılır ve barış severler de Dünya Barış Gününü kutlarlar. 

Bu özellikleriyle yaşamımızı kolaylaştıran Eylül, ne yazıktır ki halkımıza en zalim, en kanlı, en sabıkalı, en karanlık günleri de yaşatmıştır. 

6-7 Eylül 1955 ve 12 Eylül 1980 de bu karanlık günlerdendir. Bu kara günler, 35 yıl arayla yaşansa da aralarında kuvvetli bir bağ vardır. Bu bağ, evrim geçirerek azgınlaşan tekçi güç ve anlayışıdır.  

'Varlık Vergisi' Sn. K. Kılıçdaroğlu'nun 'helalleşme' konularındandır. Kısaca anlatırsak:

'Varlık Vergisi', 1950 yılına kadar ülkeyi 'Tek Parti' ile yöneten CHP'nin 11 Kasım 1942'de çıkarıp uyguladığı bir yasadır. 

Bu hak, hukuk yoksunu, eşitlikçi olmayan ırkçı yasa yüzünden, ülkedeki azınlıklardan özellikle Rumlar ile Ermeniler çok zor günler yaşamıştır.

1946'da kurulan Demokrat Parti (DP), bu yasadan kaynaklı tüm haksızlıkları bitirme sözü verip 1950’de iktidar olur.

Fakat, verdiği sözü tutmadığı gibi faşist 6-7 Eylül 1955 olaylarının da hazırlayıcısı olur.

6-7 Eylül 1955 olaylarının özeti:

İstanbul'un gayrimüslim yerlilerinin; evlerini, kutsallarını ve işyerlerini hedef alıp talan eden bir güruhun kalkışmasıdır. İnsanlık suçu bu eylem sonunda sağ kalan masum insanlar, ölmemek için yüzyıllar öncesi büyük büyük atalarından kendilerine miras kalan ev, işyeri ve vatanlarını korku içinde terk etmek zorunda kalmışlardır. 

6-7 Eylül 1955 olaylarının tanıkları:

Birinci tanık: Sabri Yirmibeşoğlu:

Yirmibeşoğlu; 6-7 Eylül 1955'te Seferberlik Tetkik Kurulunda görevli bir subaydır. Çalışırken “Derin devlet”“gladyo” diye anılır. 1988-1990'da Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği yapmıştır. 

Fatih Güllapoğlu; 'Tanksız, Topsuz Harekat' isimli kitabına, Sabri Yirmibeşoğlu'ya sorduğu sorunun cevabını da yazmış. 

"6-7 Eylül de bir 'Özel Harp' işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı..." (Daha ne desin ki!). 

İkinci tanık: Mikdat Remzi Sancak: 

Eski bir İstanbul kabadayısı’ Mikdat Remzi Sancak, kendisi ile yapılan  söyleşide o geceyi ve sonrasını uzun uzun anlatır. İşte o söyleşiden bir kesit: 

“Ben o sıralar İstanbul’da yeni sayılırım. Denizciydim. Mal taşırdım. Haydarpaşa Garı’ndan Eminönü haline. Tesadüfen, o gün memleketten gelen bir arkadaşla Tophane’de muhallebi yiyorduk. Baktık insanlar koşuyor. Ortalık karıştı. Duyduk ki Atatürk’ün evine bomba atmışlar. Millet galeyana geldi tabii. Dükkânların camlarını kırıp içerde ne var ne yok alıyorlardı. Polisler de vardı ‘kırın, saldırın!’ diye bağırıyorlardı. Biz de katıldık, napalım?

Ne kadar Rum, Ermeni, Süryani, Musevi varsa hepsinin dükkânlarına girdik, evlerine daldık. Öyle bir kargaşa vardı ki, İstiklal Caddesi’nde iki gün tramvay çalışamadı. Yola kumaşlar, perdeler, eşyalar atılmıştı. Bir ara baktım bir kuyumcu dükkânına saldırıyorlar. Ben de karıştım aralarına, vitrinde ne var ne yoksa doldurdum koynuma. Küpe, müpe, altın... Epey bir süre sonra gece 12 civarı asker geldi, biz kaçıştık. Gece de gayrimüslimlerin yaşadığı Adalar’a vapur kaldırdılar, insanlar doluşup oralara da gitti yağmacılık etmeye, ben gitmedim ama. Aldıklarımı teknenin altındaki mazgala gazeteye sarıp sakladım. Aldıklarımı diyorum ama aslında çaldıklarımı demem lazım, çünkü tekneye gidince yaptığımın hırsızlık olduğunu düşündüm. Niye aldım diye biraz pişman oldum. Sabah olunca baktım teknenin biraz ilerisinde bir kese altın, başka bir yerde üç tane beşibiryerde reşat. Aldım onları da...

Öyleydi, bir kargaşa olmuştu ki herkes ne çarptıysa kaldırdı. Düşün, o zaman tramvaylar 3 kuruş. Yozgatlı bir köylü vatmana bilet parası vermek için elini cebine atıyor. Bir tane binlik çıkartıyor. Vatman, ‘bozamam’ diyor. Adam tekrar elini atıyor, cebine bir binlik daha çıkartıyor. Köylü adam, bilmiyor ki parayı. Bir kere daha, bir kere daha, bitmiyor. Vatman polis çağırdı. Adamın üzerinden 40 tane binlik çıktı. Aslında olanlar olacak iş değildi...”

Bence yeter, bu iki tanık bize 6-7 Eylül olaylarını yeterince anlattı. 

***

Biz şimdi biraz da 12 Eylül 1980 faşist darbesine bakalım. 

12 Eylül darbesini, şu anda 50 yaş ve üstü olan hemen herkes yaşadığı için iyi bilir, daha küçükler de okumuş, izlemiş ve dinlemiştir tüm olup bitenleri.

Her duyarlı vatandaşın bu kanlı darbe için ortak görüşü şudur: 

12 Eylül 1980 darbesi zulme karşı duran tüm ezilenleri ve sömürülenleri, dışlanan ve yok sayılan halkları, inanç topluluklarını, işçileri, emekçileri, köylüleri, gençleri hedef almış militarist faşist bir darbedir. 

Arkadaşım İlhami Şen, facebook sayfasında Karikatürist 'Hakan'ın 12 Eylül'ün kirli ilişkilerini anlatan muhteşem eserini paylaşmış, bende fotoğrafını çekip paylaşıyorum.

Bence bu sayede 12 Eylül 1980'i daha detaylı anlamış oluruz. 

Ne dersiniz?

 

Ülkemizin resmi tarihine göre her şeyimiz harikaymış! 

Peki, bugün bile gizli-dokunulmaz olan arşivlerde neler var, niçin halka açık değiller?

Niçin bireye, gruba, halka kendi kutsallarını bırak benimkileri kabul et denmiş ve denmekte? 

Ne kadar incitici bir işkencedir bu!

Oysa eğer, farklılıkları yok saymayı, herkesi kendine benzetmeden vazgeçilse ve o farklılıkları tanıyıp anlamaya çalışılsa, bir arada yaşamak çok daha kolaylaşırdı.

Ve o zaman insanlar ortak akılla el ele verir, aydınlıklara yol alırdı. 

Demek ki tarihi kutsal görmek yerine orada yaşanmış tüm artı ve eksilerle yüzleşmeliyiz. 

Ancak o zaman insanca barış içinde birlikte yaşam kolaylaşır.

Unutmayalım ki:  

Kötülüklerimizi sakladıkça iyiliklerden uzak kalırız. 

 Emin Toprak- DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

9 Eylül 2022 Cuma

Bir HDP'li 'bakan' olabilir mi?


Hemen herkes zaman zaman yaptığı, yapacağı işleri birazcık erteleyerek kendisini, kendisine bırakmak ya da saklanmak ister. Ben de Ağustos ayı başından beri haftalık yazılarıma ara vermiştim.

Fakat sen köşeye geçip kabuğuna çekilsen de dışarıda hayat hızlı ve acımasızca devam ediyor. 

İşte bu döngüde içimdeki 'insani' ve 'bencil' dürtüler de sürekli çatışıp durdular. Birincisi haydi 'yaz!', ikincisi de boş ver 'yazma!' diye komutlar vererek beni bana bırakmadılar. 

Ben de M. Cevdet Anday'ın o muhteşem dizelerini 'komut' saydım: 

TELGRAFHANE
Uyumayacaksın / Memleketinin hali
Seni seslerle uyandıracak / Oturup yazacaksın
Çünkü sen artık o sen değilsin / Sen şimdi ıssız bir telgrafhane gibisin
Durmadan sesler alacak / Sesler vereceksin
Uyuyamayacaksın / Düzelmeden memleketin hali
Düzelmeden dünyanın hali / Gözüne uyku giremez ki…
Uyumayacaksın /Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar / Vakur metin sade / Çalacaksın. 
                                                                   //Melih Cevdet Anday

Evet, sesler uyutmaz, insanı çekip alır düşler dünyasından. 

Hele de ülkende 'bir gece ansızın' anlayışı egemense! 

Hele de ülken ve dünyada bitmeyen acılar, haksızlıklar, yoksulluklar ve savaşlar sürüp gidiyorken:

Ezberlerinle değil, akılla, mantıkla, vicdanla konuşmalısın.

Bu haksız hukuksuz gidişi durduracak çareler aramalısın! 

Hırsıza, emeğini ve ekmeğini kaptırmamalısın!

Erken öten horoz olup bir bir anlatmalısın hırsızlıkları, haksızlıkları!  

Ve oturup yazmalısın tüm olup-bitenleri! 

Susmamalısın, çünkü sen haklısın ve bunun için de militarizme, ırkçılığa, sömürüye, savaşa hayır demelisin!  

***

Komşularla barış yapıp dost olmak yerine 'bir gece ansızın' meydan okumalarıyla düşmanlarımız çoğalıyor. Bu yüzden güvenlik birimlerini oluşturan askerlerimiz, yıllardır komşu ülke topraklarında savaş benzeri çatışmalara girip ya ölüyor ya da öldürüyor. 

Çatışmalar bitmiyor fakat ülke kaynaklarımızın çok önemli bir kısmı uçak, tank, bomba, mermi gibi ölüm makinalarıyla harcanıyor. Yoksul halk hem bu ağır faturaları ödüyor hem de geleceği olan gençlerini, canını malını kaybediyor. Halkımız çok darda hem de çok zorda. 

Bir de 24 Şubat 2022'de başlayan Rusya'nın Ukrayna'yı işgali var ki! 'Domino etkisi' yaratan bu haksız savaş, dünyanın önemli bir enerji ve beslenme zincirini kopardı. Bu bizde ve Avrupa'nın her yerinde çok sıcak günler yaşattı, daha da yaşatacak gibi. 

Önümüzde de kocaman bir kış, hanelerde işsizlik, açlık, soğuklar ve bir de genel seçimler var.

Halkımız bu olup-bitenleri yaşadı fakat buna  sebep olanlardan henüz hesap soramadı. Bu olayların failleri ekranlarda ve meydanlarda devamlı nutuk atıyor, halkı algılarla avutup, masallarla uyutmak ve olup-bitenleri unutturmak, tek adam iktidarını sürdürmek istiyorlar. 

Bunun için de sık sık yeni algılar bulup gündemi değiştiriyorlar. 

Günlerden beridir ülkenin gündemi: 
Halkların Demokratik Partisi (HDP).

"Bir HDP'li 'bakan' olabilir mi?" 

Yat kalk bunu dinliyoruz.

HDP ne zaman ve kimden 'bakanlık' istemiş, duyan bilen yok!

HDP böyle bir gündemimiz de, böyle bir talebimiz de yok diyor.

Ama ekran başına dizili lafçılar paslaşıyor, bazen de bağrışıyorlar.

Haydi varsayalım ki, HDP bakanlık istemiş!

Peki, bu bir suç mu?

HDP'liler de diğer parti adayları gibi yasalarda belirtilen koşullara uyarak halkın oylarıyla milletvekili seçilmediler mi? 

Peki, diğer parti mensubu milletvekilleri; cumhurbaşkanı başbakan, bakan, oluyor da niçin HDP'liler olamıyormuş! 

Peki, bunda bir saçmalık, bir tuhaflık yok mu?

Varsayalım ki, HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar; İçişleri, Dışişleri, Adalet veya  Eğitim bakanılıklardan birisine atandı! 

Bu atama büyük bir alkış almaz mı?

Bugünlerde hem iktidar hem de muhalefet HDP karşıtlığında, ya da Kürt karşıtlığında büyük birliktelik sağlamış görünüyor. 

Çünkü onların büyük koroları, sıkça detone olsa bile, akortlu olarak 'İstemezük!' naraları atabiliyor.

Peki, bu zıtların birlikteliğini ne/nasıl sağlamış biliyor musunuz?

Cevabı, HDP tüzüğünde saklı, bu tüzük HDP'yi kısaca şöyle tanımlıyor:

"Tüm ezilenlerin ve sömürülenlerin; dışlanan ve yok sayılan halkların, inanç topluluklarının, kadınların, işçilerin, emekçilerin, köylülerin, gençlerin, işsizlerin, emeklilerin, engellilerin, LGBT (Lezbiyen, Gey, Biseksüel, Trans) bireylerin, göçmenlerin, yaşam alanları tahrip edilenlerin; aydın, yazar, sanatçı ve bilim insanları ile bütün bu kesimlerle birlikte demokratik halk iktidarını hedefleyen, barışı ve halkların kardeşliğini savunan bir siyasi partidir." 

Demek ki HDP; kimliği, inancı, yaşam tarzı farklı olduğu için dışlanan halk ve grupların haklarını, eşitliği, demokrasiyi, çeşitliliği istediği hem de savaş karşıtı barışçı bir parti olduğu için dışlanmak istiyor. 

***

Şimdi biraz da HDP ve Kürt karşıtlığında iktidarla söz birliği yapmış olan yerli ve milli 'Altılı Masa' sakinlerine bakalım. Bunlardan biri çaresiz, biri bağıran, dördü de etkisiz görünüyor. Bunların demokrasi anlayışları farklı fakat bir tek hedefleri var: ‘tek adam’ sistemini yıkıp iktidar olmak ve yeniden 'parlamenter sisteme geçmek. 

Haydi diyelim ki seçimi kazanıp ‘tek adam’ sistemini yıktınız. 

Peki ya demokrasi?

Kimlik, inanç, kültürlere özgürlük ve eşitlik tanımayan anlayışınız ne olacak! 

İYİ Parti'nin turancı ülkücü ırkçılığı, demokrasiyle nasıl bağdaşacak?

Diyelim ki Süleyman Soylu benzeri olan İYİ Parti'den Yavuz Ağıralioğlu, İçişleri, Dışişleri, Adalet veya  Eğitim bakanlıklarından birisine atanırsa,  şimdikinden farklı neler yapabilir ki?

Demek ki 'Altılı Masa' önce demokrasi konusunda anlaşmalı diğer konular çok daha kolay olacak. Çünkü ırkçılıkla demokrasi bağdaşmaz.

*
Hani her tartışma çıktığında birileri: "Kürtlerin hangi hakları, neleri eksik ki?" derler ya.

Cevap veriyorum: Kürtlerin, kimlik, inanç ve kültür hakları gasp edilmiş. 

Şimdi de diyecekler ki, şu cumhurbaşkanı, şu bakan, şu vali, şu general... Kürt ve Alevi!

Cevap veriyorum: Hayır, hayır yanılıyorsunuz! 

Onlar kimliğini ve o kimliğin insan haklarını almamış, bu hakları istemeyi de kendileri için bir utanç saymış, asimile olmuş kişilerdir. 


Son soru: Ekran ve meydanlardaki yeni gündem konusu ne olacak?

"Kılıçdaroğlu, Kürt ve Alevi acaba Cumhurbaşkanı olabilir mi?"  
   

Emin Toprak- DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 

29 Temmuz 2022 Cuma

'Objektif' ve 'Resmi' Tarih


Tarih, 'objektif' ve 'resmi' olmak üzere iki şekilde karşımıza çıkar. 

Objektif tarih, geçmişimizin olmuşluklarıdır, orada; yaşanan övünç-ayıplar ve onların eser, enkaz ve belgeleri yer alır. 

Böylece toplum ve bireyler, geçmişlerinin övünçlerini yineleyebilir, ayıplarıyla da yüzleşebilirler. 

Bu erdemli ve gerçekçi bakış, toplumu da kişileri de saygın kılar.

Resmi tarih ise yapaydır ve korku iklimlerine özgüdür. Bu iklimlerde zalimler, bir düzen kurmuş ve her şey onların denetimi, gözetimi altındadır. Tarih, sanki o egemen gücü ve anlayışı övüp kutsamak için yazılır.

Bu anlayış neyi isterse o yazılır, ona rağmen hiçbir şey yazılamaz!

Böylece gerçeklerin bilgi-belge- tutanakları, gizlenir, yakılır, yırtılır 'yok' edilir. 

Korku ikliminde, bir olayın öznesi ya da tanığı olmuş kişiler; o olayı anlatmadan önce (sonra olacakları düşünerek) otosansür yaparlar, daha sonra da olayı kendi diliyle kurgular, değeriyle yargılar, yetileriyle yazar, çizer, anlatırlar. 

Bu nedenle resmi tarihe, 'ortak dil' demek bir yalan bir aldatmaca! 

Fakat bir de hiçbir şeyi unutmadan yaşatan, bir toplumsal bellek var! 

İşte bu belleğin unutmadığı ve karanlıklar içinde saklanan yüzleşilmedik o kadar ortak acımız var ki...  

Şimdi bunlardan sadece birkaçını anımsayalım: 

Teşkilatı Mahsusa, Topal Osman ve benzeri faşist anlayışlar kullansın diye mahkum olmuş katil, gaspçı ve canilerin hapisten salınması, onların Koçgiri, Dersim, Ardahan, Ağrı, Zilan... köy, kasaba, şehirleri talan edip, katliam yapmaları... 

'12 Mart' ve '12 Eylül döneminde hapishanelerin 'suçsuzlarla' dolup taşması, hapiste ve dışarıda 'başka' sayılan hemen herkesin insanlık suçu sayılan fiillerle karşılaşması... 

Maraş, Çorum, Madımak, Roboski, Suruç, Ankara Gar ... gibi gibi... 

Karanlıkları örten, koruyan öyle yerli ve milli bir duvar var ki, yıkılmadı gitti bu yıkılası duvar! 

***

Dokuz gün önce (20.07.2022) Sınırımızın kuş uçuşu 8 km ötesinde olan Kuzey Irak'ın Dohuk kenti Zaho bölgesine yapılan füze saldırısı sonunda ikisi çocuk 9 kişi hayatını kaybetti, 23 kişi de yaralandı. 

Bu ve benzeri saldırıları her kim yapmışsa lanetlenmelidir. Çünkü bu hedefinde çocuk ve sivillerin olduğu bir katliam yani bir insanlık suçudur.

Saldırı sonrasında Irak'ta ulusal yas ilan edildi ve Türkiye dostu olduğu söylenen Irak Başbakanı Mustafa El-Kazımi aşağıdaki açıklamalarıyla: 
  • Topçu atışının ülkenin egemenliğinin açık ihlali olduğunu,
  • Türkiye'nin Irak’ın, Irak topraklarına ve halkına yönelik askeri ihlallerden kaçınması yönündeki ısrarlı taleplerini görmezden geldiğini,
  • Irak, Türkiye Büyükelçisini Dışişleri Bakanlığı'na çağırdığını,
  • Ankara'dan resmi bir özür beklediğini,
  • Türkiye'den "bütün askeri güçlerini Irak'tan geri çekmesini" 
Türkiye'yi suçladı. 

Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da: 
  • "TSK'dan aldığımız bilgiye göre sivillere yönelik herhangi bir saldırımız olmamıştır,... saldırıyı 'terör örgütlerinin' gerçekleştirdiğini değerlendirdiklerini..." 

Söyledi.

Ve Irak Ulusal Güvenlik Kurulu, saldırıyı Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne (BMGK) Türkiye’yi şikayet etti.

BMGK'nin açıklaması şöyle:

“Güvenlik Konseyi üyeleri, 20 Temmuz 2022’de Duhok vilayetinde düzenlenen saldırıyı en sert şekilde kınadı. Saldırı, aralarında çocukların da bulunduğu en az dokuz sivilin ölümüyle sonuçlandı. Güvenlik Konseyi üyeleri, kurbanların ailelerine ve Irak hükümeti ile Kürdistan Bölgesi’ne en derin taziyelerini ilettiler, yaralananlara acil ve tam iyileşme dilediler ve soruşturmalarla ilgili Irak makamlarına desteklerini ifade ettiler.”

Şimdi diyeceksiniz ki:

Birleşmiş Milletler, dünyada barışı sağlamak için kurulmuş da... 

Başvuru değerlendirilip de bilmem neler neler olacakmış da... 

Hepsi hikaye!

Çünkü:

BMGK kararları konsey üyelerinin en az dokuzunun kabul oyuyla alınır, ancak; bu kararın geçerli olması için beş kalıcı üyenin hiçbiri tarafından 'veto' edilmemesi gerekir.

Kısacası dünya paylaşımında çıkarları uyuşmayan üç süper güç ABD-ÇİN-RUSYA 'evet' derse... 

Bu üç çıkarcı güç, eğer dosyadaki insanlık suç için "bunu yapan benim denetimde değildir" noktasında buluşursa, o zaman yaptırım gücü olan bir karar alabilirler.  

Acaba bu güçlerin egemenliğinde olmayan bir ülke kaldı mı? 

BMGK bir dengesizlik bileşkesidir, bu nedenle etkili karar alamaz! 

Belki, dünyada şimdiye kadar Hitler gibi birkaç zalim hesap verdi fakat... 

Genel sonuç: Olanlar olduklarıyla, çekenler çektikleriyle kaldı.

Barış dostu dünya halkları bu haksız sonuca bir son vermeli! 

*

Bugünlerde tüm dünya, Zaho katliamını ve Türkiye'yi konuşuyorken, 'bir gece ansızın gelebiliriz!' anlayışıyla komşu topraklarına sürekli girip-çıkan iktidar hiç olmasa: 'bizim askerimiz yapmadı' diyebiliyor. 

Peki, neden 'bir gece ansızın gelebiliriz' anlayışının tezkere tedarikçisi olan: 'Altılı Masa'dan hiçbir ses çıkmıyor?  

Atilla İlhan: "Tek başına özgürlük ne işe yarayacak"-derken, bencilliğe meydan okuyup özgürlük gibi önemli bir değerin ancak birlikte yaşanırsa anlam kazanacağını ne güzel anlatıyor. 

Emin Toprak- DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 



22 Temmuz 2022 Cuma

Ekrem İmamoğlu


"Canlılar, görev yapar yorulur ve dinlenirler, insan da bir canlıdır
..." 

Bu üç noktalı önerme bir mantık sorusudur, bunu, düşünme ve konuşma becerisi olan hemen herkes: "... o halde insanlar da dinlenir." diye cevaplar.   

Sözü uzatmaya gerek yok. 

Birkaç gün önce ve hepimizin tanıklığında, ülkemizin en önemli konusu: İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tatile çıkması olmuştu.

Pusu kurmuş olan havuz medyası hemen bunu manşet yapınca konu günlerce yazıldı çizildi, tartışıldı. 

Tabii ki böyle yapacaklardı, çünkü onlar, tükenmekte olan bir iktidar için can suyu olacak algılar hazırlamakla görevliydi. 

İlginç olan, Ekrem İmamoğlu'nun partisi CHP'den de pek çok kişinin bu koroya katılmış olmasıydı. 

Kuşkusuz bu konuda kahve falına bakar gibi çeşitli olasılıkları sıralayıp pek çok neden ve çelişki sayılabilir. 

Fakat ben, tarihe ve oradaki yaşanmışlıklara aşağıdaki anlayışa göre bakmak taraflısıyım: 

Felsefe ile mantık insanların, 'nedensellik' ve 'çıkarım' ilkelerine uyarak düşünüp bir sonuca vardıklarını söylerler. 

Nedensellik, olay ve olguların birbirine belirli bir şekilde bağlı olması, her sonucun bir nedeni olması ya da her sonucun bir nedene bağlanarak açıklanabilir olmasıdır.

Çıkarım da bu süreçte kendine özgü bazı yargı ve sonuçlara varmaktır.

Demek ki vardığımız her yargı ve sonuç, yetiştiğimiz toplumsal iklimin nedensellikleriyle bezelidir. 

Bu anlayışla ben, komşu coğrafyalarda olup aralarında çokça al-ver ve de kavgaları olan: Antik Yunan, Anadolu ile  Ortadoğu halklarının demokrasi ve yönetim anlayışlarını biraz hatırlatmak isterim.

Antik Yunan halkları 150 yıllık bir süre içinde: Krallık, Soyluluk, Tiranlık, Demokrasi denemelerinde bulunmuşlardır. Fakat, Anadolu ve Ortadoğu halkları, 5000 (beş bin) yıldır 'bir bilen'lerin monarşisi ile yetinmiştir. 

Hani "devlet aklı değişmez" derler ya, haklılar.

Çünkü devlet kurulduğu günden beridir aklını, bir azınlığa hizmet, büyük çoğunluğa hükmetmek için kullanmaktadır. İşte bu anlayış sonucu, 'bir bilen' düzenleri kurulur ve çoğunluklar önemsizleşir. 

Tarih der ki, eğer bir yerde bir bilen dönemi başlamışsa, orada korku iklimi yaratacak militarist güçlerle ölüm araçlarına, yani çatışma ve savaşlara ihtiyaç vardır. 

Bu sayede insanların inançları, sosyal ve siyasal yaşamı kontrol altına alınır. Ve o zaman da insanlığın düşe-kalka, deneye-sınaya öğrendiği yaşamı kolaylaştıran barışçı değerler önemsizleşir. 

İşte o zaman egolara coşku verecek, korku salacak, öldürüp yok edecek şiddet araçları çoğalır ve savaşlar çıkar. 

Savaşların coşku aracı olduğu, barışın unutulduğu günler yaşıyoruz. Bunun nedeni de çok açık: düzenlerini sürdürmek için halkı korkularla sindirip, susturmak istiyorlar. 

Ülke halkı, hak gasplarını, işsizliği, yoksulluğu, yolsuzluğu, iflasları görüp yaşıyorken, iç-dış borçlar artmış hazine bomboşken, iktidardan çözüm olabilecek hiçbir çaba görünmüyor.  

Tek adamın isteği, şiddet ve korkunun yarattığı algılarla halk desteği kalmamış olan iktidarını korumak.

Bunun için buluştuğu kişilerle ve kurulan masalarda pazarlık yaparak, bedelini torunlarımızın ödeyeceği borçlarla, ölüm aracı mermi, bomba, top, İHA, SİHA, F16 vb. istemektedir.    

Bu hayatta gerçekler pahalı, hayatlar ucuzdur! 

Her ülkenin coğrafyası, ekonomisi, kültürü kendisine özgü bazı farklıklar göstermektedir. Bunları esas almayan değerlendirme ve kıyaslamalar çok önemli yanılgılara neden olabilir. 

Fakat 'demokrasi' söz konusu olunca iş değişir. Çünkü demokrasi ve özgürlükler her insan için ve eşit olması gereken haklardır. Kısacası: demokrasinin azı çoğu olmaz! 

Evet akıl-mantık böyle söylüyorsa da yaşanan gerçeklik çok çok farklıdır. Herkes için eşit olması gereken bu haklar, kimilerine dirhem verilmezken kimilerine kepçelerle, kazanlarla verilmektedir.

Bu zıtlık ve tuhaflıkların asıl nedeni ise o toplumlardaki egemen devlet gücünün yönetim anlayışından kaynaklıdır. 

Demokrasi, toplumdaki büyük çoğunluğun yani orta sınıfın özlem ve istekleridir. Demokrasiler ortaklaşa akılla yol alındıkları için 'bir bilen'lere gerek duymazlar. 

Bunun için çıkarlarından başka hiçbir şeyi düşünmeyen tekçi anlayış sahipleri demokrasiyi hiç sevmez ve istemezler. 

Eğer insanlığın ortaklaşa oluşturduğu erdem, ilke ve değerlerin en çok hangi ülkelerde uygulandığı sorulsa, hemen herkesin aklına İskandinav ülkeleri gelirdi.  

Çünkü bu ülkeler günümüzün savaşçı dünyasında, en çok barış ve demokrasi isteyen bu anlayışı içselleştiren ve uygulayanlar olarak kabul edilirler. 

Fakat ne yazık ki emperyalist güçlerin dünyaya saldığı korku iklimi, bu demokratik ülkeleri bile bir savaş örgütü olan NATO'nun şemsiyesi altına almak üzere...    

***

Hemen herkesin bilip itirazsız kabul ettiği bir söz vardır: 

'Barış yaşatır, savaş ise öldürür!' 

Yaşamak ya da ölmek! 

Ölümü kim ister ki?

Tabii ki herkes barış içinde bir yaşam ister!  

Fakat bizim gerçekliğimiz başka! 

Savaşlar yüzünden dünyayı bir korku iklimi sarmış, insanlık mirası barış ve değerleri bir bir gitti-gidiyor.

Peki, niçin hemen herkes suskun?

Derler ki: Acılar çoğalıp herkesin ortak malı olunca, türküler susar ağıt olurmuş. 

İşte böylesi zor günlerden geçiyoruz...

Tabii ki monarşi anlayışını henüz değiştirmemiş bir toplumda, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu için: 'dinlenmemeli ve hiç tatil yapmamalı' diyenler çokça taraftar bulur. 

İşte bizim değişmesi gereken gerçekliğimiz budur, garipsenmemeli.  


 Emin Toprak- DOSTÇA

         Diğer yazılarım için tıklayınız 


8 Temmuz 2022 Cuma

Bu Ne Yaman Çelişkidir Bu


Balzac: "Acılar sonsuz oluyor, sevinçlerin ise bir sınırı var!" derken,

Hasan Hüseyin Korkmazgil:
"Bu ne beter çizgidir bu
Bu ne çıldırtan denge
Yaprak döker bir yanımız
Bir yanımız bahar bahçe"
diyor.

Her iki tanımlama da tam bize göre değil mi?

Çünkü ülkemizde karadelikler çoğalmış, çelişkiler kördüğüm olmuş, insanlarımız aç, işsiz, mutsuz, coşkusuz, sevinçsiz acılar içinde. 

Çünkü ülkemizde, kuvvetler ayrılığı, yani güçlerin birlikteliği, yani hukukun üstünlüğü, yani demokrasi yok olmuş. 

Çünkü, tüm yetkiler tek kişide toplanmış!  

İşte, demokrasi ve hukuku yok eden çokça örnekten sadece üçü

BİR: 
20 yıllık iktidarın tek adamı Erdoğan'ın bir huyu da kendisinden yana olmayan hemen herkesi: "terörist, casus, ajan" ilan etmesidir. Birkaç yıl önce hapiste tutuklu olan bir papaz ve bir gazeteci vardı, bunları ekran ve meydanlarda: "terörist, casus, ajan" sıfatlarıyla tanıtıp, asla serbest bırakmayacaklarını söylemişti. 

Ancak bu kişiler pazarlık ve ricalar sonunda; hızlandırılmış mahkeme kararlarıyla gizlice ve hızlıca ülke dışına çıkarılmıştı. 

Yani önce pazarlık, peşi sıra bu "terörist, casus, ajan" yaftaları mahkeme kararıyla kalkmış ve bir aklanma sağlanmıştı.

İKİ 
20 yıllık iktidarın İçişleri Bakanı ile Adalet Bakanının atışması:

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 14 Mart 2018 günü yani 4 yıl 4 ay önce: “Okul çevresinde uyuşturucu satıcısı görürseniz ayaklarını kırın, suçu bana atın” demişti, ancak bununla yetinmemiş olacak ki.

26 Ekim 2021 günü kadın muhtarlar toplantısında da tekrarladı:

“Efendim şurada metruk bina var burada metruk bina var. Ama mahkeme kararı var yıkamıyoruz. 'Ya arkadaş sen gece yık, mahkeme kararı bizim arkamızdan gelsin.' ... Vatandaş geliyor diyor ki muhtara 'Bu binayı ne yapacaksın.' Muhtar 'mahkeme kararı var yıkamayız' diyor. Ben de diyorum ki gece yarısı dozer gelsin yıksın kim yıktı biz nereden bilelim ya!" demişti.

Süleyman Soylu'nun bu gibi söylemlerinden rahatsız olan
 Adalet Bakanı Abdulhamit Gül de iki hafta sonra (08 Kasım 2021) bu konuşmaya cevaben: ''Değerli arkadaşlar bizim rehberimiz hukuktur, bizim rotamız hukuktur, bizim kılavuzumuz hukuktur. Biz yapalım hukuk arkadan gelsin değil hukuk önden yürüsün biz ona göre kendimizi ayarlayalım anlayışıdır hukuk devleti" dedi,

ÜÇ: 
29 Ocak 2022 günü, Adalet Bakanı Abdulhamit Gül'ün 'görevden af talebi', Cumhurbaşkanının 'tensipleriyle' kabul edildi. 

Soylu ise halen İçişleri Bakanı!

Özetle: "Siz yıkın hukuku sonradan gelir" diyen kişi işbaşında, "Bizim kılavuzumuz hukuktur" diyenin ise görevi son buldu. 

İşte bizim ülkemizde egemen anlayış bu!

Oysa, çokça demokratik eksikliği bulunan Anayasa md. 2'de: 'Türkiye demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devletidir.' -hükmü vardır ve yönetimler bu Anayasayı esas aldıkça meşru sayılırlar. 

Fakat bizde hukuk değil iktidardaki tek kişinin gücü esastır.  

Bu ne yaman çelişkidir, bu! 

***

Anayasası on yıllarca askıya alınmış ülkemizde sıkıyönetimler, olağanüstü haller ilan edilerek halk baskı altına alınmış ve oluşan korku iklimi günümüze dek devam etmiştir.

Fakat baskıların hedefinde olan ve 'öteki' sayılan kimlikler her zaman daha katmerli baskılar görmüş, daha ağır bedel ödemişlerdir.

Şöyle ki:

Kürtlerin anadilleri, kültürleri, coğrafyaları, tarihleri, seçme-seçilme hakları yok sayılmış, sudan bahanelerle seçilmiş milletvekillerinden bazıları ve belediye başkanlarının hemen hepsi görevden alınarak tutuklanmış, belediye meclisleri ile üyeleri işlevsiz ve etkisiz bırakılmıştır.

Alevi inançları, Cemevleri, kültürleri yok sayılmış, onlara etkin kamu görevi verilmemiş, evleri işaretlenmiş, çocuklarına "zorunlu din dersi" verilmiştir.

Peki, bu zulüm ve baskılara direnen, susmayan, yazıp, çizen, haklarını arayan aydınlara ne oldu?

-İşkence tezgahlarından sağ kurtulanların binlercesi hapiste, bir kısmı da yurtdışına kaçmak zorunda kaldı. 

Ve şimdiki gündemimiz de başka ülkelere sığınmışlar! 

Hukuk tanımaz egemenler, güçsüz olana hem vurur hem de bağırırlar. Yani hem suçlu hem de güçlüdürler...

Fakat bunlar, baş edemedikleri güçlülerle karşılaşırsa; "terörist, casus, ajan" ilan ettiklerini, aklayıp-paklayıp teslim edecek kadar da çaresiz ve suspus olabiliyorlar...

Bu ne yaman çelişkidir bu! 

Suriye ve Irak'ın içişlerine karışmaktan vazgeçmeyen bu anlayış sahipleri şimdi de bir fırsat bulmuşken, NATO'nun dünyaya saldığı korku üzerinden dünya hukukuna ayar vermek istiyorlar.

Kendi ülkesindeki hukuksuzluğu 'hukuk' sayanlar, başka ülkelerden de aynı anlayışla 'hukuk' bekliyorlar. "İsveç ve Finlandiya bize, bizim terörist dediğimiz bilmem kaç kişiyi teslim edecekmiş! 

Sanki komşularından birkaç kilo bakliyat istiyorlar!

***

Ülkenin demokrasi yoksunu olması, 20 yıllık iktidarın eseri olsa da bu iktidarla ilk fırsatta uzlaşan cılız muhalefetin payını da hiç unutmamak gerekir. 

Çünkü muhalefet açıkça ortaya çıkıp, 'öteki' ilan edilerek hedef alınmış olan Kürtler, Aleviler ve diğer kimliklerin değerlerine, saygı duyduğunu, iktidar olduklarında, tüm demokratik insan haklarını tanıyacaklarını söyleme cesareti gösteremiyor. 

Eğer buna itirazınız varsa lütfen şunları da düşününüz:

Siz, İYİ Parti öğretisini odak yaparak 'altılı masa'da buluşmuş olanların, bu masada olmayan, fakat mevcut yönetime karşı birlikteliği savunan ve 'öteki' sayılan milyonların oylarını alan HDP'ye el uzatıp ' aramıza siz de geliniz' dediklerini hiç duydunuz mu? 

Peki bu masada: Kürtlerin anadil eğitimi, kayyumlar, siyasi tutuklular, Alevilik, Cemevleri, zorunlu din dersleri, diyanete teslim edilen eğitim gibi gibi önemli konularda varılan bir karar, yapılan bir açıklama var mı? 

Yok!...

Ama bu 'altılı muhalefet', iktidarı, NATO heveslisi ülkelerle neden daha sıkı pazarlık yapmadınız, niçin daha fazla haklar(!) istemediniz diye sık sık sorgulayıp eleştirebiliyor!   

Demek ki; bu 'altılı muhalefet', demokratik olmayan bu hukuksuz düzene karşı değilmiş, onlar, sadece iktidar olmak istiyormuş, onların iktidarında da acılar azalmayacak, sevinçler çoğalmayacak, düzen aynen sürecek. 

Emin Toprak- DOSTÇA

          Diğer yazılarım için tıklayınız 
       
   

17 Haziran 2022 Cuma

ÇEVİRMEN

 

45 okuldaşımızla birlikte Van ve çevresine bir gezi yaptık. 

Bu dost grubunda; 1960 yılı öncesi ve sonrasında Erzurum, Bingöl, Rize, Trabzon, Gümüşhane'nin köylerinde ilkokulu bitirmiş, 12 yaşında iken girdikleri sınavı kazanıp Yavuz Selim İlköğretmen Okulu'nda 6 yıl parasız yatılı okumuş, 9 yıllık mecburi hizmet borcuyla öğretmen olmuş ve şimdinin emeklileri ile onların birkaç yakını vardı. 

Okuldaşların, hele de 'yatılı' okumuş onların arasında çok güçlü bir bağ vardır. Bu öyle bir bağdır ki, 65 yaş üstü olmuş bizleri, yıllar sonra da sık sık bir araya toplayabiliyor. 

Bu gezimizi, sevgili Muzaffer Yılmaz arkadaşımız ve önceki yıllarda özenli turizm hizmeti aldığımız Sayın Engin Pişkin'in organize etmesi sonucu "Gagik Tur" bizi; antik tarihini, sosyolojisini, coğrafyasını pek bilmediğimiz Van'da buluşturmuştu.

7-11 Mayıs günleri için detaylı bir gidiş- dönüş planlaması yapılmış, konaklama, alışveriş ve beslenme yerleri özenle seçilmiş, bize de özlem giderecek muhteşem bir gezi yapmak kalmıştı.

Birlikte gezip gördük, çokça 'Aaa!' dedik çocuk-ergen günlerimizi anıp güldük-üzüldük ve çok güzel anlar yaşadık. Gelecek için de kurgular yaptık. Şimdilik bu anlardan sadece birini, beni en çok düşündüreni paylaşmak istiyorum:

9 Mayıs günü, Başkale ilçesine bağlı pek çok peri bacası, tüneli, mağara donatısı olan bir tepenin eteğindeki Yavuzlar (Kürtçe ismi: Taxık) köyüne gitmiştik. 

Tezek tepeciklerinin yükseldiği köy meydanında iken birdenbire, kızlı-erkekli gözleri ışıldayan ve cıvıl cıvıl sesler çıkaran bir grup ilkokul öğrencisi etrafımızı sardı. 

Tabii ki, serde öğretmenlik olunca, bizler de onlarla çabuk kaynaştık, şakalaştık, söyleştik, erkek çocuklar pek katılmadı ama kızlarla birlikte Türkçe şarkı ve türküler söyledik. 

Ben de fırsat buldukça onlarla Kürtçe konuştum, çok sevindiler. Bir ara: "Haydi çocuklar, bir de Kürtçe şarkı söyleyin." dediğimde o küçücük çocuklar; başlarını eğip gözlerini kaçırdı, utanmış olanın üzüntüsü ve çaresizliği içinde: "Bilmiyoruz" dediler.


"Peki, siz evde hangi dilde konuşuyorsunuz?" sorumu ise hep birlikte: "Kürtçeee!" diye cevapladılar. 

Aslında ben de bu utancı ve çaresizliği yıllar yıllar önce yaşamıştım. 

Şöyle ki:

Yedi yaşıma kadar anadilim Kürtçeyi konuşan, masallarını dinleyen, şarkılarına müzik becerisi olmayan biri olarak eşlik eden yaramaz, esprili, mutlu bir çocuktum.  

Bir sonbahar günü kapımıza gelen dilini bilmediğim, ismini de sonraki günlerde öğrendiğim öğretmenim Mehmet Ali Seferoğlu, okula başlamam için elindeki deftere ismimi yazınca çok mutlu olmuştum. (Bu saygıdeğer çağdaş öğretmenim ile halen görüşüyor ve ondan çok dersler alıyorum).

Ben artık bir okullu olmuştum. Yaşasııınnn!

1.2.3. üç sınıflar bir aradaydı, öğretmenimiz de beni okula kayıt eden ve dilimizi bilmeyen (çok çok sonra öğrendik ki, o da Kürt'müş) M. Ali öğretmen olmuştu. 

Günler, aylar geçti; baharda doğa uyandığında bizler de artık Türkçe yazan-okuyan-konuşan-şiir-şarkı söyleyenler olmuştuk artık. 

"Evde ve köyde, Kürtçe konuşmak yasaktı!" biz de alacağımız cezanın korkusuyla, biraz biraz öğrendiğimiz Türkçe ile hiç Türkçe bilmeyen anne, dede, ninelerle Türkçe konuşmaya çalışıyorduk. Ve tabii ki, bu süreçte pek çok trajikomik durumlar da yaşıyorduk. 

***

Bir yazımda belirtmiştim: İstanbul'un dörtte üçünden (3/4) daha da az nüfusu olan Belçika'da üç resmi dil var,  bu dillerden biri olan Almanca, ülke nüfusunun sadece %1’nin anadilidir.

Oysa, bizim ülkemizde nüfusun en az %20’si yani her beş kişiden biri Kürttür. 

Peki, bizim ülkemizde neden Kürtçe resmi dil kabul edilmez ve her insanın insan hakkı olan "kendi anadilinde eğitim alma" hakkı sağlanmaz? 

Kürt vatandaşların kendi anadilleriyle eğitim görmesinin ne sakıncası var ki?

Kaldı ki, insanlar anadilleriyle daha iyi konuşur, anlar, anlatır ve üretir. 

Genel kabul gören bir görüşe göre: bir eserin çevirisi hiçbir zaman insana o eserin kendi dili ve kültüründeki karşılığı kadar imge, sezgi, düşünce, haz, duygu yoğunluğu yaşatıp etkileyemez.

İnsanlar, kendilerine özgü renkleriyle, kültürleriyle, becerileriyle, ev, sokak, okul, kent, ülke ve dünyada daha zengin bir yaşamı var ederler. Böylece dünyamız monoton olmaktan kurtulur çok sesli, çok dilli, çok renkli bir çeşitlilik kazanır.

ASLINDA BEN BİR ÇEVİRMENİM!

Hem de anadilimi yeteri kadar bilmeyen bir çevirmen. Hani bir konuda yeterli bilgisi olmayanı, cahil sayarlar ya, ben de anadilimin cahiliyim. 

Çünkü ben, anadilimin alfabesini, gramerini bilmeyen ve okuryazarı olmayan biriyim. 

Benim başka bir dilde yıllarca okumuş olmam, meslek edinmem, duygu ve düşüncelerimi yazan bir olmam da bu eksikliğimi gideremez.    

Size ilginç gelebilir mi bilemem, benim tüm sezgi ve duygularım, gramerini, hatta alfabesini bile pek bilmediğim anadilimle bezeli... 

Türkçe yazarken bile çoğu zaman anadilim Kürtçe ile düşünür, onunla oluştururum duygu, bulgu, yargı ve düşlerimi. 

Ancak ne yazık ki bu kazanımlarımı etkili olarak anadilime aktaramıyorum! 

Bu yüzden de anadilimle konuştuğum dost ve akrabalarım karşısında zor anlar yaşıyorum. Onlar beni gülerek değil, gülümseyerek dinlerler, ama ben onların samimi duygularını düşündükçe utanırım. Gerçi, insanın faili olmadığı bir utançtan, utanç duyması da ayrı bir utançtır ya!

Olması gereken, anadilin ve sonrasında öğrenilen tüm dillerin birbiriyle kaynaşıp, kültürel alışverişte bulunması, birbirini zenginleştirmesidir. Fakat öğrendiğimiz Türkçe ve onun yasakçı şoven savunucuları, anadilimizi hep kötülemiş onu hep yok etmeye çalışmışlar.

Hani kekeme biri, şarkı ve türkü söylerken kendisini daha rahat ve akıcı olarak dillendirir ya! 

Ben de anadilimde kekemeyim, rüya, hayal, sezgi, duygu ve bulguları Kürtçeden alıp Türkçeye çeviriyor, sonra bunları Türkçe okuyup, yazıp, anlatıyorum. 

Türkçe, benim kekeme olmadığım, anlatı, yazı, şarkı, türkü dilim...

Sanırım, kendime niçin çevirmen dediğimi 
şimdi anlatabildim.

Farklı renk ve çeşitlilikklerimizle Türkiyeli olmak hepimize yeterken, neden herkesi zorlayarak, yasaklayarak Türk yapmaya, tüm dil ve kültürleri Türkçe içine hapsetmeye çalışılıyor? 

Neden?

Şimdi hem baba hem de dedeyim ne  çocuklarım ne de torunlarım benim anadilimi biliyor! 

Korkum o ki, anadilim bunca faşist baskı altındayken, giderek bir "Hopi Dil" (2000 yılında sadece 5.262 Kızılderilinin dili) olacak.

Peki, biz şimdi ne yapmalıyız? 

Emin Toprak- DOSTÇA

Diğer yazılarım için tıklayınız